Kapak görseli: New Republic
28 Mayıs 2021
İncelenen kitap: White Skin, Black Fuel: On the Danger of Fossil Fascism (Verso 2021), Andreas Malm ve Zetkin Kolektifi
Aşırı sağın iklim değişikliği hakkında ne düşündüğünü neden umursayalım ki? Özellikle iklim krizinin getirdiği sancılar içerisinde boğuşurken, gözü dönmüş iklim inkarcılarının görüşleri endişe etmemiz gereken son şey olmalı. Eski ABD başkanı Donald Trump’ın deyimiyle bu bir Çin “aldatmacası”; İspanyol Vox partisi lideri Santiago Abascal’ın iddiasına göre ise “tarihin en büyük dolandırıcılığı”.
En azından şimdilik, solun iklim eylemliliklerini ekonomik ve sosyal adalet meseleleriyle etkili bir şekilde birleştirmesinde açığa çıktığı üzere yeşil hareket büyük oranda solun himayesinde. Hareketin kıyısında sabırla bekleyen gerici ekoloji grupları da bu gerçeği kabul ediyor. Gerici ekolojist yazar Paul Kingsnorth, “Bugünün çevreciliği mi?” diye dile getirdiği alaycı soruya “Tükenmiş bitmiş troçkist sürüsü için bir teselli ödülü” diye cevap veriyordu.
Aşırı sağın iklim değişikliği hakkında ne düşündüğü yine de bir önem arz etmektedir, çünkü Andreas Malm ve Zetkin Kolektifi’nin White Skin, Black Fuel: On the Danger of Fossil Fascism (Beyaz Ten, Siyah Petrol: Fosil Faşizm Tehdidi Üzerine, ç.n.) adlı yeni kitaplarında tartıştıkları üzere küresel olarak aşırı sağ partiler, iklim değişikliğini azaltmak için bizzat gereken devlet aygıtlarını işgal etmektedirler. Tam da sera gazı emisyonlarını kesmemiz gereken bu tarihsel dönemeçte Berlin’den Brasília’ya dünyanın dört bir yanında iktidar koltukları, bir hışımla göreve gelen aşırı sağın eline geçti.
Yazarlar, iklim politikası modellemelerimizdeki ince ancak temel bir hatayı gözler önüne seriyor; biz kamunun rasyonel olduğunu varsayageldik. İklim bilimcileri olayların nasıl geliştiğine dair bilgileri aktarıyor ve kamuoyu bunu düzeltiyor. Bu rasyonellik varsayımı, yenilenebilir enerji fiyatlarının düşmesiyle birlikte küresel ekonominin fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjiye geçeceği beklentisine dayanak oluşturageldi.
Yazarlar, artan sıcaklıklarla birlikte yükselişe geçen aşırı sağın bu yükselişinde, geçmişi bugünün ışığında değerlendiren bu vigist sanının hesaba katılmadığını savunuyorlar. Malm ve kitabın diğer yazarları, “hiçbir IPCC [Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli] senaryosunun şu ihtimali göz önünde bulundurmadığına” işaret ediyorlar: “Tıpkı emisyonları sert bir şekilde düşürmenin aciliyetinin en baskın gündem olması gerekmesi ama olmamasındaki gibi küresel ısınmanın erken aşamalarında Avrupa ve Amerika’daki devlet aygıtlarının da tüm meseleyle ilgili kapıyı göstermeye hevesli partiler ve profesyonel görünümlü, beyaz tenli başkanlar tarafından giderek daha fazla işgal edileceği ihtimali.”
Irkçılık karşıtları ve antifaşistler bu bağlamı görmezden gelemezler. “Aksine, aşırı sağa karşı eski mücadeleleri yeni bir boyut kazanıyor,” diye savunuyor kitabın yazarları. “O mücadeleyi, insanların ve diğer canlıların bu gezegende serpilip gelişebileceği koşulları koruma mücadelesinden ayırmak giderek daha da zorlaşıyor.” Basitçe ifade etmek gerekirse aşırı sağa karşı mücadele ve iklimsel çöküşü hafifletme çabaları artık sınırdaştır.
