Click here for the English version.
Çeviren: Olcay Çelik
Marx’ın kâr oranının düşme eğilimi yasası kapitalist üretim tarzının geleceğini tahmin etmenin temelini oluşturur. Bu yasa sermayenin kârlılığında kapitalist üretimi giderek içinden çıkılmaz hale getiren krizlere sokan, sürekli bir düşüş öngörür. Kârlılığın düşüş hızını yavaşlatabilecek ve hatta bazen bu düşüşü tersine çevirebilecek karşı-eğilimler olsa da, uzun vadede bunlar ana eğilimi değiştirme gücüne sahip değildir.
Bu karşı-eğilimlerden biri sermayenin kapitalist üretimde hammadde (veya döner sermaye) maliyetini düşürmek için doğal kaynakların yoğun kullanımı yoluyla üretim maliyetlerini düşürme ve kârlılığı artırma çabasıdır. Dolayısıyla kâr oranı “hammaddelerin değeriyle ters orantılıdır” (Marx 1967 III, 111). Hammadde ve enerji ne kadar ucuzsa, kâr oranı da o kadar yüksek olur. Yine de, kapitalist üretimin dinamizmi “değişmeyen sermayenin sabit sermayeyi … kapsayan kısmının organik hammaddeleri içeren kısmını önemli ölçüde geride bırakmasına yol açar, böylece bu hammaddelere olan talep bu hammaddelerin arzından daha hızla büyür” (s. 118–119). Hammaddeler, sabit sermaye yatırımlarındaki artışa oranla ‘kıt’ hale gelir. “Kapitalist üretim ne kadar fazla gelişmiş, dolayısıyla makinelerden vb. oluşan değişmeyen sermaye kısmını aniden ve devamlı artırma ihtiyacı ne kadar çok artmışsa, makine ve diğer sabit sermayenin göreli aşırı-üretimi o kadar büyük, bitkisel ve hayvansal hammaddelerin eksik-üretimi o kadar sık ve bunların fiyatlarında daha önce açıkladığımız artış ve buna karşılık gelen tepki de o kadar belirgin olur” (Marx 1981, 214).
Yeterli miktarda ucuz enerji ve hammadde harekete geçirilebilirse, özellikle de ‘sermaye tasarrufu’ sağlayacak yenilikler emek tasarrufu sağlayacak hareketlerle kol kola yürütülürse, sermayenin artan organik bileşimi azaltılabilir. O zaman kâr oranındaki düşme eğilimi sadece yavaşlatılmış olmakla kalmaz, aynı zamanda (bir süre için) tersine çevrilir. Aynı mantık, değişen sermaye için de geçerlidir. Yeterli miktarda ucuz yiyecek sağlanabilirse, artıdeğer oranı artılabilir.
Jose Tapia, turba ve odun kömüründen kömüre ve kömürden petrole geçişlerin küresel kapitalizm tarihinde hızlandırılmış birikim dönemlerini başlatan büyük teknolojik devrimler olduğunu, çünkü ucuz enerjinin “kâr oranındaki düşüşü güçlü bir şekilde yavaşlattığını” söyler.[1] Pahalı petrol ise, tersine, karlılığı azaltır ve iyi bilindiği üzere, 1970’lerin başında, 1980’lerin sonunda, 1990’ların sonunda ve Büyük Durgunluk’tan [ç.n. – Kapitalizmin 2008-9 krizinden] hemen önceki yıllarda olduğu gibi ekonomileri krize iter. 1970’lerin ortalarındaki küresel çöküş genellikle Petrol Krizi olarak adlandırıldı ve dünya petrol fiyatında zirve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk eşzamanlı küresel durgunluğun başladığı yıl olan 1974’te görüldü.
