Çiftçilerin ekonomik sorunları, emekçi köylülüğün tasfiyesi, tarım işçilerinin ağır sömürüsü ile birleşen iklim krizinin giderek şiddetlenen etkileri yüksek gıda enflasyonu, kuraklık ve kimi bölgelerde gıda güvensizliği diye ifade edilen gıdanın yetersiz kalması, kıtlık sonuçlarını doğuruyor. Güncel gıda krizi ile ilgili Mezopotamya Ajansı’nın sorularını Polen Ekoloji Kolektifi’nden Onur Yılmaz yanıtladı.
4 Ekim 2021
Şu anda ciddi bir iklim krizi ile karşı karşıyayız. Kriz, yangınlar ve sel felaketleri başta olmak üzere bizi birçok felaketle de karşı karşıya getiriyor. Fakat maalesef krizin tek sonucu bunlar değil. Biz öncelikle iklim değişikliğinin tarımsal üretimi ve gıda güvenliğini ne yönde etkilediğini sormak isteriz size.
Öncelikle belki gıda güvenliği ne anlama geliyor, bunu açarak başlamalı. Boğaziçi Üniversitesi’nden Murat Türkeş’in tanımıyla gıda güvenliği, “tüm insanların kendi beslenme gereksinimlerini karşılamak üzere her an, yeterli, güvenli ve besleyici gıdaya fiziksel ve ekonomik olarak ulaşabilmesi ve gıda tercihlerinin etkin ve sağlıklı bir yaşam için karşılanması”dır. Bu tanım üzerine bir kez düşününce iklim krizinden önce de insanların büyük bir çoğunluğunun bundan yoksun olduğunu görebiliriz. Ama iklim krizi elbette durumu daha da kötüleştirdi.
Bu sorulara tüm bu iklim krizinin sorumlularının kendi cümleleriyle yanıt vermek ironik bir yaklaşım olsa da bir yandan öfke bileyici bir işlevi de olabilir. Örneğin Türkiye için düşünürsek, Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı Tarım Reformu Genel Müdürlüğü’nün düzenlediği “Değişen İklim, Dönüşen Tarım: İklim Değişikliği ve Tarım Çalıştayı“nın1 17 Eylül’de İzmir’deki oturumunda konuşan Bakan Pakdemirli dünyada son 50 yılda 5 kat artan iklim felaketlerini, sel, yangın, sıcaklık dalgası gibi bu afetlerin sıklık ve şiddetlerinin artmasıyla tarımsal üretimin 2050’ye kadar yüzde 10 ilâ 25 azalacağını, son yıllarda tarım yapılan ayların kayda geçen en sıcak aylar olduğunu, değişen sıcaklık, rüzgar hızı ve nem ortalamalarının orman yangınlarının yanı sıra tarımsal alanları da etkilediğini, tarımsal sezondaki yağışların yüzde 21 azaldığını kaydetti. Elbette bu projeksiyonlar Türkiye’nin kendi bilimsel araştırma projelerinin sunucu ortaya çıkan veriler değil. BM Dünya Gıda ve Tarım Örgütü FAO ve farklı bilim insanlarının çalışmalarından derlenmiş bilgiler. Sorunuzun yanıtı yüzeysel olarak bu veriler. Ancak bunların neden böyle olduğu açıklanmadığında sadece birer sayı olarak kalırlar.
Bir diğer örnek de 23 Eylül’de New York’ta düzenlenen BM Gıda Sistemleri Sistemleri Zirvesi (UNFSS) idi. Zirveyi, dünyanın en büyük bin şirketinden oluşan Dünya Ekonomik Forumu ve ortakları şekillendirdi. Yine iklim krizinin sonucu ortaya çıkan ekonomik veriler ve gelecek tahminleri tartışıldı. Ancak fosil yakıtlar nedeniyle ortaya çıktığı ifade edilen iklim krizinin altında yatan, yüz milyonları aç bırakan küresel gıda sisteminin kendisi tartışılmadı.