Zetkin Kolektifi’nin bu mücadeleye katkısı okuyucuların düşmanlarını tanımasını sağlamaktır. Clara Zetkin 1923 yılında işçi hareketi içinden olup faşizmle ilgilenen ilk yazardı. Mussolini’nin Roma’ya yürümesinden aylar önce, Komintern için konuya ilişkin bir karar taslağı hazırlamakla görevlendirilmişti. “Faşizme karşı mücadeleye öncülük edecek özel bir yapı” çağrısında bulunmuştu, bunu yapmak için bir numaralı adım da “her ülkede faşist hareketler hakkındaki bulguları toplamaktı.”
Zetkin Kolektifi, kolektifin ilk kitabı olan, aşırı sağın politik ekolojisine dair bu ampirik açıdan zengin, sistematik çalışmayı işte tam da bu ruh ve düşünce ile sunmaktadır. Malm ve kitapta ona eşlik edenler, 13 Avrupa ülkesinde ve Amerika kıtasındaki iki ülkede (Brezilya ve ABD) iklim ve enerji konusunda aşırı sağın söylediklerini, yazdıklarını ve yaptıklarını araştırıyorlar; Avrupa ülkeleri çünkü “dünyaya fosil ekonomisini ve faşizmi armağan etmişlerdi” (bu belki de daha sonra geri döneceğimiz şüphe götürür bir iddia), Brezilya ve ABD çünkü iklim üzerinde çok büyük etkileri var ve çünkü iklim inkarcısı aşırı sağ başkanlar tarafından yönetiliyorlar(dı).
Bu, tabi ki Gerici Enternasyonal’in yükselişinin şu ana kadar kapsamlı bir şekilde yorumlanmadığı anlamına gelmiyor. Ancak Malm ve arkadaşlarının da gözlemlediği üzere, bu yorumlamalar aşırı sağın din, toplumsal cinsiyet, şiddet, Avrupa şüpheciliği, küreselleşmeye kadar uzanan konulardaki görüşlerine odaklanmış, ancak ekoloji görüşleri üzerine hiçbir şey söylememişti. Bunun da ele alınması elzem çünkü Alyssa Battistoni’nin de işaret ettiği gibi, “bundan sonra her mesele bir iklim meselesidir,” biyosfer tüm siyasi meselelerin anlaşıldığı birincil mercek niteliğindedir. Yazarlar, “1930’larda veya 1980’lerde aşırı sağ siyaset belki doğal çevrenin dışında incelenebilirdi” diye belirtiyorlar. Ancak “2010’larda veya 2040’larda, bu bağlam dışarıda bırakılırsa, aşırı sağın dünyada ve dünyaya ne yaptığı asla anlaşılamaz.”
Kitap iki bölüme ayrılmış. Birinci bölüm iklim değişikliği ve milliyetçi siyasetin kesişiminin bir tarihini sunuyor. Yazarlar, ilk inkarcı örgütlenmelerden bu son on yılda Amerikan, Brezilya ve Avrupa siyasetini sarsan partiler ailesinin tutumlarına kadar iklim ve ulus, enerji ve ırk konuları etrafında bir dizi düşüncenin evriminin izini sürüyorlar. Kitabın ikinci kısmı ise tüm bunlara anlam kazandırıyor. Aşırı sağın iklim karşıtı siyasetinin bu kadar geç bir vakitte öne çıkması nasıl mümkün oldu? Hem daha sıcak hem de daha sağda bir dünyada yaşamak ne anlama gelmektedir?
