Sürdürülebilirlik ekoloji hareketi için tehlikeli bir kelime olarak mimlenmiştir. Neoliberalizmin tüm dünyada tarihin sonunu ilan edip azgınca saldırıya geçtiği dönemin bu öne çıkan kavramı ekolojik çöküşün o günkü endişe verici gelecek havadisleri karşısında işçi sınıfına “dünyayı kurtarmak” için sermaye düzeninin “sürdürülebilirliği”nde uzlaşmayı salık veriyordu esasen. Liberal yeşil akımlar sermayenin gezegen için bu “ilerici” adımını büyük oranda destekledi ve bu destek aradan geçen onlarca yılın ekolojik çöküşü getirdiği yere rağmen yeni beklentilerle sürüyor. İşte son dönemlerde buna benzer, kendi eski ama paketi yenilenmiş bir kavram sermayenin yeşillenme çabalarında ekoloji hareketinin kimi kesimlerini sermayeye yedeklemek için çokça karşımıza çıkıyor: Adil dönüşüm ya da adil geçiş. En basit haliyle, sera gazı emisyonu yüksek sektörlerin karbonsuzlaştırılması ve farklı sektörleri içine alacak şekilde enerji verimliliği düşük, ham madde kullanımı ya da kirleticiliği yüksek olan üretim süreçlerinin “ekolojik ayak izleri”nin küçültülmesi sırasında işçilerin ve bu üretim süreçlerinden bir şekilde etkilenen insanların haklarının gözetilmesi anlamına gelen bir dönüşüm ve geçiş süreci anlamına geliyor. Yani, tartışma kapsamlı, süreç çetrefilli; peki ama bu neden son dönemde emek-ekoloji gündemlerinde öne çıktı? Sürdürülebilirlikte sürmekte olan şeyin kapitalizmin yasaları olmasındaki gibi burada da “adalet” sermayeler arası bir dönüşümde, geçişte mi aranıyor?
Geçtiğimiz günlerde Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe), ITUC ve Türkiye’den DİSK, KESK, Türk-İş ve Hak-İş’in katılımıyla bir “adil dönüşüm” paneli düzenlendi. Sosyal medya hesaplarında katılımcılardan yalnızca DİSK’in paylaştığı etkinlikte DİSK temsilcileri çalışma sürelerinin 45 saatten 37,5 saate düşürülmesi, enerji sektöründe kamulaştırma, belirli miktarda ücretsiz enerji sağlanması somut taleplerini dile getirirken sermaye ve işçi sınıfının farklı dönüşüm programları olduğunu belirttiler. Yine verilen örneklerde sınırda karbon uygulamasının eşitsizliği derinleştirirken Almanya’da enerji geçişi sırasında verilen mesleki eğitimlerin işe yaramadığı, kömürden çıkılan yerlerde işsizliğin arttığı ve AfD’nin yükselişe geçtiği vurgulandı. Yani “adil dönüşüm” kavramını bir sahiplenme yarışı, rekabeti söz konusu. İçini en iyi kim doldurursa onun sözünün geçeceği bir mücadele sahası tahayyül ediliyor. Sermayenin diliyle üretilen bir kavramı sahiplenme mücadelesi esasında sendikaların bugün içine düştükleri politik gerilemenin, iktidar perspektifinden kopuk işçi sınıfı mücadelesinin sınırlılıklarının yansıması.