Yine nüfus projeksiyonlarına göre 2050’ye kadar mevcut beslenme alışkanlıklarına göre gıda üretiminin yüzde 60 artması gerekiyor, ancak iklim krizine karşı önlem alınmadığı koşullarda dünya çapında verimin yüzde 30 kadar düşmesi bekleniyor. Küresel ölçekte tatlı su kaynaklarının yüzde 70’i tarım amaçlı kullanılırken iklim krizi kaynaklı kuraklık elbette gıdayı bir krize sokacak. Bu küresel ölçekli veriler yerel düzeydeki yağış rejimi değişikliklerinin bir toplamı. Ancak aşırı iklim olayları, yani fırtına, hortum, ani sağanak ve sıcaklık dalgaları, tarımsal üretimin düşmesinde daha da belirleyici hale geliyor. Keza mevsimsel kaymalarla bitkilerin erken büyümesi, dona kalması kayıpları artırıyor. Dahası iklimin değişmesi tarımdaki zararlıların artışına ve dolayısıyla daha fazla pestisit kullanımına yol açıyor. Çeşitli bitki hastalıklarının yanı sıra son yıllarda sayısı artan çekirge istilaları da bununla ilişkili. Yine artan sıcaklıklar gıdanın depolanması ve taşınması süreçlerini de zorlaştırıyor. İklim krizinin diğer bir etkisi ise deniz seviyesindeki yükselişle yüzyılın sonuna kadar kaybedilecek tarımsal alanlar olacak. Toplamda gıda güvenliği tehlikede ve gıda krizi kapıda.
Gıda krizinin tek sebebi iklim değişikliği midir peki?
Aynı çalıştayda İzmir valisi iklim krizinin arkasında Türkiye’nin değil Batı’daki sanayi devrimi yapan ülkelerin olduğunu belirtmiş. Vali, tipik bir refleksle sorumluluktan kaçmak için bu ifadeyi kullansa da bu sorunun cevabı için bir doneyi de bize veriyor. Evet, iklim krizi denen olgu kapitalizmin doğayı, atmosferi üretimin dışsal ve hazır bir girdisi olarak görmesinin ve yalnızca kâr motivasyonuyla yapılan üretimin tüm doğal dengeleri, ekosistemleri altüst etmesinin bir sonucu ve bu Türkiye’de başlamadı. Ama Türkiye uzun yıllardır kapitalist sisteme tüm alanlarıyla entegre olmuş durumda. Buna gıda sistemi de dahil ve sermaye sınıfı burada da bu krizden sorumlu.
Kapitalist tarımsal üretim toprak ve doğal döngülerle ilgili hiçbir uzun vadeli plan olmadan yapıldığından hem iklim krizinden etkilenen ama hem de iklim krizinin besleyicisi olan bir sektördür. Küresel karbon emisyonlarının %25’i, arazi kullanımı değişikliği, dizel kullanımı, gübre üretimi, enterik (sindirim sistemi kökenli) metan, vb. gibi kaynaklardan bir bütün olarak gıda sistemiyle bağlantılı. Buna tedarik zincirinin %5-10’luk payını ekleyince IPCC’nin raporuna göre yaklaşık %34’lük bir pay çıkıyor. Gıda sistemi dediğimiz şey de bunlardan oluşuyor: Gıdanın üretimi, işlenmesi, paketlenmesi, taşınması, depolanması, tüketimi ve atıklarının bertarafı. Yani küresel gıda sistemi iklim krizi açısından pozitif bir geri besleme mekanizmasıdır.
1950’lerden sonra başlayan ve 70’lerde yayılan, adına ‘yeşil devrim’ denilen gıda üretiminin sermaye birikim düzeyinin ihtiyacına denk düşen tarzda düzenlenmesi esasen bugünkü gıda krizinin temelini oluşturmuştur. Tarımdaki makineleşme, teknoloji kullanımı, sulamanın gelişmesi gibi emek yoğun süreçleri azaltan ama diğer yandan melez tohumlarla, sentetik gübrelerle, pestisitlerle ve tarlaların birleştirilerek ve genişletilerek endüstriyel üretim tarzına uygun hale getirilmesiyle ekolojik açıdan yıkıcı etkileri oldu. Neoliberal dönemle birlikte ise gıdanın metalaşması küresel bir düzeye erişti. Gıda üretimi bir avuç tekelin ve onların tedarik zincirlerinin kontrolüne geçti. O günden bu yana kişi başına gıda üretimi artmış olsa da gıda sisteminin plansızlığıyla gıdaya erişim sorunu büyüdü. BM sürdürülebilir kalkınma hedefleri arasında olan “2030’da sıfır açlık” ulaşılabilir bir hedef olmaktan çıktı. Esasen bu hedefe endüstriyel tarımın yaygınlaşmasıyla ulaşılması uzun vadede, bu gıdaların sağlıksızlığı, atıkların ekolojik yükü, toprağın canlılığını kaybetmesi, karbon tutma kapasitesinin azalması gibi nedenlerle açlık kadar yıkıcı olacaktır.
