8 Ekim 2016 | World-Ecology Network
Doğa/Toplum düalizminin temel özellikleri arasında, neyin Toplumsal neyin Doğal olduğu arasına sert ve keskin çizgiler çizerek hakikat iddialarını sınırlama eğilimi yer alır.1 İşte size bir yarık: epistemik bir yarık.2 Özünde, iki ayrı epistemik alanın yaratılmasına ve yeniden üretilmesine dahil edilen bir dizi şiddetli soyutlama vardır: Doğa ve Toplum (yine, büyük harfle). Soyutlamalar “şiddetlidir” çünkü anlatı ve teorik tutarlılık uğruna her düğüm noktasından temel ilişkileri çekip alırlar (Sayer 1987). Diyalektik soyutlamalar ise tersine, tarihsel hareketle ve stratejik tarihsel ilişkiler hakkındaki kararlarla başlarlar – bu, Doğa/Toplum ikiliğinde çok açık ki bulunmayan bir şeydir.
Soyutlama prosedürü, felsefi farklılıkların çok ötesine geçen çıkarımlarla Marx’ın yönteminin merkezinde yer alır (Ollman 2003). Gerçekliği yarı sabit kategorilere nasıl soyutladığımız, yorumumuzu şekillendirir; buna karşılık mantıksal çözümleme de siyaseti ve politikaları şekillendirir. Foster’ın Doğa/Toplum soyutlamalarını uygun soyutlamalar olarak savunması, – Marx’ın yöntemiyle çarpıcı bir şekilde çelişki içindedir – bu nedenle bu kadar tuhaftır (2013). Doğa/Toplum diyalektik olmayan soyutlamalardır. Diyelim ki “pazar” ve “endüstri” veya “nüfus” ve “çevre”den daha fazla diyalektik değillerdir. En iyi ihtimalle bunlar, Marx’ın da söyleyeceği gibi kaotik kavramlardır (1973, s. 100).
Bu tür kaotik kavramlar, Sayer’in terimi anladığı anlamda şiddetlidir, ama aynı zamanda daha pratik açıdan da böyledir. Doğa ve Toplumun dili değer açısından hiç de tarafsız değildir. Doğa/Toplum’un, rastgele ama bir modele sahip güç ilişkilerini somutlaştırdığı derecede “içgözlemsel” (reflexively) açıdan kavrayan Bourdieu’cü bir momentini, özellikle çevre sosyolojisi henüz deneyimlememiştir (Bourdieu ve Wacquant 1992). İnsanlar ve doğanın geri kalanı arasında yapılan ayrım kapitalizmin bin yıl öncesine kadar geriye gitse de (Arnold 1996), Doğa/Toplumun medeniyetsel bir örgütlenme ilkesi katına yükseltilmesi, “uzun” on altıncı yüzyıla kadar gerçekleşmemişti (Braudel 1953; Wallerstein 1974; Moore 2016a). Bu yalnızca terimler üzerine bir kelime oyunu değil. Bir düşünce sistemi ve kavramsal bir kelime dağarcığı olarak kartezyen düalizm, modern dünyanın yapımında oldukça aşikâr bir güç olmuştur. Bunlar gerçek soyutlamalardı – maddi dünyada işlevsel bir gücü olan soyutlamalar (Sohn-Rethel 1978; Toscano 2016). Doğa/Toplum – ve erken dönem modern Avrupa’da “medenilik” ve “barbarlık” ya da “vahşilik” etrafında kümelenmiş çok sayıda aynı kökenli terimler – yeni bir düşünce biçimini… ve yeni bir medeniyet praksisini devreye soktu: Ucuz Doğa.
Bu gerçek soyutlamaların – Doğa ve Toplum – doğuşu, erken kapitalizmde pekiştirildi (Merchant 1980; Moore 2015a). 1450’den sonraki yüzyıllarda, sermayenin, bilimin ve imparatorluğun iç içe geçmiş halleri, ucuz girdilerin kaynağı olarak “dışsal” bir doğa yaratmayı amaçlayan bir dizi sosyo-ekolojik ve sembolik devrimi hayata geçirdi (Moore 2014, 2015a). Anlaşılması çok önemli olan şey, kapitalizmin yükselişinde “Doğa”nın, coğrafi erişim alanındaki insanların büyük çoğunluğunu kapsadığıdır.