Aslında sermayenin bu tartışmayı yapma sebebinin sadece iklim krizinin kontrol altına alınması telaşı olduğuna ikna olmayacak kadar tecrübe edindi emek ve ekoloji hareketi. Artık herkes dilinin altındaki baklayı daha çabuk çıkarıyor, kapitalizmin özellikle 2008’den bu yana ekonomik durgunluğunu aşamaması, özellikle ekolojik yıkımın belirleyici olduğu sefaletle toplumsal meşruiyetini giderekyitirmesi geniş kitlelerin sistem karşıtı öfkesini biliyor. Emperyalist devletler, 2. Dünya Savaşı sonrası sosyalist kampın işçilerinin refah düzeyinin artışıyla kendi işçi sınıfları üzerindeki sosyalizm etkisini kırmak ve devrim tehdidini savuşturmak için 70’lerin ortasında yaşanan büyük ekonomik krize kadar işçi sınıfına tavizler vermek zorunda kalmışlardı. 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın yeniden inşası sermaye kârlılığını yükselttiğinden sosyal haklar ve ücretler üzerinden taviz vermek mümkün olmuştu. Bugün devrim tehdidi yaratan sosyalist bir kampın olmadığı koşullarda sermayeyi işçi sınıfı karşısında taviz vermeye iten şeyin ekolojik çöküş olduğunu, sermayenin gezegendeki yaşamın tehdit altına girmesiyle kendi varlık koşullarını korumak için bu kez gerçekten “dünyayı kurtarmak” için adım atmak zorunda kaldığını ve bu tavizin da her ülkede farklı şekillerde içeriklenen Yeşil Yeni Düzen programları ve bu programlar içinde yer alan “adil dönüşüm/geçiş” paketleri olduğunu iddia eden daha soldan görüşler de bulunuyor. Oysa, Yeşil Yeni Düzen ve adil geçiş programlarının bir taviz değil, aksine 2008’den beri süren kendi uzun bunalımına çare arayan sermayenin yönelimlerinden biri olduğu görülüyor. Adil dönüşüm/geçiş öneri ve ilkelerinin içeriklerine bakarak bunu inceleyelim.
1970’lerin yükselen devrimci dalgasında ABD’deki Gaz, Kimya ve Atomik İşler İşçileri Uluslararası Sendikası (OCAW) başkanı Tony Mazzocchi bu kavramı işçiler için bir “süper sermaye” oluşturulması şeklinde sendikal bir talep olarak yükseltiyor. Yani, kirletici sektörlerin daha çevreci hale dönüşmesini istiyor ve bunun bedelinin sermaye tarafından ödenmesi gerektiğini belirtiyor. Özellikle fosil yakıtlı enerji, kimya ve silah fabrikalarındaki işçiler için bu dönüşüm sonrası iş garantisi, yeni işlere uygun eğitim, hak ve ücret kayıplarının önlenmesini savunuyorlar. Burada kapitalizmin aşılmadığı koşullarda emek hareketi ile çevre hareketi arasında oluşan nesnel gerilim hemen göze çarpıyor. Antikapitalist bir çizgide konumlanmayan çevre hareketi işçilerin istihdam koşullarından bağımsız çevreci politikaların gerçekleştirilmesini savunurken işçilerin talepleri onlara yeşillenmenin önün tıkayan “çevre düşmanlığı” gibi yansıyor. Elbette sermayenin emeğin sömürüsünden bağımsız olmayan doğa talanı bu temelsiz gerilimin aşılması için o zaman da bir zemin sunuyordu. İşçilerin yaşam alanlarının bozulması, kirlilik gibi nedenlerle sağlıklarını kaybetmeleri, temiz gıda ve suya erişimin zorlaşması tam da ortak yürünecek bu zemini oluşturuyordu. Dahası sömürge ülkelerden sızdırılan artı değerden emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfına pay kalması gibi Polen Dergi’de işlediğimiz “eşitsiz ekolojik değişim” ile de yine sömürge ülkelerdeki işçiler ekolojik sorunlarla daha çok boğuşuyordu. Enternasyonalist bakış açısının eksikliği ile de tarih bu şekilde ilerlemedi. Devrimci dalganın durulması, çevre hareketinin sisteme içerilmesi ve neoliberal saldırı altında “gelişmiş” ülkelerdeki sendikaların sınıf mücadelesindeki rolünün nesnel olarak geriye düşmesiyle adil dönüşüm talebi de bu dönemde bir kenarda kalıyor.