Ancak gıda krizi, belirli bölgede gıdanın miktar olarak nüfusa yetersizliği ya da gıda fiyatlarının alım gücünün çok üstünde olması sonucu yaşanan krizdir. Toplamda fiyatlar 2007-2011 arasındaki düzeye yükselmese de FAO’nun verilerine göre, Mayıs 2021’de sebze, yağ, şeker ve baklagillerin uluslararası fiyat artışıyla küresel gıda fiyatlarındaki artış hızı aylık en yüksek değerine ulaştı. Bunda iklim krizi kaynaklı felaketlerin yanında tarımdaki fosil yakıt gibi diğer maliyetlerin yükselmesi de etkili oldu.
Kapitalist tarımın doğaya uyum sağlaması mümkün değildir, çünkü gıda sermayenin döngü hızına uymaz, gıdanın yetişmesi için bir zaman gerekir, Sermaye ne kadar isterse istesin gıdanın yetişme sürecinde doğanın kendi temposuna bir ölçüde bağımlıdır. Tam da bu nedenle tekelleşmeye rağmen teknolojiyi diğer sektörler kadar tarıma uygulamamış ve küçük üreticilerin aşırı emek sömürüsüne dayanmayı sürdürmüştür. Örneğin, salgın döneminde göçmen işçilerin hareket kısıtı nedeniyle Almanya’da toplanamayan meyve sebzelerin fiyatları yükseldi. Salgın öncesi dönemde bu işçiler, Avrupa’ya Afrika, Kafkasya, Orta Doğu gibi çeper bölgelerden gelerek çok yüksek sömürüyle çalışarak AB’deki gıda fiyatının düşük kalmasını, uzun saatler, sigortasız, güvencsiz çalışarak, kötü koşullarda barınmak, beslenmek zorunda kalarak sağlıkları pahasına sağlıyorlardı.
Konu iklim krizi ve gıda krizi ilişkisi olsa da şu noktaya değinmek istiyorum: Gıda krizi bir nüfus sorunu değildir. Her yıl üretilen gıdanın üçte biri -yaklaşık 1 trilyon dolar piyasa değerindeki 1.3 milyar ton gıda- kötü lojistik ve tarım pratikleri ile tabağa ulaşamıyor. “Ancak yaklaşık 819 milyon insan aç, 821 milyon insan yetersiz besleniyor, beş yaş altı 154 milyon çocuk bodur, 15 ila 49 yaş arası 613 milyon kadın ve kız çocuğu demir eksikliği çekiyor, 2 milyar yetişkin fazla kilolu veya obez. 2019’dan 2021’e kadar, üretimde çok büyük bir azalma olmamasına rağmen, yetersiz beslenen insan sayısı 161 milyon arttı.”2 Şiddetlenen savaşlar, Covid-19 salgını ile aksayan tedarik zincirleri ve ekonomik kriz bu son artışın iklim krizi ile iç içe geçen diğer temel sebepleri.
Mesele teknik olarak daha ekolojik üretime geçmekle de ilgili değil, toprağın canlılığı tüm doğal döngülerin sürdürülebilirliğine bağlıdır, yani diğer sektörlerdeki ekolojik dönüşüm olmadan tarımın kendi başına iyileştirilmesi de mümkün değildir. Kuraklığa dayalı tohumlar, “iklim-akıllı” tarım uygulamaları, tarım sigortası gibi palyatif çözümler iklim krizi ve gıda sistemi arasındaki bağı, diğer politik ve toplumsal dinamikleri görmezden gelerek tarımın piyasa ve şirket temelli devamını varsayarlar. Yani gıda krizini, “yanlış tarım politikaları” sonucu deyip geçiştiremeyiz. Kriz, kapitalizmin krizidir ve çözüm onda aranamaz.
