Amerikan başkanlık seçimleri, başkanlık sisteminin kendisi gibi, çoğunlukla tek adam (nadir de olsa tek kadın) ve onun karizması etrafında şekillen bir süreç. Bunu artık, maalesef biz de biliyor, tecrübe ediyoruz. Başkan adayları kendi adlarına yarışıyor, tek başlarını ülkeyi dolaşıyor, kişisel hayat hikayelerini ve siyasi çizgilerini anlatarak seçmenden oy istiyorlar. Siyasi çizgi kadar karakterlerin de yarıştırıldığı bu seçimler bir reality şov havasında geçiyor; bu şovun içinde toplumsal hareketler yarışan adayların arkasında genellikle görünmez kalıyor.
Genellikle diyorum keza bu durumun istisnaları da mevcut, toplumsal hareketlerin Amerikan seçimlerine doğrudan etkisinin olduğu dönemler de olmuyor değil. Şubat ayında başlayan ve Trump’a karşı yarışacak Demokrat Parti adayını belirleyecek olan başkanlık ön seçimleri de bu istisnalardan biri. Kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan Vermont Senatörü Bernie Sanders’ın aday adaylığı toplumsal muhalefetin ve kitlesel hareketlerin siyasi tartışmaları şekillendirme imkanının arttığı nadir anlardan birine denk geliyor ve bu bağlamıyla bizleri de ilgilendiriyor. Ama dilerseniz Sanders’ın adaylığı arkasında hangi toplumsal hareketler var sorusuna geçmeden önce, bugünlerde sıkça konuşulan ön seçim sistemine bir göz atarak ve başkan adaylarının halkın katılımıyla şekillenmesine imkân veren toplumsal hareketlerden başlayalım.
Ön Seçiminin Halka Açılması
Aslında ABD’de başkan adayları parti delegelerince seçiliyor, eyalet nüfusları ile doğru orantılı dağılmış 4051 delege Temmuz ayında parti kongresinde bir araya gelip oylama yapacak. Peki, ama delegeler neye göre oy veriyor? İşte süreci farklılaştıran nokta burası. Delegeler oylarının rengini kendi eyaletinde önceden yapılan önseçimlere sadık kalarak belirliyor. Dolayısıyla sistem halk katılımına oldukça açık. Önseçimlerde oy vermek için partili olmak şartı aranmıyor.
Ancak Amerikan ön seçimleri hep böyle açık değildi, aksine başkan adayları yakın bir tarihe kadar kapalı kapılar arkasında parti kodamanlarınca belirlenirdi, ta ki sokak eylemleri ve eylemcileri bastırmaya çalışan kolluk şiddeti ile sarsılan 1968 Demokrat Parti Kongresine kadar. O yıl, savaş karşıtı hareket partinin bir sonraki başkan adayının Vietnam’dan çekilmeyi vadeden bir siyasetçi olması için çok çaba harcamış ve toplumsal muhalefeti Eugene McCarthy etrafında birleştirmeyi başarmıştı. Parti elitlerin tercihlerini baskılar nedeniyle yeniden aday olmayacağını açıklayan Lyndon Johnson’ın yardımcısı Hubert Humphrey’den yana kullanacağı anlaşılınca savaş karşıtları Kongre’nin yapıldığı Chicago’yu eylem alanına çevirir. Şiddetle bastırılan eylemcilere inat, parti Humphrey’i başkan adayı tayin eder, o da 4 ay sonra Cumhuriyetçi Richard Nixon’a 20 puan farkla yenilir, 68 rüzgârını ıskalayan Demokratlar bir sağcıyı iktidar yapar.