Birinci bölümde, yazarlar 1970’lerden itibaren yükselişinin haritasını çıkararak inkarcılığın mirasına dair genel bir perspektif sunuyorlar. Louis Althusser’in devletin ideolojik aygıtları (DİA) fikrini – kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesini sağlayan bir “tanımlanmış kurumlar, örgütler ve bunlara karşılık gelen uygulamalar sistemi”1 – kullanarak iklim inkarcısı görüşleri aklamak için oluşturulmuş bir kurumlar sistemi tablosu çiziyorlar. Exxon ve Shell gibi şirketler tarafından kurulan iklim inkarcısı DİA’lar, nihayetinde politik partilerin kendilerine sızmadan önce ABD’de Heartland Enstitüsü ve Birleşik Krallık’ta Ekonomik İlişkiler Enstitüsü (EIA) gibi düşünce kuruluşları; Küresel İklim Koalisyonu gibi lobi grupları; ve Wall Street Journal ve Spectator gibi ana akım medya kuruluşları biçimlerine bürünüyor.
Yazarlara göre kurumlar üzerinden izlenen bu uzun yol, “herkesin desteğini arkasına alan bir tür piyasa temelli geçiş ile fosil yakıtların terk edilebileceği” şeklindeki herhangi bir liberal ilüzyonu yok ediyor. Adam Tooze ile uyumlu bir ifadeyle, on yıllar boyunca küresel çapta trilyonlarca dolar kaynağın yeniden tahsis edilmesiyle dünya ekonomisinde çok büyük bir “yeniden yönelime” gereksinim duyduğumuza işaret ediyorlar. Malm’in “fosil sermaye” kavramının şık bir uyarlaması olan “ilkel fosil sermaye”nin içinde aşırı sağın maddi temelini gösterirken meta üretmek için fosil yakıt kullanan sanayicilerin aksine petrol ve gaz şirketlerin altını çizen Malm ve arkadaşları, iklim için bahsedilen yeniden kaynak ayırmaya engel olan bu sermayeyle, iklim çöküşüne katkı koyan bir etmen olarak ilişkilenmenin – ve bu sorunu teşhis etmede marksist-leninist entelektüel çerçeveyi kullanmanın – kalıcı öneminin altını çiziyorlar.
“Marksizm ütopik değildir” diye bildiriyordu zamanında Eric Hobsbawm, Soğuk Savaş’ın ardından entelektüel geleneğin kullanımıyla ilgili fikrini açıklarken. “Marksizm uğraşmak zorunda olduğumuz ancak kapitalizmin mevcut halde baş edemediği sorunların tanımıdır.”
İkinci ve üçüncü bölümde iklim inkarcısı fikirlerin yükselişinin dökümünü çıkaran yazarlar, iklim değişikliği meselesinin günümüz aşırı sağının azgın ırkçılığına nasıl aşılandığını araştırıyorlar. Yazarlar, sıkı kanıtlara dayanarak bir eğilimin ayırdına vardırıyorlar: ne zaman Avrupalı aşırı sağcı bir parti iklim değişikliğinin varlığını inkar etse göçle ilgili bir açıklama yapıyor ve gerçek tehlikenin bu olduğunu belirtiyorlar. Göçün, diğer tüm meselelerin içinden geçmesi gereken “huni” işlevindeki bir mesele olduğunu teorileştiriyorlar. Dünyanın tüm meseleleri, – işsizlik, suç, cinsel şiddet, yoksulluk – dönüp dolaşıp kaynak sorun olan göç sorununa geliyor.
İklim değişikliği bu nedenle Jean-Marie Le Pen’in 2007’de ifade ettiği gibi “dünyadaki sefalet için sorumlu tutulan beyazlara” karşı bir “komplo teorisi”ne dönüşüyor. Bu, Hollanda Özgürlük Partisi’nin (PVV) bir yandan yeni kömürlü güç santrallerini desteklerken aynı zamanda “Hollanda dış politikasının başlıca hedefinin İslam’ın kökünü kurutmak” olması gerektiğini savunabilmesinin de nasıl olabildiğini açıklar. Ya da Alman şansölyesi Angela Merkel’in 2017’de Almanya’nın kömür madenlerini kapatması konusunda sessiz kalırken Almanya için Alternatif (AfD) partisinin Merkel’i azarlar şekilde “sadece felaket bir mülteci sığınma politikası izleyerek değil, yeşil-sol ideolojili bir iklim politikası” aracılığıyla da “ülkemizi bataklığa çekiyor” demesinde de görünür. Yazarlar aşırı sağ ve fosil sermayesinin neden kesiştiğini çok etkili bir şekilde gösteriyorlar. Aşırı sağın iklim krizine karşı azaltım hedefleriyle ilgili uyandırdığı şüphe fosil sermayesine işlere olağan şekilde devam etmek için ideolojik bir sis perdesi hediye ediyor.