Kapitalizmde bir yerde servet birikirken bir yerde açlık birikir. Açlığı gidermek sermaye için kârlı değildir. Bu nedenle açlık sınıf mücadelesinin konusudur. Temel bir insan hakkı ve yaşamsal bir ihtiyaç olan yeterli, sağlıklı gıda ve suya erişim, üretim araçlarının gelişimiyle emeğin giderek üretimden dışlandığı günümüz kapitalizmi koşullarında ana mücadele gündemlerinden biri olmayı sürdürecektir. Sermaye için yedek iş gücü ordusu olan nüfusun bir kısmı artık üretimden kalıcı bir şekilde dışlandığından ve aktif iş gücü üzerinde bir baskı oluşturma kapasitesinden yoksun hale geldiğinden nüfusun bu kesiminin açlık sorunu sermaye için görünmezdir. Onu görünür kılacak olan ise açlıktan kopacak isyan potansiyelidir.
Türkiye’de neler yaşanıyor, gıda krizi konusunda Türkiye’nin geleceğini neler bekliyor?
Son birkaç yıl Meteoroloji Genel Müdürlüğü yalnızca sel ya da sıcaklık uyarılarıyla değil, uzun süreli kuraklık uyarılarıyla da öne çıkan bir kurum oldu. Her gün kuruyan göl ve nehir haberlerini görüyoruz, Konya ovasında oluşan korkutucu obrukları, isyan eden çiftçileri izliyoruz. Geçtiğimiz hafta çiftçiler tarım kredi kooperatifi önüne gelerek “faizler silinsin, borç yapılandırılsın” taleplerini ilettiler. Önceki haftalarda Mardin’de, Malatya’da, Urfa’da yol kapatan çiftçileri, diğer illerde ücretlerini alamayan tarım işçilerini gördük. Özellikle İç Anadolu’da zorunlu göçle gelen mültecilerin emek sömürüsüyle krizden sıyrılmaya çalışan tarım işletmelerini gördük.
Bugün Türkiye’nin yüzde 55’inde şiddetli kuraklık yaşanıyor. Gübre, hayvan yemi, enerji, zirai ilaç ve tohumlar fiyatları artıyor. Dahası doğrudan gıda ithalatı yanında üretimdeki bu kalemlerin de ithalata dayalı olması artan döviz kuruyla birlikte daha pahalı gıdaya yol açıyor.
Giderek büyüyecek bir sorundan bahsediyoruz. IPCC’nin senaryoları baz alındığında, 1970-2000 dönemine göre 2070-2100 dönemi için Türkiye’nin ortalama sıcaklığında 3-7°C arasında bir artış tahmin ediliyor. Türkiye iklim değişikliği birinci ulusal bildiriminde ise, gelecekte Türkiye’nin güneybatı kıyılarında yıllık yağışların 470 mm’den 360 mm’ye ciddi bir azalma göstereceği (özellikle kışın), Karadeniz sahil şeridinde ise yağış artışının olacağı belirtiliyor. Doğu Karadeniz, Ege, Akdeniz ve Toros Dağları boyunca yıllık toplam yağış miktarında 100-400 mm’lik düşüşler bekleniyor. Ancak bu bölgesel yağış tahminlerinin bölgesel ve ürün bazında etkilerine dair çalışmalar yok.
Türkiye’de tarım arazilerinin maden, inşaat, yol gibi faaliyetlerle daralmasına çiftçilerin bahsettiğimiz neoliberal süreçte birer tarım işçisine dönüşmesi ve tarım dışına çıkması, monokültür ürün ekimi ve yanlış sulama teknikleriyle toprağın öldürülmesi ve ürün çeşitliliğinin azalması eşlik etti. Birçok tarım ürününde ithalata yöneldi. İklim kriziyle ülkelerin artık gıdada ihracatı sınırlamaları bu nedenle Türkiye’yi daha da etkileyecek.
Son dönemde yapılan bir araştırmaya göre çiftçilerin yüzde 87’sinin iklim değişikliği etkilerine uyum yönünde kendi çabalarıyla adımlar atıyor.. Yüzde 71’i tohum ve gübre bileşimi ve türünde değişiklik yapıyor, yüzde 64’ü ekim ve hasar zamanı değişimi yapıyor yüzde 47’si doğrudan ekim, damla sulama gibi toprak ve su koruma tekniklerine yöneliyor ve yüzde 43’ü ürün çeşitlendirmesi ve gelir çeşitlendirmesi gibi risk yönetimi önlemleri alıyor. Tüm bunlar krizi erteleyebilir ya da bir süre hafifletebilir ama ortadan kaldırmaz.
