COP-26 Neden Ertelendi?

0
1529

İklim krizi, sınır ve gelişmişlik düzeyi gözetmeksizin dünyanın tamamını etkileyen gerçekten küresel bir sınamaya dönüştü. 2020 yılı sonrasındaki iklim rejiminin çerçevesini oluşturarak karbon emisyonu azaltım hedeflerinde devletler arasında kağıt üzerinde de olsa bir tür konsensüs sağlayan Paris Anlaşması, 2015 yılında Paris’te düzenlenen 21. Taraflar Konferansı’nda (COP-21) kabul edilmiş ve küresel sera gazı emisyonlarının %55’ini oluşturan en az 55 tarafın onaylamasıyla 4 Kasım 2016 itibariyle yürürlüğe girmişti.

Paris Anlaşması Tıkanıklığı

Paris Anlaşması’nın en belirgin özelliği tüm ülkelerin “ortak fakat farklılaştırılmış ve göreceli kabiliyetlerine göre sorumluluklar” üstlenmesi anlayışına dayanmasıydı; ancak bazı ülkeler anlaşmaya taraf olmazken, olan ülkeler de taahhütlerini belirlenen zaman dilimi içerisinde gerçekleştirmedi. Karbon salımının büyük bir kısmından sorumlu ülkelerin neredeyse hiçbiri emisyon azaltım hedeflerini yükseltmek için açıklama yapmadı ve 2020 öncesinde böyle bir niyetin açık bir işaretini vermedi.

Korona salgını günlerinde yapılan AB ve BM zirvelerinde yine devletlerin bağlayıcılığı bulunmayan ve somut bir plana dayanmayan sözleri de bu gerçeği değiştirmedi. AB’nin Yeşil Düzen adını verdiği 2030’a kadar olan iklim eylem planında doğal gaz yatırımlarına fon ayrılmaya devam ederken “net sıfır” karbon emisyonu için 2050 yılı işaret edildi. Karbonsuzlaşma için 2050 yılı hedefi artık bilim insanları tarafından “iklim inkârcılığı” olarak kabul ediliyor. Yani, daha hızlı hareket edilmezse iklim krizinin öngörülebilir ve önlenebilir düzeyi 2050’den önce aşılmış olacak. Soğuk Savaş dönemini andırır bir havada ülkelerin birbirini bolca tehdit ettiği BM toplantısında ise Çin’in 2060 yılına kadar “net sıfır” karbon emisyonu hedefine ulaşacağını açıklaması, daha önce Çin’in bu yönde hiçbir sinyal vermemesi nedeniyle yeniden bir heyecan yarattı. Çin’in küresel iklim eylemine, küresel dönüşüme öncülük edebileceği umutları dillendirildi. Yine BM Biyoçeşitlilik Konferansı’nda biyoçeşitlilik kaybını 2030’a kadar geri çevirme sözü tüm dünya “liderleri” tarafından verildi; ancak bu “sözler” tutulmadığında ne olacağı yine boşlukta bırakıldı.

Paris Anlaşması iklim eylemi açısından kaygan ve muğlak bir zemin sunsa da kurumsal söylem halen bu anlaşmaya dayanıyor. Buna göre iklim krizinin olumsuz etkilerine maruz kalan ülkelerin uyum ve direnç kabiliyetlerinin artırılması ile sera gazı emisyon azaltım kapasitelerinin yükseltilmesi amacıyla, gelişmiş ülkelerin ihtiyaç duyulan desteği sağlamaları öngörüldü. Bu yüzden salgın sürecinde de gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere mali yardım taahhütlerini yerine getirmeleri konusu gündemdeki yerini korudu.

Diğer yandan iklim eylemsizliği açısından “örnek” ülkeler olan Suudi Arabistan, Brezilya ve Avustralya, karbon piyasalarıyla ilgili kurallara hukuki olmayan hükümler getirmek istedi.i Yoğun tartışmalara ve müzakerelere rağmen, Paris Anlaşması kullanım kılavuzunun kalan kısmının kabulü ertelendi. ABD Biyolojik Çeşitlilik Merkezi Başkanı Jean Su, ABD’nin iklim krizine en çok neden olan ülkelerden olduğunu vurgulayarak ABD’li demokrat siyasetçilerin bile bu konuda ellerini taşın altına yeterince koymadıklarını söyledi. Uzmanlar küresel ısınmaya karşı daha fazlasını, daha hızlı yapmamız gerektiğini vurgularken ülkeler, Paris Anlaşması’na sadece “sözde” taraf olmanın ötesine geçmeyi başaramadı.ii

Tıkanıklığın Bedelini Kim Ödeyecek?