Dördüncü bölümde Malm ve arkadaşları bu mantığın bir yansıması olan fosil yakıtların iklim ve göçün tehdit ettiği ulusun geleceği olduğu ifadesini de açıklıyorlar. Norveç İlerleme Partisi’nin (FrP) petromilliyetçiliğinden Hukuk ve Adalet Partisi’nin (PiS) kömür milliyetçiliğine aşırı sağın bolca bulunan konumlanmalarına dair kapsamlı bir inceleme sunarak fosil yakıt yakmanın ulusun enerji serveti olarak ödüllendirildiğini belirtiyor.
Beşinci bölümde yazarlar, 2018’de Ulusal Ralli (RN) olarak ismini yeniden belirleyen Ulusal Cephe’de toparlanan gerici bir dönüşüm geçiren yeşil millyetçiliği inceliyorlar. 2011’de Marine Le Pen partinin liderliğini babası Jean-Marie Le Pen’den devraldı ve 3 yıl sonra partinin “Nouvelle Ecologie” programını ilan etti. Artık en üst sıradaki öncelik “ailenin, doğanın ve ırkın” korunmasıydı. Ne olmuştu? Le Pen gibi RN liderleri iklim değişikliğini küreselleşmeye bağlayan Hervé Juvin gibi çevrecilerin büyüsü altında buna düştüler. Sınırların kapatılması “küresel göçebeliğe” karşı beyaz ulusun en iyi özsavunması haline geldi. Ya da bir RN liderinin dediği gibi “ekolojini en iyi müttefiki sınırlardır.”
Malm ve arkadaşları, gerici ekolojist entelektüel geleneğin tarihini çiziyorlar ve bazı durumlarda aşırı sağın nasıl bu geleneğin içinde görev aldığını anlatıyorlar. Kurumsal kirleticileri paylayan ancak aynı zamanda “açık, ferah, kalabalık olmayan ve güzel bir dünya için milyonlarca aç, cahil, vasıfsız ve kültürel-ahlaki-genetik [!] insanların kitlesel akışını” durdurma çağrısı yapan Edward Abbey gibi çevreci yazarlardan bir şey öğrenen çıkabilir.
Bu entelektüel çizgi üzerine okuma yapıldığında solun bu fikirlerin muhalefet içinde oluştuğu çevresel bir hareketi nasıl kurduğu merak konusu olur. Yazarlar, bu cevabın 1982’de Kuzey Carolina Warren County’de yerel halkın toksik atıkların evlerinin yanına dökülmesine karşı eyalet hükümetini protesto ettikleri vakada ortaya çıkan “çevresel adalet” fikrinin yükselişinde yattığını iddia ediyorlar. Adaletin sürdürülebilirliğin yadsınmasından ziyade, onun özü haline geldiği an, “çevresel adalet hareketinin doğum anı olarak bilinmeye başladı” diyor yazarlar.
Yeşil hareket, o zamandan beri solun ikizi olarak ilerledi, ancak hareketin sola dönüşü, hareketlerini çalmakla suçladıkları sola karşı aşağılayıcı sözler dile getiren, aşırı nüfustan endişeli gerici çevreciler arasında derin anlaşmazlıklara neden oldu. Çevresel adaletin soyağacı bu nedenle iklim bilinçli sağ ile olası uzlaşmaları gösteren, iklim hareketinin tartışmalı doğasına dair uyarıcı bir hikaye görevi görür.