Devletlerin nasıl önlemler alması gerekiyor?
Elbette Türkiye’deki devrimci ve demokratik güçler açısından sermayenin temsilcisi konumundaki kapitalist devletlere akıl verme gibi bir yanlışa düşülmemeli. Alınacak önlemlerle ilgili hem iktidardan hem de burjuva muhalif partilerden her gün açıklamalar geliyor. “Köylünün milletin efendisi” olduğu lakırdısı dilden düşmüyor ve tüm öneriler dönüp dolaşıp aynı kapıya çıkıyor.
Bakan Pakdemirli, Türkiye’nin iklim değişikliğine seyirci kalmayacağını ve 81 il için “Tarımsal Kuraklıkla Mücadele Stratejisi Eylem Planı”nı uyguladıklarını anlattı çalıştayda. CHP, kendi yönetimindeki belediyelerle düzenlediği tarımsal kalkınma buluşmasında kötü yönetimi işaret etti, eskiyi yâd ederek kendine yeten ülke olma günlerini hatırlattı ve çiftçiye destek vermeye devam edeceklerini belirtti. Ancak tarım piyasasını Dünya Ticaret Örgütü ve AB Yeşil Mutabakatı’na uygun yerel kurallara göre şekillendireceklerini, yasalara uyacaklarını ve borç faizlerini sileceklerini de söyledi. Tüm bunlardan çiftçiye de gıda krizine de çözüm çıkmaz. Sorunun kapitalizmden kaynaklandığının üstünü bilinçli şekilde örterek kısa vadede krizi hafifletip sermaye temsilcilerini rahatlatmaktan başka bir şey değil söyledikleri.
Türkiye’nin gelecek on yıllarında tarım 2-3°C sıcaklık artışı, kuraklık ve sulama yetersizliği üzerine planlanmak zorunda. DSİ’ye göre Türkiye’de tüketilen suyun neredeyse dörtte üçü tarımsal sulamada kullanılıyor. Tarımda ürün rotasyonu ve çeşitli yöntemlerin birlikte kullanılması ile emisyon azaltımının sağlanması, su ve kimyasal kullanımı ve biyoçeşitlilik açısından iyileşmeler olması mümkün. En son yangın ve sel felaketlerinde bir kez daha görüldü ki ormanlık alanlardaki, tarım arazilerindeki madencilik, yapılaşma ya da JES gibi enerji santralleri, dere yataklarının bozulması ekosistemi yok etmekte tarımsal üretimin de yapılamaz hale gelmesine yol açmaktadır. Tüm bunlar acilen durdurulmalıdır.
Giderek tarımdan uzaklaşan üreticiler, bir yandan iklim krizi bir yandan da örneğin fındıkta İtalyan tekel Ferrero gibi şirketlerin kıskacında olduğundan alınacak esas önlemler gıdayı meta olmaktan çıkaracak, piyasayı daraltacak adımlar olacaktır. Ancak Türkiye ve diğer devletlerin çözümü burada aramadıkları ortada. Halkın gıda krizini yaşamları için bir tür özsavunma konusu olarak ele almaları ve ellerinden alınanı geri almak için örgütlenmeleri gerek.
İnsanların günlük yaşamda nasıl değişiklikler yapması gerekiyor? Sizin önerileriniz nelerdir?
Makedonya’da geçen 2019 yapımı Honeyland (Bal Ülkesi) filmi insanın doğayla kuracağı ilişki açısından düşündürücü bir gerçek yaşam örneği sunuyor. Filmde ilkel ama yerelin koşulların uygun yöntemlerle bal üreten bir kadının arılarla balı yarı yarıya paylaşması ve arıların kendi devamlılığını sağlıklı bir şekilde sürdürmesi öne çıkıyordu. Öncelikle kapitalist gıda sisteminin insanı doğaya yabancılaştırdığı ve bu yabancılaşmanın ekolojik çöküşte, iklim krizinde büyük payı olduğunu görerek hareket etmek gerekiyor.