Ancak petrol fiyatları 1980, 1990, 2000 ve 2008’de de zirve yapmıştı. Bu da beş krizin her birinden hemen önceki dönemde petrol fiyatlarının yükseliş trendinde olduğu anlamına geliyordu. Ekonometrist James Hamilton savaş-sonrası ABD verilerinde petrol fiyatlarındaki şoklar ile yaşanan ekonomik durgunluklar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki olduğunu gösterdi.[2] Hamilton’un vardığı sonuç, eldeki kanıtların “aradaki tarihsel korelasyonu reddetmeyi zorlaştırdığı”ydı, yani ekonomiyi durgunluğa iten şoklar petrol fiyatlarındaki artışlardan kaynaklanıyor olabilirdi. Bugün petrol fiyat şokları ile dünya ekonomisinin son beş krizi arasında bir ilişki olduğuna dair kanıtlar sağlamdır.
Kapitalizm, ‘doğanın karşılıksız armağanlarını’ kâra dönüştürür. Sürekli olarak kârlılığı artırma dürtüsü içinde doğal kaynakları tüketir ve bozar. Doğa özelleştirilip özel mülkiyete dönüştürüldüğü için, ‘doğa’ sahipleri de emeğin sömürülmesinden rant elde ederler. Ancak doğal kaynaklar tükendiği ve yenilenmediğinden, artan hammadde fiyatlarını kontrol etmek ve düşürmek için sermaye sürekli bir savaş halindedir ve bu da kâr oranının düşme eğilimine başka bir faktör ekler. Kâr güdüsü tarımda sanayileşmenin, enerjinin ve meta üretiminin kontrolsüz bir şekilde genişlemesi yoluyla karbon salımının artmasına ve doğal kaynakların tükenmesine neden olarak, küresel ısınmanın gezegenin varlığını tehdit eden seviyelere dek tırmanmasını beraberinde getirdi.
BM şöyle diyor: “Sanayileşmiş ülkeler Paris’te kararlaştırılan 1.5℃ derece hedefini tutturmak için 10 yıl boyunca sera gazı salımlarını yıllık en az yüzde 7.2 azaltamazlarsa, dünya şu anda 3.2℃ veya daha fazla bir sıcaklık artışı yaşayacak”. Paris Anlaşması küresel ısınmayı mümkün olduğunca 1,5 ℃’ye yakın tutmayı amaçlasa da, bu onun ‘güvenli’ bir seviye olduğu anlamına gelmiyor. Şimdiye kadarki 1 ℃ ısınma bile dünyanın dört bir yanındaki topluluklara ve ekosistemlere önemli etkiler yaşattı ve 1.5 ℃’deki etkiler daha da sert olacak. Sıcaklıklar 1.5 ℃ yükselirse yoksulluk ve dezavantajlar da artacaktır. Özellikle küçük ada devletleri, deltalar ve alçak kıyılar artan sel riskine karşı ve tatlı su kaynaklarına, altyapıya ve geçim kaynaklarına yönelik tehditlere karşı savunmasızdır. Tropik ve güney subtropik bölgeleri potansiyel olarak en sert şekilde etkileyeceği için, bu 1.5 ℃’lik ısınma aynı zamanda küresel ekonomik büyüme için bir risk oluşturmaktadır. Sel, sıcak hava dalgaları ve kuraklık gibi afetler daha sık, şiddetli ve yaygın hale gelecek ve bu da sağlık hizmetleri, altyapı ve afet müdahalesi açısından artan maliyetler ortaya çıkacaktır.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) altıncı raporu, iklim değişikliği ve küresel ısınmanın “kesinlikle insan faaliyetlerinden kaynaklandığını” açıkça belirtiyor. Peki, iklim değişikliğinin günahı tüm insanlığın boynuna mıdır, yoksa geleceğimiz hakkında karar, kontrol ve mülkiyet hakkına sahip olan bir azınlığın mı? Konuyla ilgili bilimsel bilginin mevcut olmadığı bir toplumun üretim, ısınma ve ulaşım için enerji üretmek için fosil yakıt kullanmasında şaşılacak bir şey olamazdı, şüphesiz. Fakat küresel ısınmanın nedeninin karbon salımı olduğu bilen bir toplum çevreyi korumak için gezegene zarar vermeyen alternatif enerji kaynakları aramak yerine kontrolsüz bir biçimde fosil yakıt arama ve üretimini genişletmeye devam eder mi?