Altıncı bölüm Batı yarıküreye odaklanıyor. ABD, iklim inkarcısı ISA’nın doğum yeri oldu ve onun zaferinin en eksiksiz olduğu, siyasi aygıtların Rex Tillerson ve Robert E. Murray gibiler tarafından ele geçirildiği yer de burasıydı ve bu “öylesine küstahça gerçekleşti ki Althusser’in yüzünü kızartabilirdi”. Burada beyaz olmak ve iklim inkarcılığı, o kadar yıkıcı şekilde iç içe geçmişti; Trump, ırkçı tweetler yazarken, yönetimi arka planda çevre düzenlemelerini sessizce ortadan kaldırdı. “İklim acil durumunda,” diye belirtiyor yazarlar “aşırı sağ, ilkel fosil sermayesinin koltuğuna kurulduğu, devleti fosil yakıt kullanımını sınırlamadan uzaklaştıran araçtır.”
Brezilya devlet başkanı Jair Bolsonaro, iklim inkarcıları yaratmada Trump’ın birebir yansıması. Ancak çok kritik bir şekilde Brezilya örneğinde, Zetkin Kolektifi ülkenin yerli halkları için “geri kalmış, vahşi toplulukların modern ve gelişmekte olan ulusa tabi kılınması ve onların kaynaklarının en üst düzeyde sömürülmesi gerektiği şeklindeki ana ilkede ifadesini bulan beyaz ten-siyah petrolün sonuçlarına dikkat çekiyor. Bu, yerli halkların ekolojik yaşam alanlarıyla ilgilenmeye yönelik deneme niteliğindeki bir girişim olarak Malm’ın önceki çalışmalarına ilişkin eleştirilere verilen umut verici bir karşı yanıttır.
Yedinci bölüm, fosil faşizminin anlamını ele alıyor. Onu klasik faşizmle karşılaştırıyor ve güncel aşırı sağı, iki savaş arası Avrupa’daki aşırı sağ ile karşılaştırıyor. Yazarlar (Avrupa) faşist ideolojisinin palojenez/yeniden doğma miti gibi temel bileşenlerine dayanan mükemmel işleyen bir tanım inşa ederek, klasik faşizm tarih yazımına ustaca bir genel bakış sunuyorlar. Eleştirel bir şekilde Malm ve arkadaşları faşizmin salt entelektüel bir gelenekten ziyade tarihsel süreçlerden kaynaklanan siyasi bir güç olarak kavranması gerektiğini gözlemleyerek önemli bir tarihyazımsal yenilik yapıyorlar. “Onun düşünsel özünü saptayarak kavramak, bir ekmeğin tarifine bakarak ekmeği tatmaya çalışmak gibidir” diye yazıyorlar. “Malzemeler, fermantasyon, yoğurma, pişirme, dahil tüm süreçler de gerekiyor.” Faşizm üzerine çalışan akademisyen Robert Paxton’ın yolundan giderek, faşizmi güç olarak tasavvur ediyorlar.
Bu nedenle Kolektif, iki savaş arası faşizmi doğuran tarihsel sosyo-ekonomik koşulları iyice kazıyor. Faktörler arasında derin kapitalist kriz, buna eşlik eden egemen yönetici sınıfın devletin toplumsal bileşimini sürdürmedeki başarısızlığı ve son olarak, faşistleri ülkeleri yönetmeye yardımcı olmak için iktidar koridorlarına davet eden egemen sınıflar yer alıyor. Yazarlar, klasik faşizmi oluşturan koşulların bugün iklim krizi şeklinde yeniden ortaya çıkabileceğine dair ikna edici bir iddia ortaya koyuyorlar.
