6 Haziran 2016, Climate&Capitalism.com
Son yıllarda yayımlanan en önemli marksist teori kitaplarından biri olan John Bellamy Foster’ın Marx’ın Ekolojisi: Materyalizm ve Doğa, Marx’ın metabolik yarık kavramında kristalize olan insanların doğal dünyadan yabancılaşmasına ilişkin anlayışını yeniden gün yüzüne çıkarmış ve genişletmişti.
Bu kitabın ve Foster’ın sonraki çalışmalarının doğrudan bir sonucu olarak artan sayıda araştırmacı Dünya sistemindeki (Earth System) krizi anlamada bir çerçeve olarak marksist ekolojik teoriyi benimsemiş ve bu 21. yüzyılda ekososyalist teorinin yeniden canlanmasının temelini oluşturmuştur.
Ancak ekolojik marksizm ve metabolik yarık teorisinin benimsenmesini herkesin desteğini almış durumda değil. Foster’ın görüşlerinin belki de en ateşli eleştirmeni, “dünya ekolojisi” adını verdiği alternatif bir görüşü savunan Jason W. Moore’dur. Moore, pek çok deneme ve konuşmada ve de Hayatın Dokusundaki Kapitalizm adlı kitabında, Foster’ı tekrar tekrar “kartezyen düalizm” ve “yeniden yapılandırma ve birlik yerine bozulma ve ayrılığı vurgulamak” ile suçladı.
6 Haziran 2016’da gerçekleştirilen bu söyleşide Climate&Capitalism sitesinin editörü Ian Angus, Foster’a Moore’un eleştirileri hakkındaki yorumunu soruyor.
****
Başlangıç olarak, “metabolik yarık”ın ne anlama geldiğini kısaca özetleyebilir misin?
Bu uzun bir mevzu. Ana teorik ve tarihsel noktalara olabildiğince kısa ve özlü bir şekilde değinebilecek miyim görelim. Metabolik yarık kavramı, Marx’ın yabancılaşma teorisine dayanır: insanların üretici varlıklar olarak kendilerinden, üretim sürecinden, bir tür olarak türlerinden ve diğer insanlardan yabancılaşması teorisinden. Metabolik yarık, insanın yaşamın maddi koşullarından, doğadan yabancılaşmasının somut bir ifadesidir.
1800’lerin ortalarında bilim insanları, tüm yaşam için esas olan, organizmaların kendi içindeki, organizmalar arasındaki ve de organizmalar ile çevreleri arasındaki madde ve enerji alışverişini tanımlamak için metabolizma kavramını geliştirdiler. Marx, bu kavramı, emek ve üretim süreci için “toplumsal metabolizma” ve daha genel olarak doğal süreçler için “doğanın evrensel metabolizması” terimlerinde kullanarak tarihsel materyalizme dahil etti. Canlı, nesnel varlıklar olarak insanlar, ancak doğanın geri kalanıyla metabolik bir ilişki içinde var olabilirdi.
1850’lerin sonlarında ve 1860’larda, Avrupa ve Kuzey Amerika’da toprak verimliliğinde yaşanan kayıp ciddi endişelere neden oldu. Sanayileşmiş yeni kapitalist tarım, toprağın besin maddelerini hızla tüketiyordu. Marx, bunu “yaşamın doğal yasalarının kendisinin düzene koyduğu bir metabolizma olan toplumsal metabolizmanın karşılıklı bağımlılığa sahip sürecinde oluşan onarılamaz bir yarık” olarak tanımladı.
Bu metabolizmanın eski haline getirilmesi ancak üretime ve dolayısıyla insanın doğa ile kurduğu metabolizmaya, rasyonel ve sürdürülebilir bir yaklaşım geliştirme yetisine sahip sosyalist bir toplumda başarılabilirdi. Marx, sürdürülebilirliğin -dünyayı gelecek nesiller için korumanın- sosyalizmin belirleyici bir özelliği olacağı konusunda ısrar etti; böylesi bir toplumda, ortaklaşmış üreticiler insan potansiyellerini geliştirirken kendileri ile doğa arasındaki metabolizmayı rasyonel bir şekilde düzenleyeceklerdi.
Metabolik yarık teorisi bugünkü çevresel krizi anlamada nasıl bir katkı sağladı?
Dünya sistemindeki krize, gezegensel sınırlarda oluşmuş yarıklara ve ekonomik çelişkilere ilişkin tüm anlayışımız, Marx’ın fikirlerinin geliştirdiği anlayışla büyük bir gelişme gösterdi. Giderek daha çok sayıda ekolojist, topraktan iklime ve okyanus sistemlerine kadar geniş çeşitlilikteki alanlarda metabolik yarıkları analiz ederek, bu çevresel krizleri kapitalizmin yabancılaşmış toplumsal metabolizmasına bağladı.