Seçim sonrası özeleştirinin odağında önseçim sistemi vardır, McCharthy liderliğinde bir komisyon toplanır ve toplumsal muhalefetin talepleri doğrultusunda ön seçimler halka açılır. Bugünkü halinde, başkan adayı olmak için 4051 delegenin %50’sinin oyunu almak gerekiyor. Eğer hiçbir aday adayı çoğunluğu sağlayamamışsa o zaman parti kongrede bu kez parti ileri gelenlerinin de oy hakkının olduğu ikinci tur bir seçim yapılıyor ve o zaman parti elitlerinin sisteme katkı sunması mümkün oluyor. Bu yıl devam eden ön seçimin pazarlıklı kongre denilen bu yöntem ile belirlenmesi ihtimali güçlü. (Daha fazla detay için Duvar’da çıkan İmparatorluğun Seçimlerini Merak Etmek yazıma bakabilirsiniz)
Sanders’ı Destekleyen Toplumsal Muhalefet
2020 ön seçime odaklanacak olursak, en fazla heyecan yaratan adayların başında, dört yıl önce Hillary Clinton’a karşı yarışan Bernie Sanders’ı görüyoruz. Sanders her seçim bölgesinde en fazla oyu alamasa da hem vaatleri hem de kendisi seçmen nezdinde çok popüler. Demokratik sosyalizm kavramı ve siyasi devrim gerçekleştirme sözünü bizim dünyamızda nereye oturduğu tartışmasını bir kenara, Sanders’ın kampanyasını merak etmemize sebep şeylerin en başında desteğini aldığı ve sözünü yükselttiği toplumsal gruplar geliyor. Sanders da sık sık kampanyasının sadece basit bir kampanya olmadığının, bir hareket olduğunun altını özenle çiziyor, yapmak istediği değişiklikleri, Kongre aritmetiği müsaade etmese de arkasına aldığı bu hareketin gücüyle yapabileceğini, siyasette esas gücün hareketlerden geldiğini savunuyor. Tam da bu sayede, kampanyasını başka hiçbir adaya nasip olmayacak şekilde kitlesel fonluyor ve milyoner bağışçılardan para almayı reddedebiliyor. Siyasetten kirli paranın ve çıkar gruplarının izini silmeye söz veren bu yaklaşımı hem çok tutuluyor hem de daha seçilmeden uygulamaya koyduğu bir vaat imkânı açıyor.
Sanders’ı destekleyen grupların bir tanesi de kısa sürede Birleşik Devlet’de iklim krizi mücadelesinin önemli bir aktörü olmayı başarmış Sunrise Hareketi. 2017 yılında kurulan, gençlik ve iklim adaleti gündemini Amerikan Kongresi’ne taşımayı hedef edinen hareket kapsamlı bir Yeşil Yeni Düzen tasarısının da sahibi. 2018 yılında Kongre’ye taşıdıkları bu tasarı Sanders ve bir grup sol temsilci tarafından sahiplenilse de Demokrat Parti’nin çoğunluğu tarafından fazla radikal bulunmuş, buna karşılık olarak grup Kongre koridorlarında oturma eylemi yapmıştı. Sunrise Hareketi bu yılın başında örgüt içi tartışma ve oylamanın ardından, ön seçimlerde kendi gündemlerini ve iklim adaleti sorununu en çok dile getiren aday olarak gördükleri Bernie Sanders’ı desteklemeye karar verdi ve aktif bir biçimde kampanyasına katıldı. Sunrise Hareketi Sanders’ın kampanyasını ve adaylığını destekleyen tek çevre ve iklim odaklı örgüt değil. The Climate Mobilization, 350, Friends of the Earth ve İklim için Okul Grevi gibi gruplar da açıktan Sanders’a desteklerini açıkladılar.
Çevre hareketi dışında Sanders’ın kampanyasıyla ile heyecanlanan bir başka grup da sendikalar. Sanders dört yıl önceki ön seçimde Clinton’a kaptırdığı sendikaların bazısının da desteğini almışa benziyor. Sanders başkan olursa Kongreye sunduğu “İşyeri Demokrasisi Yasa Tasarısı”nı gerçekleştirmeyi ve sendikalaşma oranını dört yıl içinde iki katına çıkartmayı planlıyor. Onu destekleyen sendikalar arasında en fazla göze çarpanı sağlık sektörü çalışanları ve hemşireler sendikası. Sanders’ın vaatlerinin başında “herkese katkı paysız sağlık sigortası”nın geliyor oluşu bu destekleri daha da anlamlı kılıyor.