Bilim insanları tehlikeler konusunda onlarca yıl önce uyardılar. Nükleer fizikçi Edward Teller 1959’da petrol endüstrisini, ürününün insan uygarlığı üzerinde feci bir etkiye sahip olacağı konusunda uyardı.[3] Exxon veya BP gibi başlıca fosil yakıt şirketleri sonuçların ne olduğunu biliyorlardı ancak kanıtları saklamayı ve hiçbir şey yapmamayı seçtiler – tıpkı tütün şirketlerinin sigara konusunda yaptığı gibi. [4] IPCC raporunda sunulduğu gibi, gezegene zarar veren karbon salımlarına ilişkin bilimsel kanıtlar sigaranın sağlığa verdiği zarar gibi geri dönülemez nitelikte. Yine de çok az şey yapıldı veya hiçbir şey yapılmadı çünkü çevrenin kârlılığın önünde durmaması gerekiyordu.
Dolayısıyla suçlu ‘insanlık’ değil, endüstriyel kapitalizm ve onun fosil yakıtlara olan bağımlılığıdır. Bireysel düzeyde, esasen Küresel Kuzey’de yerleşik olan dünya nüfusunun en zengin yüzde biri, son 25 yıldaki karbon kirliliğinden insanlığın en yoksul yarısını oluşturan 3,1 milyar insanın iki katından daha fazla sorumludur.[5] Hanelerin en zengin yüzde 10’u, kara taşımacılığıyla bağlantılı tüm enerjinin neredeyse yarısını (yüzde 45) ve havacılıkla bağlantılı tüm enerjinin de dörtte üçünü kullanıyor. Ulaşım bugün küresel salımların yaklaşık dörtte birini oluştururken, SUV tipi binek araçlar 2010 ile 2018 arasında küresel karbon salımı büyümesinin ikinci büyük itici gücü oldu. Ancak daha da önemlisi, 1988’den beri dünya sera gazı salımının yüzde 70’inden fazlasını sadece 100 şirket gerçekleştirdi.[6] Yani büyük sermaye aşırı zenginlerden daha fazla kirletiyor.
BM, küresel ısınma durdurulmadıkça gezegenin milyonlarca insan için “yaşanmaz bir cehenneme” dönüşeceğini tahmin ediyor.[7] 1.5℃’de bile deniz seviyesinin iki ila üç metre arasında yükseldiğini göreceğiz. Aşırı ısı örnekleri yaşamamız yaklaşık dört kat daha olası. Şiddetli yağışlar yaklaşık yüzde 10 daha şiddetli olacak ve meydana gelme olasılığı da 1.5 kat daha fazla olacak. Deniz seviyesinin yükselmesi, Kuzey kutup buzulunun erimesi ve okyanusların ısınması ve asitlenmesi gibi değişikliklerin çoğu halihazırda geri döndürülemez seviyede. IPCC bilim adamlarına göre, salımlardaki ciddi azalmalar daha kötü iklim değişikliğini engelleyebilir, ancak dünyayı geçmişin daha ılımlı havalarına geri döndüremez.
Avrupa İklim Komiseri Connie Hedegaard, “Doktorunuz ciddi bir hastalığınız olduğundan yüzde 95 emin olsaydı, hemen tedavi aramaya başlardınız” diyor. Peki, çözümler neler? IPCC başkanı, büyük ölçekli fosil yakıt kullanımını azaltmanın tek yolunun karbon salımlarını ‘fiyatlandırmak’ olduğunu düşünüyor: “Yüksek karbon salımlarına enerji şirketlerini ve imalatçıları fosil yakıt kullanımını azaltmaya zorlayacak bir fiyat konmadıkça aşırı derecede zararlı sıcaklık artışlarından kaçınma şansı çok az gibi görünüyor.”