Marx, ekolojik sorunu aynı anda hem ekonomik hem de ekolojik olarak anlayan ve köklerinin kapitalist üretim tarzında olduğunu söyleyen yegâne diyalektik sistem görüşünü ortaya koydu. Başka hiçbir yaklaşım, Antroposen’deki pratiğimizi anlamlandıracak doğa bilimsel ve sosyal bilimsel bir eleştiriyi bütünleştirme kapasitesine sahip değil.
Marx, kapitalist mantığın döngüsünü kırıp dışına çıktı. Ona göre çevresel bozulma, sadece kapitalistlerin maliyetlerinin artışına sebep olması ve ekonomik krizlere katkıda bulunması anlamında önemli değildi. O, ekolojideki bozulmayı kendi başına kritik bir konu olarak ele aldı. Marx’ın metabolik yarılma teorisi, kapitalizmin atıkları ve bozulmayı çevre üzerinden dışsallaştırarak nasıl büyüdüğünü anlamamızı sağlar; bu, yalnızca sosyalizm tarafından, doğa ile rasyonel, sürdürülebilir bir ilişkiye dayanarak aşılabilecek bir sorundur.
Jason Moore’un çalışmanızla ilgili birçok eleştirisi arasında, “kartezyen düalizm” suçlaması en sık görülen, ve bana göre en az anlaşılır olanı olarak öne çıkıyor. Bu etiketi sadece size, diğer ekososyalistlere ve radikal çevrecilere değil, aynı zamanda önde gelen Dünya sistemi üzerine çalışan bilim insanlarına da yapıştırıyor. Antroposen bilimi, “mevcut krizi yaratan düşünce yapıları tarafından kısıtlanmıştır. Bu düşünce yapılarının özünde kartezyen düalizm vardır,” diye belirtiyor.
Kapitalizm Doğa Sosyalizm dergisinin son sayısında Moore’un çalışmasıyla ilgili olarak “Kitap boyunca katılmadığı her şey onun için düalisttir” diye yazan İngiliz çevre sosyoloğu Graham Sharp ile aynı fikirdeyim. Düalizm suçlamasının arkasında ne var ve bunun herhangi bir geçerliliği var mı?
Moore’un düalizm suçlamasını pek çok düşünüre, hatta açıkça diyalektik bir yöntem kullananlara ve karmaşık sistem teorilerinden yararlananlara bile yöneltmesi gerçekten garip görünüyor.
Graham Sharp iyi bir noktaya değiniyor, ancak Moore’un “hemfikir olmadığı” ve düalizmle suçladığı şeylerin, radikal ekolojik hareket, ekolojik marksizm ve ekoloji bilimi ile ilişkili fikirler olduğunu eklememiz gerekiyor. O, bu fikirleri kendi kavramlarına bir meydan okuma olarak görüyor. Yani dedikleri gibi onun bu çılgınlığının bir yöntemi var.

Kartezyen düalizm eleştirisi, soyutlama yoluyla bile olsa doğa ve toplum arasında ayrım yapmaya yönelik tüm girişimleri hedef alıyor. Bu bakımdan, geç dönem Neil Smith ve Noel Castree gibi coğrafya alanındaki radikal düşünürlerden ve kapitalist “ekomodernizm”in önde gelen merkezlerinden biri olan Breakthrough Enstitüsü’nde şimdilerde kıdemli araştırmacı olan Bruno Latour gibi yapısalcılardan etkilenmiştir.
Moore, doğanın toplum içinde kapsandığını söylüyor, onu yalnızca “çifte içsellik” (double internality) diye belirttiği “insanlık-içinde-doğa” (nature-in-humanity) ve “doğa-içinde-insanlık” (humanity-in-nature) olarak anlayabiliriz. “Tekil ve ilişkisel” (monist and relational) diye ifade ettiği bu görüş, felsefede “tarafsız monizm” olarak bilinen, zihin ve madde gibi varlıkların soyutlama yoluyla bile ayrılamayacağını ve günümüzde moda olan bazı versiyonlarında belirtildiği üzere birlikte “sarmalanması” (bundled) gerektiğini savunan felsefi konumun çizdiği hattı takip eder. Bu konum, bir asır önce, materyalizm ve idealizme ve de marksist diyalektiğe karşı bir konumlanma olarak geliştirilmişti. Moore, sürekli olarak “sarmalanma”ya (bundling) atıfta bulunur. “Yaşam ağı” ya da “dünya ekolojisi” dediği şey, bir yığınlar yığını (bundle of bundles) olarak karakterize olur. Toplumsal özne sadece bir grup “diyalektik yığın”dır.