Sekizinci bölüm klasik faşist ideolojinin bileşenlerinin güncel aşırı/ultra milliyetçiliğe nasıl eklemlendiğine dair bir özet niteliğindedir. Birinci bölümde vurgulanan enerji-ırk bağından devam eden Kolektif, aşırı sağın neden fosil yakıt yakmayı yenilenebilir kaynaklara tercih ettiğine dair oldukça sarsıcı bir tarihsel açıklama sunuyor. Fosil yakıtların ulusal enerji rezervi yapısına ait olduğunu (“petrolümüz”, “kömürümüz”), su ve havanın ise herhangi bir ulus için takibi yapılamayan gelip geçen bir “enerji akışına” ait olduğuna işaret ediliyor.
Dokuzuncu bölümde yazarlar, Avrupa emperyalizmine kadar giden bu kadim rezerv ve kaçak akış ikiliğinin tarihsel kökenlerinin izini sürüyorlar. Kitabın belki de en büyüleyici kısmında Malm ve arkadaşları kömür çıkarımının ve buharla çalışan savaş gemilerinin kullanımının genişlemesinin, uygulayıcılarının zihninde Avrupa emperyal egemenliği ile iç içe geçmiş olduğunu ifade ederek, kapsamlı bir enerji ve ırk şeceresi sunuyorlar. Yazarlar, “rezerv emperyalizmi”nin, halklar hakkında fosil yakıt yanmasına dayalı teknolojik gelişmeleri temel alan “uygar” ve “uygar olmayan” halklar şeklinde varsayımlar ortaya attığına dair kesin kanıtlar sunuyorlar.
İngiliz emperyalistleri, her şeye kadir olmalarını ve diğerlerine üstünlüklerini sağladığı için buhara methiyeler dizmişlerdir. “O halde beyaz adamı… her yerde bu kadar ilerlemeci ve saldırgan yapan nedir tam olarak?” diye soruyordu İngiliz inşaat mühendisi John Turnbull Thomson, 1874’teki bir konferansta. “Onun buharla birleşen insanlığı ve bilimidir. Peki onun için buhar üreten nedir? Kömürdür. O zaman ırkımız olmaksızın kömürün neyle alakası olurdu? Şu ana kadar bildiğimiz kadarıyla, her şeyle.” Malm ve arkadaşları ırksal ilkel fosil kapitalizmin kökenlerini göstermek için “ırksal kapitalizm” fikrini geliştirerek beyazlığın tam olarak ne zaman fosil yakıtları yakmak anlamına geldiğini etkili bir şekilde saptıyorlar.
Onuncu bölümde, yazarlar bu enerji-ırk fikirlerinin klasik faşizm sırasında yeniden su yüzüne çıktığına ve iki savaş arası aşırı milliyetçilikle kabarıp taşma noktasına geldiğine dair tartışmalar yürütüyorlar. Filippo Tommaso Marinetti ve Ernst Jünger gibi faşist şair ve propagandacıların eserlerine atıfta bulunarak, iki savaş arası faşizmde, üretim savaşı (Produktionskrieg) için üretici güçlerin nihai maddiliği olarak algılanan nihai yok edici olarak makinelere tam bir tapınmaya tanık oluyoruz. Yazarların Marinetti ve Jünger hakkındaki bilgileri hiç kuşkusuz güçlü olsa da Güney Amerika’daki daha az gelişmiş kapitalist ülkelerdeki benzer ulusal propagandacıların doğayı ve endüstriyi aynı şekilde tasavvur edip etmediklerini öğrenmek beni açıkçası çok mutlu ve tatmin ederdi.
Son bölümde, Kolektif ana odağı inkarın geleceğine çekiyor. İrrasyonalite, narsisizm, kapitalizm ve kriz arasındaki ölümcül etkileşimin içine dalarak neredeyse iklim inkarcılığının psikanalizi üzerine bir meditasyona varıyor. Yazarlar, Stanley Cohen ve Sigmund Freud okumalarına dayanarak, yanan bir dünya tarafından yaralanan egolarımızın faşist bir zihniyete girebileceğini öne sürüyorlar. Bu senaryoda faşizm narsisistik yaralanma için bir tedavi işlevi görüyor ve toplu bir ölüm güdüsü içine girebiliyoruz.