92’de BM Rio İklim Zirvesi ile iklim krizinin ciddiyetinin resmen kabulü çevre hareketinde de yeni bir hareketlenmeye yol açınca emek hareketinin geri çekildiği ve dünya komünist hareketinin Sovyetlerin çöküşüyle ideolojik olarak tarihsel bir yenilgi aldığı koşularda “adil dönüşüm” bu kez öncelikle çevre hareketinin öne çıkardığı bir talep oldu. Kavram liberal çevre örgütleri ve ekonomist sendikalar tarafından halen ulusal ölçekte ele alınsa da meseleye daha soldan yaklaşanlar için “iklim adaleti”nin başat bir kriteri olarak iklim krizine karşı alınan önlemlerden dünyanın her yerindeki işçi sınıfı ve ezilenlerin (ezilen uluslar, yerli halklar, kadınlar, lgbti+’lar, engelliler, vb.) ekonomik ve toplumsal herhangi bir açıdan zarar görmemesi halini aldı. 70’lerdeki işçilerin kirli sektörlerden temiz sektörlere geçiş ana talebine plastiklerin yasaklanması, ekolojik restorasyon planları oluşturulması gibi doğrudan ekolojik çöküşe bağlı taleplerin yanı sıra mesai saatlerinin düşürülmesi ve kimi yerlerde de temel yurttaşlık geliri gibi talepler eklendi. Elbette “iklim adaleti” mücadelesinin yeterli politik etki yaratamadığı bir ortamda iklim krizi bağlamında sera gazı emisyonlarının düşürülmesi her şeyin üstünde bir amaç gibi görüldükçe adil dönüşümün odağı fosil yakıtlı enerji santrallerinin yerini yenilenebilir enerjinin geçmesine kaydı. Hatta bütün dönüşüm planını sadece enerji geçişi ile sınırlama eğilimi devletlerin açıkladığı programlarda baskın hale geldi.
Dönüşümü ya da geçişi bu şekilde sektörel bazda almak işçi sınıfını bir bütün olarak hareket etmekten men eden sinsi bir taktik olarak zaten çok açık bir şekilde sermayenin yeşil STK’leri tarafından öne çıkarılıyor. Böyle bir yaklaşım hem istenen sera gazı azaltımını sağlamaz hem de bir sektördeki “adil” dönüşüm diğer pek çok sektörde daha büyük adaletsizliklere yol açar. Örneğin ulaştırma, tarım, enerji gibi sektörler iç içe geçmiştir, hepsinde bir dönüşüm olmadan bir adillikten zaten söz edilemez. Oysa enerji üretimindeki dönüşüm bu kadar öne çıkarılırken tarım, ulaştırma, enerji verimliliği gibi bağlı sektörlerin aynı düzeyde tartışılmaması bu diğer alanlardaki kârlılığın üretimdeki kadar yüksek olmamasıyla ilgili. Dönüşüm ihtiyacını belirleyen şey sermayeler arası rekabet ve kârlılık olduğundan ne bütünlüklü yaklaşım geliştirilebilir ne de işçilerin talepleri, toplumsal ihtiyaçlar ve doğaya uyum STK’lerin o parlak raporlarında “nasıl” sorusuyla birlikte tartışılır.
İnternette basit bir aramayla enerjide “başarılı” kabul edilen adil dönüşüm örneklerini görebilirsiniz. Uruguay, Kanada, Norveç, Almanya ve hatta Çin başarılı dönüşüm ülkeleri olarak ifade ediliyor. Çin hâlâ en çok kömür ithalatı yapan ve tüketen ülke olsa da devlet kontrolünde çok yüksek yenilenebilir enerji yatırımı da yapıyor ve işçilere istihdam sağlıyor. Kanada ve Norveç emperyalist konumları gereği “sosyal devlet” geleneklerine yaslanarak örneğin ülke varlık fonlarını yenilenebilir enerji fonlamasına ayırıyorlar. Uruguay, Kosta Rika gibi ülkelerde ise enerji özelleştirme dalgasından sıyrılmayı başarmış ve hâlâ devlet tekelinde olduğundan üretim, iletim ve dağıtıma görece hakim devlet şirketleri bu dönüşüme giriştiğinde hızlı sonuç alabilmiş. Yine, İspanya’daki gibi güneş enerjisi üretim kooperatifleri de başarılı örneklerden sayılıyor. Diğer taraftan Şili’de toplu taşıma zammı ve Fransa’da benzin zammı (Sarı Yelekliler) sonrası çıkan ayaklanmalar meselenin politik gündemde tuttuğu yerin kritikliğini gösteren başka açıdan başarılı(!) örnekler. Ne iklim krizine ulusal düzeyde de olsa gereken düzeyde önlem alan ne de işçi sınıfının genelindeki sömürüyü azaltan bu örnekler sektörel olması, enternasyonal olmaması ve toplumdaki farklı ezilen kesimlere kör olmasıyla başarısını şirketlerin enerji geçişini en az hasarla atlatmasına borçlu!