Sözde düalist dilden kaçınmak için, “doğa-içinde-kapitalizm” ve “kapitalizm-içinde-doğa” gibi sözcükleri kısa çizgilerle birbirine bağlayan bir tür terminolojik sarmalamayı işe koşuyor.
Kartezyen düalizme ya da Moore’un ifadesiyle kartezyen ikiliğine yapılan sürekli referanslar son derece yanıltıcı. On yedinci yüzyıl rasyonalist felsefesinde, Descartes bir yandan akıl/ruh ve diğer yandan madde/mekanizma arasında ayrım yaptı. İnsanlar genellikle akılla, hayvanlar ise makinelerle ilişkilendirildi. Bu, Moore’un “kartezyen ikilik” olarak adlandırdığı toplum ve doğa arasındaki ayrımdan oldukça farklıydı.
Moore, (doğru olmayan bir şekilde Marx’tan ziyade bana atfettiği) metabolik yarık kavramının düalistik olduğunu, çünkü insanlığı/toplumu ve doğayı mantıksal olarak farklı varlıklar olarak gördüğünü iddia ediyor. Diyalektiğin, bireyleri ve toplumu, insanlığı ve doğayı, parçaları ve bütünleri hem ayıran hem de birleştiren bir süreç olduğunu, bütünlüğün dolayımı ile ilgili olduğunu anlamıyor gibi görünüyor. Marx’ın teorisindeki toplumsal metabolizma, üretim yoluyla kendi kendine aracılık eden doğanın bir varlığı olarak insanın rolünü temsil eder. İnsanlığın ve doğanın ayrılmasına, doğal süreçlerin ve yaşamın bozulmasına odaklanıyoruz, çünkü bu, mevcut yabancılaşmış üretim sistemi, kapitalizm altında toplumun, yaşamın ve doğanın somut gerçekliğidir.
Marksist ekolojik eleştirinin dile getirdiği bütün mesele budur. Diyalektik, görünüş ve öz, farklılıktaki özdeşlik, zıtların karşılıklı iç içe geçmesi ve yadsımanın yadsınması ile ilgilidir her zaman. Diyalektik asla, Moore’un düşündüğü gibi, kaba düalizm ile kaba monizm arasında bir seçim değildir. Toplumu Dünya sisteminden hem ayrı hem de ona indirgenemez bir bütün olarak ve aynı zamanda onun temel bir parçası olarak görmede hiçbir çelişki yoktur. Bu yaklaşımı “düalist” olarak adlandırmak, kalbinizin hem vücudunuzun ayrılmaz bir parçası hem de benzersiz özellikleri ve işlevleri olan ayrı bir organ olduğunu reddetmekle karşılaştırılabilir ancak.
“Sarmalama” (bundling), diyalektiğin anladığından, yani dünyanın, insanların tarihsel varlıklar olarak dahil olduğu açık uçlu bir bağlamda sayısız yolla aracı olduğu karmaşık, heterojen ve değişen bir bütünlük olduğunun ifadesinden kaçınmanın basit bir yoludur. İnsanlığın ve doğanın toplumsal metabolizmasına ilişkin anlayışımız, bu daha geniş anlayışa dayanmalıdır.
Yani “tekil metabolizma” olarak adlandırdığı Moore’un monizmi, toplum, insanlık ve doğa arasındaki ilişkinin diyalektik bir şekilde anlaşılmasına karşı duruyor. Bunun ötesine de geçiyor mu?
Moore, McKenzie Wark’ın Marx’ın metabolik yarılma teorisini kullanışını, Samir Amin’in ekolojik ayak izi kavramını kullanışını ve sizin Antroposen açıklamanıza saldırıyor. Ekolojik marksizm ya da ekososyalizm de dahil tüm Yeşil düşünceyi, “doğanın kapitalizm için nasıl işlediği” yerine “kapitalizmin doğaya ne yaptığından” bahsettikleri için esasen reddediyor. Ona göre temel ekolojik sorun, Dünya sisteminin bozulması değil, doğal kaynakların daha pahalı hâle gelmesi ve kapitalist ekonomi için sorunlar yaratmasıdır.
