Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrenci gençlik hareketinin önemli bir geleneği olan “Emek Haftası”nın 11.’si bu yıl, üniversitedeki hukuksuz kayyum düzenine karşı başlayıp genişleyen ve tüm toplumsal mücadele dinamikleriyle birleşip büyüyerek bir antifaşist mücadele dinamiğine dönüşen Boğaziçi Direnişi bileşenlerinin inisiyatifiyle düzenleniyor. 3 gün sürecek etkinlik ve tartışmalarda farklı sektörlerden direnişçi işçi ve emekçiler, Boğaziçi öğrencileriyle buluşurken direnişin başından bu yana sürdürülen internet yayınıyla da herkesin erişimine sunuluyor.
Etkinliklerin ilk gününün 2. oturumu “İkizdere Direnişi Üzerinden Doğa ve Emek Mücadelesi Ortaklığı, Olanaklar ve Sınırlar” başlığıyla Polen Ekoloji’den Cemil Aksu ve barış akademisyenlerinden Prof. Dr. Aykut Çoban’ın katılımıyla düzenlendi. Bu tartışmanın video kaydı Boğaziçi Direnişi youtube sayfasından izlenebilir. Ancak daha sonraki tartışmalarımızı beslemesi adına oturumu izlerken aldığım notları sizlerle paylaşıyorum.
İlk sözü alan Cemil Aksu’nun söze girdiği noktada ilk başta Türkiye’de verilen ekolojik direnişlerin “livelihood environmentalism” kategorisinde olduğunu anlamakta fayda var. Yani İkizdere’ye baktığımızda örneğin orada köylülerin geçimlik ihtiyaçlarını karşıladıkları, ellerinde kalmış ufak alanlar için verdikleri bir mücadele ile karşı karşıya kalıyoruz. Yani aslında emekçi köylülüğün belki de son ayakta kalma gayreti ile. Karadeniz’de son yıllarda daha da fazla artış gösteren su sıkıntısı ve buna karşı yerel ölçekte verilen tepkiler de yine bu kategoride düşünülebilir. Çünkü, halihazırda zengin yer altı su kaynakları bulunmayan Karadeniz bölgesinde, kurulan madenlerin mevcut yer üstü su kaynaklarını da ciddi oranda tükettiği ve insanları evsel ve tarımsal su kullanımları konusunda çok büyük sıkıntılara soktuğu yine bilinen bir gerçek.
Bununla birlikte İkizdere özelinde Cemil Aksu’nun işaret ettiği noktalardan biri de İyidere’ye yapılması planlanan liman projesi idi. İkizdere’ye yapılması düşünülen taş ocağı zaten bu limanın bazalt ihtiyacını karşılamak üzere kurulmak isteniyor. Bu bilgi ışığında da aslında odak noktası haline getirmemiz gereken, asıl bu liman projesi olması gerekir. Aksi takdirde bugün maden ocağı yapımını İkizdere’de önlesek bile, başka bir yerde bu madenin açılıp liman yapımı için kullanılması bizim için bir kazanım olmayacaktır en nihayetinde.
İkinci olarak da yaşanılan emek ve ekoloji yıkımlarının mevcut sermaye birikim modelinin bir yansıması olarak görülmesi gerekmektedir. Türkiye’de iktidar birikim modelini inşaat ve enerji gibi karbon-yoğun ve tahribat-yoğun sektörler üzerine kurmuştur. Bu temelden bir bakış, yorumlayış ve okuma gerçekleştirmenin en büyük kazanımı yaşanılan ekolojik tahribatların ve buna yönelik verilen mücadelelerin ortak bağlarını anlamak olacaktır.
Bu da Aykut Çoban’ın ifadesiyle “genel sorunun genel siyasal bağlantılarını ortaya koymak” yönündeki çabalarımıza katkı sunacaktır. Çünkü bu genel ve bütünsel kavrayış sağlanmadığı sürece, tahribatların ortak kökeni işaret edilip bunun üzerinden eylem ve söylem inşa edilmediğinde tekil ve öznel olaylara sıkışıp kalma durumu söz konusu ekoloji mücadelesinde. Ya da örneğin hedefe siyasal iktidarın politikalarını koymak yerine popülist şekilde yalnızca şu ya da bu şirkete karşı çıkmakla “Cengiz defol” sloganına hapsolup kalınırken devletin bu süreçteki ortaklığı gözden kaçabilir ya da daha kötüsü yerli-yabancı şirket ayrımı yapılarak milliyetçi söylemlerle tahribatı yaratan yerli şirket olduğunda “milli zenginlik” söyleminin mücadeleyi güçten düşürmesinin yolu açılabilir.
Aykut Çoban’ın meta üretiminin geriletilmesi gerektiği üzerine söyledikleri benim yorumumla Harvey’in mekansal-zamansal onarımlar (spatio-temporal fixes) kavramını terse işletme adına örgütlenme meselesi olarak okunabilir. Bu geriletmenin de sadece ekoloji değil sağlık, eğitim vs. tüm alanlarda sağlanması için gerekli toplumsal ağların kurulmasının gerekliliğini ifade etti kendisi.
Ek olarak Aykut Çoban, emek ve ekoloji mücadelelerinin esasen iki temel yerden birbiriyle çok bağlantılı olduğuna işaret etti. Birincisi, sınıfların birbirlerine karşı konumlarına bakarak emek-ekoloji ortaklığının inşa edilebileceğinden söz etti. Sonuç olarak kapitalizm, varlığı sermaye birikimine bağlı bir sistem olup bu birikimin kaynağı olarak da emek sömürüsü ve doğa talanını yürütür. Yani aslında, yine kendi yorumumla doğayla aynı sınıfta yer alıyoruz diyebiliriz. Emek-ekoloji arasındaki ikinci ortaklık da kapitalist sömürüye maruz kalanların ortaklığı şeklinde kurulabilir. Sonuç olarak bir yatırımın ve/ya projenin zararları toplumda eşit şekilde paylaşılmaz. Bu zararı her zaman ezilenler yüklenmek durumunda kalırlar. Bu sebeple de meta üretimini geriletecek bir siyasal talepler manzumesi gerekliliği bugün geçmişte belki de hiç olmadığı kadar büyük önem taşımaktadır. Emek örgütlerinin, kurumsal ya da bağımsız sendikaların ekoloji mücadelesini sahiplenmesi yalnızca ekolojik tahribat alanlarına doğrudan giderek dayanışma göstermeleri düzeyiyle yetinemez. Hem kendi iş yerlerinde eylemin konusu yapmak hem de sendikal taleplerinde, toplu sözleşme ve işçi hakları mücadelelerinde ekolojik direnişlerinin taleplerini içermeli ve ilkesel bir tutum haline getirmeliler. Biraz önce bahsedilen metasızlaştırma ağlarının kurulmasında da emeğin yeniden üretimi alanında yine tüm bu emek örgütlenmeleri diğer toplumsal mücadele güçleriyle ortaklıklar kurarak esasında ekoloji mücadelesinin organik bir bileşeni haline gelirler.
Panelistlerin konuşmaları ve soru-cevap kısmının ardından sona eren bu oturumla birlikte İkizdere direnişi üzerinden ekoloji mücadelesini Emek Haftası’nın konusu yapmak tüm bu eksikliklere dikkat çekmek ve mücadeledeki özneleri bir araya getirmek açısından Boğaziçi Direnişi’nin durduğu yerden rolünü oynaması adına yerinde bir katkı oldu.