IMF bir süredir bir iklim politikası paketinin parçası olarak karbon fiyatlandırmasının ‘yeterli olmasa da zorunlu’ olması için baskı yapıyordu. Paket, ‘yeşil teknoloji’ yatırımlarını ve en kötü durumda olanların mali yük ile başa çıkmalarına yardımcı olacak gelir yeniden-dağıtımı politikalarını da içeriyordu. IMF şimdi küresel bir minimum karbon fiyatı önermiş durumda. Önde gelen iklim ekonomisti William Nordhaus, karbon fiyatı taahhüt etmeye istekli ülkelerden oluşan bir ‘iklim kulübü’ çağrısında bulunuyor. “salımları azaltmanın temel bileşenlerinden biri yüksek karbon fiyatlarıdır” diyerek, bu ‘iklim kulübünün’ karbon fiyatlandırması olmayan ülkelere bir ceza tarifesi uygulaması gerektiğini belirtiyor. Nordhaus böyle bir yaklaşımın mevcut küresel iklim anlaşmalarındaki ‘beleşçi ülke’ sorununu çözmeye de yardımcı olacağını düşünüyor. Çünkü bu anlaşmaların hepsi gönüllülük esasına göre yapılıyor.
İklim değişikliğine yönelik piyasacı çözümler vergi veya kota sistemi aracılığıyla karbon salımlarının zararlı etkilerini önleyerek ‘piyasanın başarısızlığını’ düzeltmeye çalışmak üzerine kuruludur. Temel argüman şudur: ana akım iktisat teorisi karbonun toplumsal maliyetlerini fiyatlara dahil etmediği için fiyat mekanizması bir vergi veya yeni bir pazar yoluyla ‘düzeltilmesi’ gerekir.
Bununla ilgili ilk sorun, iklim değişikliğinin (tütün gibi) yalnızca bir piyasanın başarısızlığı değil, kapitalist ulaşım, enerji, teknoloji, finans ve istihdam alanları gibi bir çok piyasanın başarısızlığı olmasıdır.[8] Karbonun ‘toplumsal fiyatının’ ne olması gerektiğini hesaplamaya çalışan ekonomistler işin içine o kadar çok faktörün girdiğini ve fiyatlandırmanın o kadar uzun bir zaman dilimi gözetilerek tahmin edilmesi gerektiğini buldular ki, bir ‘toplumsal hasarın’ parasal değeri için yapılan tahminler CO2 tonu başına 14 dolardan 386 dolara kadar değişmektedir! “Düşük olasılıklı ancak yüksek hasarlı, felaket yaratacak veya geri dönüşü olmayacak sonuçların belirsizliklerini yaklaşık olarak tahmin etmek imkansızdır.”[9] Ayrıca karbon fiyatlandırmasının uygulandığı yerlerde salımları azaltmada başarısız olunmuştur. Hatta Avustralya örneğinde görüldüğü üzere, hükümet enerji ve madencilik şirketlerinin baskısı ile uygulamayı sonlandırmıştır.