Bu kitabın yine de birkaç eksiği mevcut. Birincisi yazarlar fosil faşizmine direnme stratejileri hakkında hiçbir şey söylemiyorlar. Metin talep ya da reçete sunmaktan geri durarak sadece betimleyici bir özellik taşıyor.
İkinci bir eksiklikse kitabın kapsamı ile ilgili. Kolektif, Çin veya Hindistan’daki ya da faşizmin tarihsel olarak baş gösterdiği Latin Amerika ülkelerinin hiçbirisindeki fosil faşizmini incelemiyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Avrupa’nın “dünyaya faşizmi bahşetmesi” gerçeğinin etkisiyle kitabın odağını Avrupa teşkil ediyor. Ancak, buna saygı duyarak faşizmin aslında Amerikan kökenli olduğuna dair güçlü bir tarihyazımı argümanına işaret etmem gerekiyor. Gerçekten de, Robert Paxton da dahil olmak üzere faşizm tarihçilerinin iddia ettiği gibi, Güneyin Yeniden Yapılanması’ndaki ilk Ku Klux Klan’ın dünyanın en orijinal faşist hareketi olduğuna yönelik güçlü bir iddia mevcut.
O halde, faşizmi dünyaya Amerikan yarıküresinin bahşettiği de iddia edilebilir benzer şekilde. Avrupa şüphesiz faşizmin tarihsel odağının en belirgin hale geldiği yerdir. Ancak bu durum Malm ve diğer yazarların ona verdiği istisnai statüyü illa ki garanti etmez. Bu transatlantik karşılıklılığı kabul etmek Avrupa’yı merkezden kaydırmamıza ve bilimsel odağı Avrupa’dan uzaklaştırıp, örneğin Arjantin veya Şili gibi tarihsel olarak faşist eğilimler sergileyen ve gelecekteki çalışmaların odaklanması gereken yerlere kaydırmamızı sağlar.
Benzer bir biçimde yazarlar Çin veya Hindistan’daki iklim bilinçli otoriterliği de elden geçirmiyorlar. Kolektif çalışmanın “kapsamlı veya kesin bir soruşturma iddiasında bulunmadığını” kabul ediyor, ki bu da gayet kabul edilebilir bir durum. Ancak, Helen Thompson’ın da belirttiği gibi, iklim değişikliği etkilerinin hafifletilmesi konusu, bir ekonomi veya fizik sorunu olduğu kadar aynı zamanda jeopolitik de bir sorundur. Bu sorun, günün birinde (dünyanın en çok karbon salan ülkesi) Çin gibi baskıcı otoriter rejimlerle uzlaşma politikaları geliştirmeyi, (dünyanın en çok karbon salan 3. ülkesi) Hindistan gibi diğerleriyle de işbirliğini gerektiren bir sorundur. İklim felaketinin etkilerini hafifletme mücadelesi böylece bu cephelere değin uzandığından antifaşistler ve ırkçılık karşıtları da Avrupa, Amerika veya Brezilya fosil faşizmini anlamaları gerektiği kadar bu rejimleri de anlamak zorunda kalacaklardır. Bu nedenle kitap, Hindu veya Çin komünizmi iklim politikaları hakkında tamamlayıcı çalışmalara ilham kaynağı teşkil etmeli.
Ancak belki de bu meseleler çok az kitabın küresel çevre politikasının kapsamlı bir açıklamasını sunabileceği gerçeğiyle ilgili daha fazla şey söylemektedir. Her açıdan bu kitap 21. yüzyılda iklim inkarcılığı ve aşırı sağ siyasetin kesişimi olgusuna dair ciddi bir tarihsel araştırmadır ve faşizmin antifaşist okumaları için sağlam bir temel sağlamaktadır. Oyunun adı düşmanımızı tanımaksa, bu çok önemli bir ilk adım.
1Louis Althusser, On the Reproduction of Capitalism: Ideology and Ideological State Apparatuses, s. 77.