Doğa – yine büyük harfimiz “D” ile – başından beri kapitalizmin temeliydi. Kolombcu 1492 kırılması sadece Amerika’nın “keşfini” değil, aynı zamanda “İnsanlığın keşfini” (Mankind) – ve onunla birlikte Doğa’nın keşfini de – imleyen bir kırılmaydı (Albuafia 2008; Mumford 1934). Kolomb fetihleri yalnızca katliamcı ve yağmacı değildi; bunların çağ değiştirici önemi aynı zamanda hırslı imparatorluk projelerinden her türden üretken doğayı haritalandırma ve kataloglamaya kadar uzanan planlarından kaynaklanmaktadır (Bleichmar ve diğerleri, 2009). Proje, Doğa’nın yerli halkları içerdiği varsayımıyla ilerledi. İber güçlerinden başlayarak denizaşırı imparatorluklar, “doğal dünyayı inşa ve (bilgisini) kontrol etmeye çalışırken (doğal) şeyleri topladı, kullandı ve düzene soktu.” Bu “uygulamalar, sınıflandırılacak ve sömürülecek, mübadele edilebilir mallar olarak insanların, yani (vahşi) bedenlerin toplanmasını da içeriyordu” (Modest 2012, s. 86).
Yeni keşfedilen İnsanlık, medeniyete dışsal olan Doğa’yı yaratan ve onu yeni “gerçekliğin ölçütlerine” tabi kılan erken modernitenin epistemolojik ve ontolojik devrimi ile ilintili bir parçaydı; ve her şeyden önce bu ölçütler, kartografik bakışta ve nicel rasyonalizasyonun yeni prosedürlerinde somutlaşan görsel bilginin üstünlüğünden geliyordu (Crosby 1997; Mumford 1934). En iyi ihtimalle, İnsanlık ve Doğa’nın bu eşleşmiş bu keşfi, Raworth’un uygun deyimini ödünç alırsak, antroposentrik olmaktan çok İnsanoğlu-merkezciydi (Manthropocentric) (2014; bkz. Federici 2004; Merchant 1980). Bunun özünde, insanların İnsan olarak sayıldığı durum ile zorla Doğa’nın alanlarına yeniden yerleştirilecekleri durum arasında her zaman tartışmalı olagelmiş bir sınır hattı vardı. Amerika’nın fethi ile Doğa ve İnsanlık/Toplumun eşleşen “keşifleri”, tekil bir hareketin iki momentiydi.
Sömürgecilik, etnik temizlik ve Doğa’nın şiddetli ve gerçek bir soyutlama olarak ortaya çıkışı, en başından beri birlikte evrim geçirdi. Kanarya Adaları’nın uzun süren fethi sırasında, Portekiz Kralı Duarte meseleyi açıkça ortaya koymuştu (1436): Kanaryalılar “neredeyse vahşi insanlar… ülkede hayvanlar gibi yaşıyorlar” (alıntı Hulme 1994, s. 187). Aynı söylem, bir yüzyıl sonra İrlanda’daki İngiliz yönetimini de karakterize ediyordu (Rai 1993). Kolomb istilalarıyla neticelenen üç büyük askeri seferde, tipik olarak “insanlık dışılıklarını ortadan kaldırmak” adına (Sued-Badillo 1992) etnik temizlik, günün rutin uygulaması oldu. Nakit sıkıntısı çeken Kastilya ve Aragon krallıklarının büyük ölçüde kölelik yoluyla finanse ettiği Kanarya Adaları (1478-1490’lar) ve Granada’nın (1482-92) fethinin son dalgaları, henüz doğmakta olan kapitalizmin, eşit derecede henüz ortaya çıkmakta olan ırksal ve cinsiyetlendirilmiş düzen aracılığıyla İnsanlık/Doğa ikiliğini kurup yeniden üreten kilit anlardı (Nader 2002; Kicza 1992).