Türkiye’de ise enerjide dönüşüm faşist Saray iktidarının pek çok kez revizyona uğrayan 2023 hedeflerinde belirtilmişti. En büyük iki karbon emisyonu kaynağı olan elektrik üretimi ve sanayi üretimi alanları bu dönüşüm programının merkezinde duruyor. 2023 yenilenebilir enerji hedefleri tutturulursa akademisyen Coşkun Karaca ve ekibinin çalışmasına göre 734 bin yeni istihdam sağlanacak. Tabi burada bir geçişten söz etmek zor, çünkü enerji planının içinde kömür ve doğal gaz da artıyor, hatta 2023’te Akkuyu’nun ilk reaktörünün faaliyete geçmesi de var. Yani, daha çok enerji sektörünün sermayeye servet aktarımının bir aracı kılınması ile istihdamda kendiliğinden bir yükselişi söz konusu. Hayli iddialı olan 734 bin sayısı Türkiye’nin güncel işsizlik sayısına bakınca (yani 15 yaş üstü 62 milyon nüfusun sadece 25 milyonu çalışıyor) işsizlik ve ekonomik krizle ilgili çok önemli bir etki yapmıyor. Türkiye’de şu an sadece elektrik iletimi devlet tekelinde. Üretim ve dağıtım aşamaları ise parça parça özelleştirildi. Devletin üretimdeki payı %20’ye kadar geriledi, dağıtım ise tamamen özel şirketlerin elinde. Türkiye’nin yenilenebilir enerjiye geçişi, yani “yerli kaynakları” artırmasının kendisi esasında doğa tahribatını tetikliyor. Bu nedenle yukarıda değindiğimiz üzere enerji sektöründe “adil dönüşümü” sadece karbonsuzlaştırma ile sınırlamak tehlikeli. J/R/G- ES’lerin arazi istimlakı, plansız lisanslama, ormansızlaştırma gibi doğa tahribatlarını biliyoruz. 5’li çete denilen şirketlerin yanı sıra TÜSİAD’ın büyük tekellerinin de olduğu enerji üretim ve dağıtım alanında işçilerin hak ve ücretlerinde herhangi bir iyileşmenin olmadığı, aksine alabildiğine esnek ve ağır koşullarda çalıştırıldıkları da ortada. Öte yandan örneğin enerjinin çoğunun Kürdistan ve Karadeniz’de üretilmesine rağmen bu bölgelerin aynı zamanda işsizliğin en yüksek olduğu bölgeler olması ekoloji örgütlerinin toplumsal sorunlara bütünlüklü bakmadan iklim krizine çözüm bulamayacağını gösteren bir diğer veri. Yani işçilerin iş bulabilmelerinin yeterli görüldüğü haliyle bile “adil dönüşüm” için karar süreçlerine yerelin demokratik katılımı olmadan ortaya konulan ilkelerin savunulması mümkün değil. Faşist rejimin yerel yönetimlerin yetkilerini tırpanladığı, halkın siyasete katılımını men ettiği, şirketlerin devletin sopasını istediği gibi kullandığı bu ortamda tartışma elbette anlamsızlaşıyor.