Öte yandan Sanders’ın kampanyası geleneksel olarak ana akım siyasetin dışında kalmış kimi demografik gruplarla da konuşmayı başarabiliyor. Sanders’ın desteği dört yıl önce demografik olarak biraz daha dar bir alana sıkışmış bir tabanı vardı. Gençler ve mavi yakalı beyazlar ve dar gelirliler arasında her daim çok popüler olan Sanders, bu yıl bu gruba ABD’de sayıları ve siyasi ağırlıkları her geçen yıl artan bir grup olan Latin Amerika göçmenlerini de dahil etmeyi başardı. Sanders, aslında muhafazakar özellikleri bilinen bu grubu sosyo-ekonomik adalet çizgisindeki kampanyası sonucu kendi safına katmayı başardığını görüyoruz.
Sanders ve Sol Siyaset
Son olarak da Sanders’ın kampanyasının demokrat parti ile olan ilişki ve bunun sol/sosyalist siyaset bakımından anlamı hakkında konuşalım. Belirtmek gerekir ki Bernie Sanders aslında Demokrat Parti üyesi değil, bağımsız olarak seçimlere giriyor, ancak Kongre’de demokrat parti ile birlikte hareket ediyor. Bu yarı bağımsız hali Sanders’a kimi problemler kadar önemli bir manevra alanı da yaratıyor. Bu elbette Demokratların günahlarına ortak olmadan bir arada kalabilmeyi gerektiren ince bir çizgi. Ancak bu ince çizginin zaman zaman diğer sosyalist parti ve oluşumlar için bir siyaset haline geldiğini görüyoruz. Örneğin, son beş yılda üye sayısı ona katlayan, yaşlı şefler kahvesinden bir kitle örgütüne evrilen Amerika Demokratik Sosyalistleri (Democratic Socialists of America, DSA) yerel ve ulusal seçimlerde kendi adaylarını demokrat parti içinden siyasete dahil etme politikasını başarıyla sürdürüyor. Bu girişlerin en başarılarından biri New York 14. Bölge’yi (Bronx ve Queens) temsil eden, DSA üyesi, 1989 doğumlu Alexandria Ocasio-Cortez’in önce kıdemli bir demokratı ön seçimde koltuğundan edip artından rekor bir oyla Temsilciler Meclisi’ne seçilmesi oldu. Sosyalistlerin kendi özerkliklerine büsbütün halel getirmeden Demokrat Parti’ye sızmalarına olanak sağlayan (kimilerinin lağımcılık olarak değerlendirip eleştirdiği) imkân her şeyden önce dışarıya açık olan önseçim sistemi. Bu sistem ABD’ye özgü denilebilir, lakin farklı versiyonları farklı coğrafyalarda da denenebilir mi sorusu baki. (Emek ve Adalet Platformu sitesinde DSA üzerine yayınlanan iki nitelikli Türkçe içeriği şiddetle tavsiye ederim; buradan ve buradan)
Bu yeni sol/sosyalist siyaset rüzgârının önemli (ve TR soluna ilham vermesi gereken) bir özelliği de içerici ve ulaşılabilir olması. “Sosyalist olmak kolay mı, sen ne bedel ödedin?” demek yerine, bu siyaset Amerikan halkına, “siz zaten sosyalizmi biliyor ve seviyorsunuz” demeyi tercih ediyor. Sosyalizmi ve sol politikaları gündelikleştirmek ve hayatın vazgeçilmez parçaları olduğunu hatırlatmak bu içerici ve erişilebilir siyasetin bir karakteri. Bu bağlamda misal postane, halk kütüphanesi ve demiryolu gibi mekânların müşterekler olarak sahiplenildiğini görüyoruz. Bu tarz siyasetin Amerikalıların, özellikle de genç Amerikalıların, sosyalizm korkusunu kırdığı, onları kavrama daha yakınlaştırdığı, sosyalizan hareketleri daha görünür kıldığı muhakkak. Anketler demokrat parti seçmeninin sosyalizme karşı kapitalizme nazaran daha olumlu duygular beslediği bir dönemden geçtiğini gösteriyor. Ancak tüm bu gelişmeler Sanders’ı Demokrat Parti’nin adayı yapmaya yetecek mi, yapsa da siyasetini somut politikalara tercüme edebilecek mi? Bunu önümüzdeki gün ve aylarda göreceğiz.
Sinan Erensü
Mercator – IPM araştırmacısı,
Mekanda Adalet Derneği