Türkiye’den Çiftçi-Sen’in üyesi olduğu enternasyonal köylü hareketi örgütü La Via Campesina’nın şirketlerin gıda tedarikinin sürekliliğini esas alan “gıda güvenliği” yerine yerel üretim ve tüketimi, üreticinin karar alma süreçlerine katılımını, yerli bilge tarım tekniklerini esas alan bir gıda sistemi için önerdiği “gıda egemenliği” kavramı direniş ve mücadele çizgisini işaret ediyor. Örgüt, basit ve hemen sonuç verecek olmasa da agroekoloji ve toprak reformuyla çözümün ortada olduğunu BM Gıda Zirvesi’ne karşı Halkın Özerk Tepkisi başlıklı açıklamalarında bir kez daha vurguladı. Yani, toplumsal bir soruna ancak toplumsal bir çözüm bulunabilir. Bireysel çözümler hem gıda krizini sistemi sürdürdüğü için ortadan kaldırmaz hem de zaten etkisi açısından yetersiz kalmaya mahkumdur.
2003’te DTÖ’nün tarım politikalarını protesto etmek için Meksika’ya gelen Güney Koreli çiftçi ve köylü aktivisti Lee Kyung Hae’nin 10 Eylül’de protesto için intihar etmesi üzerine yine La Via Campesina bu günü “Dünya Ticaret Örgütü ve Serbest Ticaret Anlaşmalarına Karşı Mücadele Günü” ilan etti. Lee, tıpkı Türkiye de yaşanmaya başlandığı gibi Kore’nin gıdalarını ithal etmeye karar vermesinin ardından çiftliğini ve geçim kaynaklarını kaybeden binlerce çiftçiden biriydi.
Bu serbest ticaret anlaşmaları gıda tekellerinin ülkelere girişinin anahtarı ve yeni sömürgeleştirme sürecinin bir parçası oldu. Tohumu, diğer girdileri, hangi ürünün ne kadar ve nasıl üreteceğini bunların belirlemesini sağladı. Özelleştirmeleri, kuralsızlaştırmayı, devletin temel kamusal hizmetlerden çekilmesini şart koştu. Son 50 yılda bu anlaşmalar açlık, gıda isyanları, çiftçi intiharları, iklim krizi, derin yoksulluk ve göç getirdi. Dünya’da özellikle kadınlar ve çocuklar köylerini terk ederek kentlere ucuz iş gücü olarak göç ederken kırsal bölgelerde nitelikli eğitim ve sağlık hizmetleri ortadan kalktı. Yani, gıda krizi beslenememe durumunun ötesinde bir durumdur ve değişikliklerin kapsamı da tüm bunları içermelidir.
Çiftçi-Sen’in hem tarım sektörüyle ilgili genel ve ürün bazlı politika önerileri hem de tarımdaki işçilerin hak talepleri dikkatle takip edilmeli ve emekçi sol tarafından mücadele konusu yapılmalıdır. Meselenin sadece çiftçilerin ekonomik sıkıntılarıyla ilgili olmadığına uzun uzun değindik. Ekonomik kriz koşullarında uzun soluklu bir gıda mücadelesinin/kampanyasının konusu yapılmalıdır örneğin. Küçük çiftçilerin, tarım işçilerinin sendikal örgütlenmeleri, ziraat odaları, tarım birlikleri, kooperatifler vb. çiftçi örgütleri demokratik mücadelede öne çıkmalı hak temelli mücadeleyi iktidara karşı yöneltmelidir. Çiftçilerin ekonomik sorunlarıyla ekolojik sorunu aynı mücadele hattı içinde birlikte işlemek, çiftçinin ekonomik iyileşmesinin tek yolunun ekolojik açıdan sürdürülebilir bir tarımdan geçtiğini vurgulamak önemlidir. Yine, market rafları, depolar tüketilmeyip zamanı gelince çöpe giden gıdayla dolup taşarken daha radikal eylem biçimlerini de bu kriz ve açlık koşullarında bir mücadele planının parçası olarak düşünmeliyiz.