Karbon salımı fiyatlarının yükseltilmesi hakkında çok şey konuşuluyor ama hükümetlerin fosil yakıt endüstrilerine yapmaya devam ettiği devasa sübvansiyonlar hakkında çok az şey söyleniyor ya da hiçbir şey söylenmiyor. AB Komiseri Gentiloni itiraf ediyor: “Paradoksal olarak, [mevcut enerji vergilendirme yönergesi] çevre dostu yakıtları değil, fosil yakıtları teşvik ediyor. Bunu değiştirmeliyiz.” G20 ülkeleri, birçoğunun krizle mücadele etme taahhüdüne rağmen, 2015 yılında Paris iklim anlaşmasının imzalanmasından bu yana fosil yakıtlar için 3,3 trilyon dolardan (2,4 trilyon sterlin) fazla sübvansiyon sağladı. G20 üye ülkeleri, fosil yakıt üretimi ve tüketimi için önemli mali destek sağlamaya devam ediyor.[10] Çin, 2019’daki desteğin yaklaşık dörtte birini sağladı. Ancak kişi başına düşen destek miktarı 104 dolar ile G20 ortalaması olan 313 doların oldukça altında kaldı. Buna karşılık Suudi Arabistan (1.962 dolar), Arjantin (734 dolar) ve Rusya (523 dolar) ilk sıralarda yer aldı. G20 bir bütün olarak 2015–19 arasında fosil yakıt üretimi ve tüketiminin finansmanı yüzde 10 oranında kesti. Ancak bir bütün olarak yapılan kesintiye bakmak ülkeler arasında önemli farklılıkları maskeliyor. Örneğin başta Avustralya, Kanada ve ABD olmak üzere sekiz üye sübvansiyonları artırdı. Avustralya, dönem içinde fosil yakıt sübvansiyonlarını yüzde 48, Kanada yüzde 40 ve ABD ise yüzde 37 oranında arttırdı. Birleşik Krallık’ın sübvansiyonları bu süre içinde yüzde 18 düştü ancak 2019’da hala 17 milyar dolardı. En büyük sübvansiyonlar, birlikte tüm sübvansiyonların yaklaşık yarısını oluşturan Çin, Suudi Arabistan, Rusya ve Hindistan’dan geldi.
Fosil yakıt sübvansiyonlarının yaklaşık yüzde 60’ı fosil yakıt üreten şirketlere, yüzde 40’ı ise enerji tüketici fiyatlarının düşürülmesine gitti. Yine de 32 ülkedeki tüketicilere yönelik fosil yakıt sübvansiyonlarında reform yapmak 2030 yılına kadar CO2 salımlarını 5,5 milyar ton azaltabilir, bu da yaklaşık 1000 kömürle çalışan elektrik santralinin yıllık salımına eşdeğerdir ve ayrıca hükümetlere 2030 yılına kadar yaklaşık 3 trilyon dolar tasarruf sağlayabilir [11]. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) 2050 yılına kadar net sıfır salım için yol haritası kömürle çalışan üretimde yıllık yüzde 6’lık bir düşüş çağrısı yapıyor. Ancak kömür üretimi artmaya devam ediyor. [12]
Salımların yüzde 80’inden fazlası Fransa, Almanya ve Güney Afrika’daki karbon fiyat programları kapsamındadır. Birleşik Krallık’ta salımların sadece yüzde 31’i kapsam dahilinde olmasına rağmen, ülke CO2 tonu başına 58 dolar ile en yüksek karbon fiyatlarından birine sahip. ABD’de salımların sadece yüzde 8’i kapsanıyor ve ton başına 6 dolar gibi düşük bir fiyat uygulanıyor. Rusya, Brezilya ve Hindistan’da karbon fiyatları yok. Mevcut ortalama küresel karbon fiyatı 2 doların altında ve küresel salımların yüzde 80’inin karbon salımı fiyatlandırma piyasası yok![13] Yani karbon fiyatlandırması ve vergilendirme çözümü salımları düşürmeye çalışsa bile, küresel ısınma ‘bardağı taşıracak noktaya’ ulaşmadan asla küresel olarak uygulanamayacağı için boş bir hayaldir.[14]
Piyasacı çözümler işe yaramıyor çünkü kapitalist şirketler için iklim değişikliğinin hafifletilmesine yatırım yapmak kârlı değil: “Üretken sermayeye ve altyapıya yapılan özel yatırımlar, her zaman fiyatlandırılması mümkün olmayabilen yüksek ön maliyetler ve önemli belirsizliklerle karşı karşıya. Ayrıca düşük karbon ekonomisine geçiş için yapılan yatırımlar, konuya yönelik farklı politika yaklaşımlarına ve öngörülemeyen teknolojik gelişmelere bağlı olarak önemli siyasi riskler ve likidite azlığı yaratabileceği gibi, getirisi de belirsizdir” (IMF). Gerçekten de öyledir: “Karbon vergilendirmesi ve karbon fiyatlandırması için önümüzdeki yollar oldukça belirsiz olduğundan ve özellikle politik-ekonomiye dair nedenlerden dolayı, düşük karbon yatırımlarının özel ve toplumsal getirileri arasındaki büyük fark gelecekte de devam edecek gibi görünüyor. Bu, sadece karbon salımlarının şu anda fiyatlandırılmamasından kaynaklı olarak iklim azaltım programının şu an için eksik bir pazar olmasından değil, aynı zamanda teknolojiye, altyapıya ve sermayeye yapılacak özel yatırımların getirilerinin belirsizliğinden dolayı gelecekte de eksik bir pazar olacağı anlamına gelir.”