İklim politikalarının finansmanı, yoksul ülkelerin bir diğer endişesi halini aldı. Dünya Bankası 2021-2025 dönemi için 200 milyar dolar taahhüt etmişti ancak özellikle vadedilen fonlardaki artışın Kuzey ülkeleri arasında 2025’ten itibaren nasıl organize edileceği belirsiz.iii Öncelikle Paris Anlaşması’nın da uzun dönemli hedeflerinden olan fosil yakıt (petrol, kömür, doğal gaz) kullanımının “tedricen” azaltılması ve yenilenebilir enerjiye yönelinmesi hedefi, herhangi bir yaptırımının da olmamasıyla birlikte yeterli başarı sağlayamadı.

BM Genel Sekreteri António Guterres’e göre fosil yakıtlar için verilen sübvansiyonlar kaldırılmalı ve kömür ile çalışan yeni enerji santralleri 2020 itibarıyla inşa edilmemeli. Tüm bu iyi niyetli söylemlere rağmen Avrupa Parlamentosu bir fosil yakıt olan doğal gaza fon desteğinin sürdürülmesi gibi kararlara karşı herkesin, yani tüm kurumsal tarafların, eli kolu bağlı görünüyor. Yine, birçok ülke yenilenebilir enerjiye geçişte toplumsal kontrol ve yerel kullanıma dayalı adil geçiş politikaları izlemedi. Ülke fark etmeksizin çoğu yeni yenilenebilir enerji santrali ısı-nem dengesini bozma, biyolojik çeşitliliği etkileme ve ağaç kesimi gibi ekolojik tahribat konuları es geçerek “doğru” projeler olarak gerçekleşmedi.

Dünya çapında doğa savunucuları, ekoloji örgütleri ve STKlar hükümetler üzerinde acil eylemlilik planları oluşturması için baskı yapmayı sürdürüyor. İngiltere merkezli uluslararası yardım kuruluşu Save the Children (Çocukları Koruyun), iklim değişikliğinin neden olduğu seller, kuraklık ve fırtınalar yüzünden 33 milyon kişinin kıtlık tehlikesiyle yüz yüze kaldığını açıkladı. Kuruluşa göre bunların yarısı çocuk. Afrika kıtasını birkaç hafta arayla iki kez vuran kasırgalar durumun daha da kötüleşmesine sebep oldu. Save the Children’dan Ian Vale, “iklim krizinin şu an gerçekleştiğini, insanları öldürdüğünü, evlerinden ettiğini ve çocukların geleceği için sahip oldukları şansı tükettiğini” söyledi.

AB’nin iklim değişikliği gözlemleme kurumu 2019 Temmuz ayının kayıtlara geçen en sıcak ay olduğunu açıklamıştı ve Grönland’da 2019’daki yüksek sıcaklıklar sebebiyle rekor düzeyde buzul kütlesi erimişti.iv 2020’de Sibirya’da 38 derece ile ölçülen en yüksek sıcaklık kayıtlara geçti.v İklim krizi kaynaklı yağışlarda azalma ve topraktaki bozulmanın doğal kaynaklar üzerinde yarattığı baskı, söz konusu kırılgan grupları göçe zorlayabilmekte, bu durum ise istikrarsızlıkları tetikleyerek güvenlik risklerini beraberinde getirebilmektedir. Dünya genelinde gelir dağılımından en az pay alan en yoksul kesimin %80’i halen kırsal alanda, küçük çaplı tarım ve hayvancılık yaparak yaşamını sürdürmekte (Kırsal alanda yaşayanların toplam dünya nüfusu içindeki oranı ise ~%45).

Uluslararası yardım kuruluşu Oxfam, iklim değişikliğine yol açan sera gazı emisyonlarına neden olan nüfus gruplarını gelir dağılımına göre inceledi. Oxfam’ın 1990-2015 yılları arasındaki sera gazı emisyonlarını ele alan araştırmaya göre, dünya nüfusunun %1’lik en zengin kesimi, %50’lik en yoksul kesimin iki katından fazla sera gazı emisyonuna neden oldu. 1990-2015 yılları arasında dünyadaki toplam sera gazı emisyonu iki kat arttı. Bu artışta şimdiye kadar düşünüldüğü gibi orta sınıfın değil, özellikle dünya nüfusunun en zengin %10’luk kesimi etkili oldu. En zengin %1’lik kesimin de tek başına %15’lik emisyona neden olduğu belirtilen raporda, buna karşı dünya nüfusunun yoksul %50’lik kesiminin ise atmosfere salınan toplam sera gazının sadece %7’sinden sorumlu olduğu kaydedildi.vi

Paris Anlaşmasının iflası ve Glasgow Zirvesi

Yine The Guardian’ın haberine göre önümüzdeki yıl bazı ülkelerde seyahat kısıtlamaları hâlâ yürürlükte olabileceğinden ve biyoçeşitlilik kriziyle ilgili küresel görüşmeler de dahil olmak üzere diğer büyük uluslararası çevre toplantılarının planlanması nedeniyle yeni bir tarih bulmak daha da karmaşıklaştığından, daha önceki tarihlerin çok zor olduğu düşünüldü. Paris Anlaşması’nda imzalanan iklim acil durumuyla ilgili en önemli hedefler 2020 yılı öngörülerek taahhüt edildi bu nedenle zirvenin ertelenmiş olması iklim eylemlilik sürecini yavaşlattı.vii Bilim insanları, mevcut ulusal hedeflerin dünyayı sanayi devrimi öncesi seviyelerin en az 3 °C üstüne çıkaracağı konusunda her geçen gün daha emin bir şekilde uyarıyor. Bu nedenle ülkelerin daha katı iklim politikaları geliştirmesi gerekiyor.