Türkiye’den DİSK’in de üyesi olduğu Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) özellikle 2015 Paris İklim Anlaşması’nda devletlerin verdiği karbon azaltım taahhütlerinin işçiler için adil bir geçişi öngörmesi gerektiğini savunarak bir “Yeni Toplumsal Düzen” metni hazırladı. ITUC’un bu metninde de özellikle Küresel Kuzey-Güney çelişkisi, yerli halkların yaşam hakları, çevresel ırkçılık gibi konular ulusal dönüşüm programlarıyla birlikte ana konular olarak yer aldı. Yine, İlerici Enternasyonal’in küresel Yeşil Yeni Anlaşma programı da “enternasyonal bir adil dönüşüm”ü öngörüyor. Yani hem karbon azaltımı için yenilenebilir enerjiye geçerken gereken ham maddelerin elde edileceği ülkelerdeki yerel halkın hakları ve ekosistem tahribatı hem de emperyalist ülkelerin tarihsel sorumlulukları gereği üstlenilmesi ve sömürülen ülkelere kaynak aktarılması talebini programlaştırıyor. Keza, AB’nin geçen yıl açıkladığı Yeşil Düzen planındaki “adil dönüşüm fonu” da fosil gazını fonlamayı sürdürürken fonun üçte ikisinin ayrıldığı 7 ülkeden hiçbiri 2030’a kadar kömürden çıkmayı vadetmiyor. Yani, enerji geçişi yapabilenler, bu fona ihtiyacı olmayan, parası yeten Batı Avrupa ülkeleri. AB’nin Yeşil Düzeni’nin emperyalist rekabette mâli sermaye gücünü korumak ve fırsatı değerlendirmek üzere getirdiği sınırda karbon vergisi, özellikle Çin ve Türkiye gibi ülkelerde ihracatçıların üretimi karbonsuzlaştırması tedirginliğini yaratıyor. Sanayiciler 2023’e gelindiğinde biz vergimizi ödedik, ürünlerimizin karbon ayak izi düşüktür diyebilmek için şimdiden YEKDEM payı alarak yaptıkları yatırımların karbon sertifikası sayılmasına yönelik yasa değişikliği istiyor. Yenilenebilire geçişte itici güç çevreci bir politik irade değil, ticari kaygılar.
Bugünkü ekoloji ve emek hareketinin bir devrim programı etrafında değil de “adil dönüşüm”, “iklim adaleti”, “adil uyum/adaptasyon”, “enerji demokrasisi” gibi kavramların ve kısmi taleplerin etrafında birikmesi devrimci yapıları da bu alanlarla daha organik bir ilişki kurmak zorunda bırakıyor, ki bu ekolojik krizin ciddiyeti ve aciliyeti açısından geç de olsa ileriye doğru bir adım. Devrim programlarının, yani sosyalist bir devrimin ilk adımlarını içeren metinlerin bu konuları içermemesi ise şu an için ciddi bir eksiklik olarak duruyor. Polen Ekoloji, olarak marksist bir ekoloji örgütü olma iddiamız aynı zamanda devrimci yapılar için bu dili ve programatik görüşleri oluşturmayı da kapsıyor. İşçi sınıfı ve ezilenlerin güncel taleplerini programlaştırmak, bunun bugünden politikasını yapmak, güncel reform mücadelelerini antikapitalist içeriğe kavuşturmak, bu reform mücadelelerini devrimci mücadeleye tabi kılmak. Adil dönüşüm/geçiş tartışmalarını geçiştirmeden ekoloji ve emek hareketin özgün talepleriyle ilişkilenerek işçi sınıfı ve ezilenleri sermayenin yeşil programlarından koparmak önümüzdeki temel görev olarak duruyor.
Kaynaklar:
John Bellamy Foster, Ekososyalizm ve Adil Dönüşüm, https://www.birgun.net/haber/eko-sosyalizm-ve-adil-donusum-260262
CAN Europe, İklim Dostu Bir Ekonomiye Adil Dönüşüm Nasıl Gerçekleşebilir?, http://www.caneurope.org/docman/turkey/3574 -iklim-dostu-bir-ekonomiye-adil-doenuesuem-nasil-gerceklesebilir/file
Dr. Coşkun Karaca ve ark. (2016), Türkiye’nin 2023 Yılı Yenilenebilir Enerji Yatırım Hedeflerinin İşsizliğe Etkisi, https://www.researchgate.net/publication/312191743_TURKIYE’NIN_2023_YILI_YENILENEBILIR_ENERJI_YATIRIM_HEDEFLERININ_ISSIZLIGE_ETKISI/ Ekoloji Kolektifi Derneği,
İklim Adaleti Mücadelesi için 10 Durak, http://panel.stgm.org.tr/vera/app/var/files/i/k/ iklim_adaleti_mucadelesi_icin_10_durak.pdf
Aykut Çoban, Adil Geçiş: Emek ve Ekoloji Mücadeleleri İçin Mayın Tarlası, https://www.polenekoloji.org/adil-gecis-emek-ve-ekoloji-mucadeleleri-icin-mayin-tarlasi/