- yüzyıl sonlarının Marksist ekonomisti Ernest Mandel şöyle yazmıştı: “Modern endüstriyel teknolojinin kaçınılmaz olarak çevre dengesini tahrip etmeye yöneleceği iddiası doğru değildir. Temel bilimlerin ilerlemesi, çok geniş teknik olanaklar yelpazesi açacaktır”.[15]Artan kirlilik ve çevresel bozulma teknoloji yüzünden değil, kapitalistlerin çevre pahasına kâr peşinde koşmalarından kaynaklanmaktadır. Sosyalistler üretim araçları ile bunların kapitalizm altındaki kullanımları arasında ayrım yapmak zorundadırlar.
Kapitalizm insan ihtiyaçlarını karşılama konusunda oldukça verimsizdir; o kadar çok üretmesine rağmen insan nüfusunun yüzde 60’ı en temel mallara bile erişemiyor. Peki, niye? Çünkü meta üretiminin büyük bir kısmının (ve bunun gerektirdiği tüm enerji ve malzemelerin) insan refahı ile ilgisi yoktur. Amaç, ekonominin insan refahı ve ekolojik yenilenme etrafında örgütlenen kısımlarını (ekonominin kullanım değeri kısmını) korurken ve hatta geliştirirken, ekolojik olarak yıkıcı ve toplumsal olarak daha az gerekli üretimi (değişim-değeri kısmını) küçültmek olmalıdır.
Bu çok yönlü ve bileşik çevresel krizlerin çözümü ‘küçülme’ değil, Mandel’in formüle ettiği gibi ‘kontrollü ve planlı büyüme’dir: “Böyle bir büyüme özel kârın talepleriyle hiçbir ilişkisi olmayan ve açık bir şekilde belirlenmiş önceliklerin hizmetinde olmalı, … akılcı insanlar tarafından yönetilmelidir. ‘Sıfır büyüme’, açıkça insanlık-dışı bir seçimdir. İnsanlığın üçte ikisi hala asgari geçim seviyesinin altında yaşıyor. Büyümenin durdurulması, azgelişmiş ülkelerin sürekli kıtlığın eşiğinde, yoksulluk bataklığına saplanıp kalmaya mahkûm edilmesi anlamına gelir. “Planlı büyüme, insanlar tarafından akılcı olarak kontrol edilen kontrollü büyüme anlamına gelir. Bu, sosyalizmi gerektirir: İnsanlar ‘kör ekonomik yasalar’ın veya ‘teknolojik zorlamaların’ kölesi olmak yerine ‘birleşmiş üreticiler’ olarak üretimin kontrolünü ele geçirmedikçe ve kendi çıkarları için kullanmadıkça böyle bir büyüme elde edilemez.
Küresel bir plan, yatırımları yenilenebilir enerji, organik tarım, toplu taşıma, kamu su sistemleri, ekolojik iyileştirme, halk sağlığı, kaliteli okullar ve şu anda karşılanmayan diğer ihtiyaçlar gibi toplumun ihtiyaç duyduğu şeylere yönlendirebilir. Kaynakları Kuzey’deki işe yaramaz ve zararlı üretimden çekip Güney’i geliştirmeye, temel altyapı, sanitasyon sistemleri, devlet okulları, sağlık hizmetleri inşa etmeye yönlendirerek dünyanın her yerinde kalkınmayı eşitleyebilir. Aynı zamanda, küresel bir plan, gereksiz veya zararlı endüstrilerin azaltılması veya kapatılması nedeniyle yerinden edilen işçilere eşdeğer işler sağlamayı hedefleyebilir. Ayrıca küresel bir plan, gıda üretiminde yeni teknolojiyi kullanmaya başlayabilir. Zararlı ve acımasız hayvancılık, bitki bazlı et üretimi ve organik tarımla aşamalı olarak kaldırılabilir.