Fethin ilk anlarının etkisi, – Orta Çağ arazi hibesinden ve çok kıymetli modern emek imtiyazına, encomienda’nın3 bir gecede yeniden icat edilmesinde özellikle öne çıkan – toprak/emek düzenlemelerinin radikal bir şekilde tersine çevrilmesiyle gerçekleşti. Yerli halklar de facto köleler haline gelirken, patlama yaşayan şeker plantasyon kompleksi modern köleliğin meşru öncüsü oldu – ilk başta geçici olarak Madeira’da ve 1600’den sonra Brezilya’da kritik bir kitleye ulaştı. Yeni düzende Afrikalı bir köle, Toplum’un değil, Doğa’nın bir parçasıydı. Burada Patterson’un modern köleliği “sosyal ölüm” olarak nitelendirmesi, post-kartezyen bir ters anlam yükleme halini alır (1982). Çoğu insan işi, emek gücü değildi ve bu nedenle, sermayenin çekim kuvveti içindeki çoğu insan, İnsan değildi. Bu, Doğa’nın varlık dünyasının hemen hemen tüm renkli insanları, çoğu kadını ve yarı-sömürge bölgelerde (örneğin İrlanda, Polonya, vb.) yaşayan beyaz tenli çoğu insanı kapsadığı anlamına geliyordu (von Werlhof 1985; Rai 1993). Kastilyalıların on altıncı yüzyılda yerli And halklarından – naturales – doğal olanlar olarak bahsetmesi boşuna değildi (Stavig 2000). Doğa ve Toplum ile ilgili sorun yalnızca söylemsel değildir – bunlar şu anda yaşadığımız modern dünyada gerçek gücü olan gerçek soyutlamalardır.
Bu nedenle ilksel birikim, yalnızca burjuva ve proleteri değil, Toplum ve Doğa’yı da getirdi. Bu retorik bir süslü konuşma değil. Modern sınıf oluşumunun ikili eğilimi ile Toplum ve Doğa ikiliği, kapitalizmin yükselişinde birbirini güçlendirdi (Moore 2015a, 2016b, 2017a).
Toplum kelimesinin evriminde bu yakın ilişkiyi görebiliriz. Toplum, modern İngilizce kullanımı olan – ulusal kolektivite anlamını – on altıncı yüzyılın ortalarından itibaren üstlenmeye başlar (1 1983, s. 292; ayrıca OED 2016). Zamanlama önemlidir. Tam da bu noktada, Kett İsyanı’nı (1549) takiben, tarımsal sınıf mücadelesi dalgası, seçkinlerin lehine kesin bir şekilde değişti (Wood 2007). 1700’e gelindiğinde, İngiltere’nin toprak sahipleri ekilebilir arazinin üçte ikisine sahipti (Thompson 1966). Bu dönemin 1541’den itibaren İrlanda’da İngiliz sömürge yönetiminin yoğunlaşmasına tanıklık etmesi de tesadüf değildi (Ohlmeyer 2016). Tüm bunlarla birlikte İrlandalılar (ve daha sonra Kuzey Amerika’nın yerli halkları), yoksullar, çoğu kadın ve başkacaları, diğerinin bir tür “vahşisi” olarak görülmeye başlandı ve bu, her türden kanlı el koymayı meşrulaştıran bir görüş oldu (Leerssen 1995 ; Moore 2016b). Burada, modernitenin boy gösteren epistemik yarılmasını, pratik olarak kapitalizme bağlı ontolojik bir oluşum – iktidar, sermaye ve doğanın dünya-ekolojisi – olarak görmeye başlıyoruz. Ucuz Doğa stratejisi, insan ilişkilerinin modern – ve güçlü bir şekilde düalist – sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet hatları boyunca arsızca yeniden yapılandırılmasında çok önemli hale geldi.4