Paris Anlaşması’nın 6. maddesi ile belirlenen “Gönüllü İşbirliği Mekanizması”na ilişkin uygulama kuralları ve “Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkı”lar (NDC) için ortak zaman çizelgeleri hususunda tarafların mutabakata varması mümkün olamadığından, Paris Anlaşması Kural Kitabının tamamlanması, önümüzdeki dönemde Birleşik Krallık’ın evsahipliğinde, Glasgow’da düzenlenecek 26.Taraflar Konferansı’na (COP 26) bırakıldı. Ne kadar sürdürülebildiği, gelecek iklim taahhütlerinin 5 veya 10 yıl mı olacağı sorusu üzerine alınacak “ortak zaman dilimleri” kararı da Glasgow’a ertelendi. Oysa zaman çizelgesine göre ulusal emisyon azaltma hedefleri, toplantının kendisi ertelenmiş olsa da bu yıl ortaya konulmalıydı. İklim müzakerelerinde ise Toplumsal Cinsiyet Hareket Planı’nın kabul edilmesi ve Yerel Topluluklar ve Yerli Halklar Platformu için bir çalışma planı hazırlanması sürecin ufak olumlu adımları oldu. Dünya Kaynakları Enstitüsü (WRI) kuruluşundan Helen Mountford’a ve birçoklarına göre Paris Anlaşması artık “uzak bir hatıradan” başka bir şey değil.

İngiltere hükümetinin geçtiğimiz yıl içinde 3 büyük petrol şirketi, BP, Shell ve Equinor ile en az 13 toplantı yaptığı ve Glasgow öncesi şirketlerle müzakereler gerçekleştirdiği ortaya çıktı. Verilen bilgiye göre şirketler Birleşik Krallık hükümetine diğer ülke hükümetleriyle aracılık yapmayı teklif etti. Fosil yakıt şirketleri uzun yıllardır COP zirvelerinin sponsoru olarak yer aldıklarından hükümetlerle görüşmeleri olağan gibi dursa da bu kez karbon emisyonu azaltımı için getirilen kriterler üzerine görüşüldüğü iddia ediliyor. Yani, ekonomide karbonsuzlaşma yönünde bir dönüşüm olacaksa bile petrol şirketleri, sermaye ağındaki konumlarını kaybetmeden bunu kendilerinin gerçekleştirmesi için bastırıyor. Onların “adil dönüşüm”den anladığı sermayeler arasında gelişecek makul anlaşmalar; toplumun ihtiyaçları, ekolojik kriz ya da geçmiş sorumluluklar çok umurlarında değil.

Glasgow’da Kasım 2021’de düzenlenecek COP26 zirvesi öncesinde mevcut durum, Paris Anlaşmasını imzalayan 200 kadar taraf ülkenin taahhütlerini yerine getirse bile artık küresel ısıtmanın 2°C’yi aşmasının daha yüksek bir ihtimal olduğu yönünde. Dolayısıyla ülkelerin ya Paris’in geçerliliğini yitirdiğini kabul etmeleri ya da COP26 ile Glasgow’da emisyon azaltma planlarının gözden geçirilmiş bir versiyonunu sunmaları gerekliydi. Korona sürecinde ekonomiyi işlerin olağan akışında sürdüğü bir anlayışla toparlama derdi, sunacak yeni taahhütlerinin olmamasına en büyük bahane olurken giderek büyüyen iklim hareketinin büyük bir çoğunluğunun hâlâ Paris Anlaşması’nın arkasında duruyor oluşu ve toplumun iklim krizi konusunda artan baskısı Paris Anlaşması’nın miadını doldurduğunun kabul edilmesini zorlaştırdı. Devletler iklim krizi hakkında konuşmaya ve çeşitli sözler vermeye devam etseler de somut adımlar konusunda kulaklarının üzerine yattılar. Tüm bu gelişmeler karşısında bir zirve yine de çevrimiçi bir şekilde toplanabilirdi. Ancak artık ikiyüzlülüklerini saklayacak ellerinde somut bir politik hamle kalmadı, dahası her bir zirve iklim hareketinin de karşı eyleminin güçlendiği bir momente dönüşüyor. COP26 zirvesi tam da bu yüzden ertelendi. Hükümetler için sermayenin torbasını dikmek iklim krizini önlemekten daha öncelikli. O zaman iklim hareketinin de bu kurumsal çerçeveden kurtulup devletleri ve sermayeyi aynı karşı safta konumlandırarak kendi stratejisinde, doğrudan eyleminde daha da derinleşmesinin zamanı gelmedi mi?