Kapitalist ekonomi özel sektöre dayalıdır ve kamu sektörü özel sektöre destek olarak faaliyet göstermektedir. Özel sektör kâr için çalışır, bu yüzden kârlı faaliyetlere odaklanır, kârsız olan alanlardan ise uzak durur. Kapitalist ekonominin sağlık ve ekonomik krizleri aşması için öncelikle özel sektörü (ekonominin baskın sektörü olduğu için) harekete geçirmesi gerekir. Bu, yeterince kârlı teşvikler vererek özel sektörü sübvanse etmek için kamu sektörünün kullanılmasını gerektirir. Dolayısıyla kapitalist bir ekonomide eylemler yavaş ve belirsizdir.
Buna karşılık, planlı bir ekonomide ana sektörler toplumun mülkiyetinde ve idaresindedir. Toplumsal planlamada herhangi bir artık üretmeyen faaliyetler planlanacağı gibi, diğer ekonomik faaliyetler tarafından yapısal olarak sübvanse edilecekleri için, bilinçli olarak zarar eden faaliyetler de planlanabilir. Ayrıca planlı bir ekonomi acil bir beklenmedik durumla karşı karşıya kaldığında, planlama otoritesi tarafından işletilen doğrudan bir mekanizma aracılığıyla kaynakları zamanında ve yeterli sayıda harekete geçirebilir. Dolayısıyla, gereken acil müdahalenin hem gerçekleşeceği, hem de hızlı ve dakik olacağı kesindir.
Bu yüzden planlı bir ekonomi sağlık krizi gibi beklenmedik durumlarla yüzleşmek için daha donanımlıdır. COVID salgını sırasında Donald Trump ABD ekonomisinin durdurulmak için inşa edilmediğini söyledi. Bunun temel nedeni kapitalist işletmelerin kâr için faaliyet göstermeleri, aksi takdirde var olmaları için hiçbir nedenlerinin olmamasıdır. Zira üretim maliyetinin altında veya zararına çalışamazlar. Başka biri onları çalışmaya devam etmeleri için sübvanse etmedikçe dükkanı kapatacaklardır. Sosyalist bir ekonomi ise, aksine, yalnızca üretim maliyetlerini karşılayarak, yani bir artık (kâr) elde etmeden hayatta kalabilir. Aynı nedenlerle, ekonomik kayıp koşullarında dahi daha uzun süre hayatta kalabilir.
Koronavirüs aşısından alınacak ders, temel araştırmalara harcanan yılda birkaç milyar doların ölüm, hastalık ve ekonomik yıkımda bin kat daha fazla kaybı önleyebileceğidir. COVID aşısı deneyiminden, araştırma ve geliştirmenin kâr ihtiyaçlarını değil, insanların sağlık ve tıbbi ihtiyaçlarını karşılamaya yönlendirilebilmesi için çok uluslu ilaç şirketlerinin kamuya ait olması gerektiğinden daha iyi ne öğrenebiliriz? Elbette, devlete ait şirketler de sermayenin ve kârın çıkarları için çalışabilir. Ancak demokratik olarak planlanmış bir ekonomide toplumsal ihtiyaçlar için çalışacaklardır. Planlı bir ekonomide gerekli aşılar sadece bu şirketler tarafından belirlenen fiyatları ödeyebilen ülkeler ve insanlar yerine, en yoksul ülkelerde ve koşullarda milyarlarca kişiye ulaşabilir. Kamu Vatandaşlarının İlaçlara Erişimi programı direktörü ve şirket-karşıtı Peter Maybarduk, “Bu, halkın aşısı” dedi. “Federal bilim insanları onu icat etmeye yardım etti ve geliştirilmesini finanse eden de vergi mükellefleri … Bu yüzden aşı insanlığa ait olmalıdır.”