Modernitenin epistemik yarığı, idealleştirilmiş ve bağımsız iki araştırma nesnesinin yaratılmasına dayanır: Doğa/Toplum. Bu ikilik çok direngendir çünkü altında yatan ontolojisi mekaniktir; bu, sermayenin parasal ve üretimci biçimlerindeki (para birimleri, emek-gücü birimleri, vb.) niceliksel hali aracılığıyla kapitalist rasyonaliteye dikkat çekecek derecede iyi uyum gösteren bir mekaniktir. Düalist bilişsel haritada, çevresel “faktörler” toplumsal süreçlerin analizine kolaylıkla bağlanırlar – tam da marksist yeşil aritmetik yoluyla meydana gelen bağlanmada olan budur. Bir “doğa-toplum diyalektiği” (örneğin, Foster 2013) ilan eden bu tür sözler, diyalektik ve genel soyutlama ilişkilerini, “tarihin gelişen eğilimleri”nin ampirik kalıpları (örneğin Doğa/Toplum) ile karıştırır (Lukács 1971, s. 184). Doğa/Toplum, yalnızca onun hareket yasalarının, gelişen eğilimlerinin spesifikleştirilmesi yoluyla – bir ilişkinin aksine – diyalektik bir ikili olabilir. Sermaye/emek, tam da bu nedenle diyalektik bir ilişkidir: asimetriktir ve tarihsel-coğrafi bir aşkınlık hareketine dayanır. Belirli bir anda kır/kent karşıtlığının (onun coğrafi momenti) üreticisi ve ürünü olan sermaye/emek diyalektiği, yeni bir sentez lehine başlangıçtaki asimetrinin çözülmesini gerektirir: “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” (Marx 1977, s. 929).
Bununla birlikte, yarılma argümanları, Doğa/Toplumu, iç içe geçmiş ilişkilerden çok temel birimler olarak çok farklı bir şekilde konuşlandırır (Levins ve Lewontin 1985). Doğa, genel bir soyutlama olarak egemendir, genel olarak nüfus ya da genel olarak üretim gibi (Marx 1973). Yağmurdan kaçıp doluya tutulanlar gibi yarılma analizi geliştirenler, kapitalizm-doğa ilişkisini tarihselleştirmeye yönelik çabaları (örneğin, bilim ve kültür açıklamalarını, yaşam ağına dair art arda gelen baskın anlayışlarla bütünleştirerek) idealist çabalar diye reddediyorlar (örneğin, Foster ve Clark 2016). Sonuç, cennetten düşmeye benzer bir gerilemenin ve sermaye birikiminin “son ağaç kesilene kadar” devam edeceği felakete doğru amansız bir gidişin şekillendirdiği ikili bir tarih anlayışıdır (Foster 2009, s. 206). Foster’ın aksi yönde ısrar etmesine rağmen hiç kimse sosyo-ekolojik felaket, gezegensel değişim ve sınırların gerçekliğine itiraz etmiyor. Daha ziyade, mevcut argümanın özü, metabolizmanın yaşamı ve zamanının, diyalektik praksisin, analitik nesnelerini (örneğin sermaye/emek) çözme ve insanların tarihsel olarak birbirini takip eden doğanın geri kalanıyla iç içe geçiş süreçlerini anlamaya uygun yeni kategoriler oluşturma eğilimine nasıl direndiğini vurgulamaktadır.
1Bu eleştirinin en net ortaya konuluşunu Harvey vermişti (1993).
2Bu terim Schneider ve McMichael’a (2010) ait. Ancak onların formülasyonu epistemolojik düalizm olarak epistemik yarıktan farklıdır.
3Encomienda, fetihçileri belirli insan gruplarının iş gücü ile ödüllendiren iş gücü sistemidir. İlk olarak, İspanya’da Hristiyanların Müslüman yönetimi altındaki topraklarını geri almasını takiben tesis edilmiştir, Amerikaların ve İspanyol Filipinlerinin İspanyollar tarafından kolonize edilmesinde çok daha büyük ölçekte uygulanmıştır. Fethedilen halklar İspanyol Monarkı’nın tebaası olarak kabul edilir, encomienda, belirli bir kişiye hükümdar tarafından bahşedilirdi. 16. yüzyıl fetih döneminde, bahşedilen encomiendalar, yerli halk gruplarının işgücü üzerinde tekel olarak kabul edilirdi ve süresiz olarak sahibi olan encomendaroların ve onların soyundan gelenlerin aitliğindeydiler. (Wikipedia)
4 Ontolojik oluşum kavramım James’in çığır açan çalışmasından geliyor (2015).