Sonuç olarak kapitalist gıda sisteminden ve bağlantılı iklim krizinden kaynaklı gıda krizine karşı sınıf mücadelesini büyütmekten başka çare yok. Ama mücadele karın doyurmuyor ve ne yazık ki her zaman umudun kaynağı da olamıyor. Bu nedenle hem ideolojik anlamı hem de beslenmek için bir yol olarak kentte, kırda ve ikisi arasında kalan çeperlerde siyasal iktidar perspektifini gözden çıkarmadan bir okul ve örgütlenme alanı olarak gıdayı meta olmaktan çıkarmayı amaçlayan hattaki kooperatifler, gıda dayanışma toplulukları bu tür acil durumlarda ilgi çeken ama görece uzun vadeli çalışmalar olarak devrimci demokratik güçlerin mücadelesine güç katacak birer araçtırlar. Bu araçlar hem gıda krizine karşı mütevazı bir müdahale olarak hem de toplumsal devrimin zeminini oluşturacak bilinçlenmeyi sağlayacak güç biriktirme alanları olarak düşünülebilir. Kapitalizmin yabancılaştırıcı etkisinden kurtulmak, beslenmeye emek ve zaman harcamak aynı zamanda ideolojik bir konu olarak ele alınmalıdır.
Marksist ekolojistler açısından tarımsal planlamada ölçek tartışması da nihayete ermiş bir konu değildir. 20. yüzyıl sosyalist inşa deneyimlerinden SSCB, Çin ve Küba’daki tarımsal modellerin eksik ve yanlışları üzerine araştırmak ve bugün için sonuçlar çıkarmak gerekiyor. Dahası önümüzde iklim krizinin getirdiği bir aciliyet sorunu var. Bu hızlı çöküş sürecinde gıda sisteminin yeterince uyum sağlaması mümkün görünmüyor. Bu nedenle 20. yüzyıl deneyimlerini değerlendirirken iklim krizi ve ekolojik çöküşü hesaba katan yeni bir anlayışla yapılması gerekiyor bu tartışmanın.
Yapay zekâdan robotlu üretime en verimli ve ekolojik üretim teknikleriyle yerli bilge tarım tekniklerinin birleştirilmesiyle üretilebilecek gıda ancak üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyetin kalkmasıyla mümkün olacaktır. Bu bir ufuk olarak önümüzdedir, ancak elbette iklim krizi ve ekolojik çöküş koşullarında siyasal devrimle iç içe geçmiş bir toplumsal devrim, kapitalist toplumun çürütücü etkisini ortadan kaldırmak için daha fazla kolektif çalışmaya, toplumsallık alanlarına ihtiyaç olacaktır. Tarım, hem ekolojik onarım ve uyum için hem de kafa ve kol emeği arasındaki farkın ortadan kaldırılıp çalışmanın bir ihtiyaç haline gelişi açısından böyle bir alan olabilir. Sosyalizm bugünkü üretim araçlarının düzeyiyle hiç olmadığı kadar yakın ve tüm bunları hayal ettirebilecek kadar somut.
Konuyla ilgili başka eklemek istedikleriniz var mı?
Sadece Türkiye değil, Hindistan’da son 9 aydır çiftçiler sokakta. Endonezya, Japonya, Filipinler ve Güney Kore’de çiftçiler bölgesel ticaret anlaşmalarına karşı eylemde. Arjantin, Ekvador, Kenya ve Zambiya’da yine gıda enflasyonuna yol açan IMF kaynaklı borç krizine karşı halk direniyor.
İklim adaletsizliğinin başlıca sonuçlarından biri gıda adaletsizliğidir. Beslenemeyen canlı yaşayamaz. Uzay turizminden Mars’ta koloni kurmaya, kuantum bilgisayarlarından yapay organlara her türlü teknolojik gelişmişliğe ve tarihsel birikime rağmen dünyada açlık varsa bu sisteme katlanmak için tek bir sebep yok, bir saniye bile düşünmeden örgütlü antikapitalist devrimci mücadeleye atılmalı ve lokmamızı elimizden alanları tarihin çöp sepetine atmalıyız.
1İzmir ve Şanlıurfa illerinde gerçekleşecek çalıştaya tüm bakanlık, yerel yönetim, FAO, STK ve akademiden temsilciler katılacak, daha sonra Ankara’da çalıştayın sonuçları açıklanacak.
2https://bianet.org/bianet/iklim-krizi/248195-iklim-krizine-direncli-bir-gida-tarim-sistemi-nasil-mumkun