Planlı bir küresel ekonomi içinde vahşi yaşamı izlemek, yayılmaları azaltmak, vahşi yaşam et ticaretini sona erdirmek ve ormansızlaşmayı azaltmak için bir program oluşturmak mümkün olacaktır.[16] Böyle bir planın maliyeti yılda 20 milyar dolardan fazla olamaz. Bu, dünya çapında ulusal ekonomilerden trilyonlarca doları silen Covid-19 pandemisinin maliyetinin yanında devede kulak bile değildir. On yılda yaklaşık 260 milyar dolarlık harcama, koronavirüs salgını ölçeğinde başka bir pandemi riskini önemli ölçüde azaltabilir. Bu, Covid-19’un dünya ekonomisine tahmini 11.5 trilyon dolarlık maliyetinin sadece yüzde 2’sidir.
Ayrıca, vahşi yaşam ve ormanların korunmasına yapılacak harcamalar, iklim krizine neden olan karbondioksit emisyonlarını azaltmanın getireceği fayda ile amorti edilecek. WEF tarafından yayınlanan Yeni Doğa Ekonomisi projesi şöyle diyor: “Doğa ve iklim için geri dönüşü olmayan kırılma noktalarına ulaşıyoruz. Ekonomideki toparlanma çabaları gezegenin krizlerine eğilmezse, en kötü etkilerinden kaçınmak için kritik bir fırsat penceresi geri döndürülemez bir şekilde kaybedilecek. Kaldı ki bu yaklaşan felaketlerle başa çıkmanın maliyeti, hükümetlerin istihdamı ve işletmeleri COVID-19 pandemisinden kurtarmak için yaptığı son mali harcamalardan çok daha fazla olmayacaktır.”
[1] https://drexel.edu/~/media/Files/coas2/politics/Tapia_FromTheOilCrisisToTheGreatRecession%20-%20FiveCrisesOfTheWorldEconomy%202014.ashx?la=tr
[2] Hamilton, https://www.brookings.edu/wp-content/uploads/2009/03/2009a_bpea_hamilton.pdf
[3] https://www.theguardian.com/environment/climate-consensus-97-per-cent/2018/jan/01/on-its-hundredth-birthday-in-1959-edward-teller-warned-the-oil-industry-about-global-warming
[4] https://www.cbsnews.com/news/big-tobacco-kept-cancer-risk-in-cigarettes-secret-study/
[5] https://www.theguardian.com/environment/2020/sep/21/worlds-richest-1-Cause-double-co2-emissions-of-poorest-50-says-oxfam
[6] https://www.theguardian.com/sustainable-business/2017/jul/10/100-fossil-fuel-companies-investors-responsible-71-global-emissions-cdp-study-climate-change
[7] https://www.aljazeera.com/news/2019/5/9/un-chief-forecasts-total-disaster-if-global-warming-not-stopped
[8] https://www.ft.com/content/bb92c7aa-aa1d-4797-9739-81ce1054ceaa
[9] https://systemchangenotclimatechange.org/article/%E2%80%9Csocial-cost-carbon%E2%80%9D-what-price-existence
[10] https://about.bnef.com/blog/new-report-finds-g-20-member-countries-support-fossil-fuels-at-levels-untenable-to-achieve-paris-agreement-goals /
[11] https://www.iisd.org/articles/fossil-fuel-subsidy-reform-could-reduce-co2-emissions-equivalent-those-1000-coal-fireed
[12] https://www.iea.org/reports/net-zero-by-2050
[13] https://www.ft.com/content/9cd74b8f-4d6c-4cf8-a249-87c0acb1a828
[14] https://thenextrecession.files.wordpress.com/2020/01/tippingpointsintheclimatesystemand_preview.pdf
[15] https://librationschool.org/degrowth-a-politics-for-what-class/
[16] https://www.sutradirectory.com/articles/rampant-destruction-of-forests-will-unleash-more-pandemics-192956.html