Bu görüşün “yaklaşan felâket ve çöküşün olağan anlatılarından daha umutkâr” olduğunu söylüyor – çünkü görünüşe göre bu görüş kapitalizmin, neden olduğu krizlerden kaçabileceği umudunu sunuyor.
Bir süre önce, İngiliz yazar Larry Lohmann bir yandan Naomi Klein’ı, diğer yandan Brett Clark, Richard York ve beni kitaplarımızın alt başlıkları yüzünden eleştirdi – “Kapitalizm vs. İklim” Klein’ın kitabının ve “Kapitalizmin Dünya’ya Açtığı Savaş” Clark, York ve benim birlikte yazdığımız kitabın alt başlıkları idi. Lohmann, bizi basitçe “kartezyen sloganlara” başvurmakla suçladı ve kapitalizmden ayrı bir iklim ya da Dünya sistemi diye bir şey olmadığını, bu nedenle alt başlıklarımızın ve dolayısıyla siyasi görüşlerimizin düalist ve kıyamet tellalcısı olduğunu söyledi! Moore derhal bu tuhaf eleştiriyle hemfikir olduğunu açıkladı ve bunu Hayatın Dokusundaki Kapitalizm kitabındaki ekolojik marksizm eleştirisine dahil etti.
“Ekolojik Yarık” kitabınızda siz, Brett Clark ve Richard York, ekolojik krizlerin, kapitalizmin sorunları bağlamından kopararak onların etrafından dolaşmanın yollarını aradığı ancak her zaman kümülatif olarak daha büyük çelişkiler yaratmasıyla sonuçlanan “yarıklara ve kayışlara” yol açtığını iddia ediyorsunuz.
Moore bu ifadenizi benimsese de kaynağını kabul ettiğini sanmıyorum, ancak daha sonra bunu “sorun metabolik bir yarık değil, metabolik kayıştır (metabolic shift)” diyerek değiştiriyor. Bu değişikliğin önemi nedir?
Moore’un görüşüne göre, kapitalizmin çevre sorunları, “dört ucuz” olarak adlandırdığı – emek, gıda, doğal kaynaklar ve enerji – şeyleri elde etmedeki zorluklarla ilgilidir. Bu nedenle, ekolojik krizler yoktur, yalnızca ekolojik kıtlığın neden olduğu ve – kaynak ve/ya emeği başka bir yerde ya da başka yollarla elde ederek – “kaymalarla” (shifts) çözülebilecek ekonomik krizler vardır.
Moore, metabolik yarık, ekolojik ayak izi ve Antroposen gibi kavramları kullanarak gezegenin tehlikeli bir şekilde örselendiğini ve bozulduğunu iddia edenlerin, kapitalizmin doğanın kendi adına işlemesini sağlama kapasitesiyle ilişkili “güçlü bir eleştiriye karşı savunmasız” olduğunu iddia edecek kadar ileri gidiyor. Böyle bir “karşı argüman” örneği olarak kapitalist ekomodernizmin önde gelen düşünce kuruluşlarından Breakthrough Enstitüsü’nden Michael Shellenberger ve Ted Nordhaus’un çalışmasına atıfta bulunuyor. Bu, Castree ve diğer sol-Latourcu yapısalcıların son zamanlarda dile getirdiği benzer noktalarla ilişkili. Bu arada Latour, ekolojik sorunların kapitalizmin yıkılmasını gerektirmediğini savunarak, Breakthrough Enstitüsü’nün kıdemli bir üyesi olduğu dönemde önemli bir ideolog olarak ön plana çıktı. Moore’un kendi bakış açısı işte bu tür bir düşünceyle paketlenmiştir (sarmalanmıştır diyebiliriz).
Moore, kapitalizmin mantığını büyük ölçüde tanımlamıştır; ama Marksçı bir bakış açısından ifade edersek onun hatası, bu mantığın içinde kalmaktır. Onun “dünya ekolojisi” ve “yaşam ağı” basitçe kapitalist dünyayı bu dünyanın kendi kavrayışına göre tanımlar. Her biri daha pahalı hale gelerek bir tehdit oluşturan emek, gıda, doğal kaynaklar ve enerjiden oluşan “dört ucuz” kavramsallaştırması, ekolojinin kapitalist bir perspektiften bakılan halidir. Emek, dört ucuzdan öylesine bir tanesi olarak gıda ve doğal kaynaklarla aynı seviyeye getirilir ve ekolojik sorunlar, kapitalizmdeki daha büyük “yutak” (the sink) sorunu küçümsenerek ya da görmezden gelinerek kapitalizm için bir “musluk” (the tap) (ya da kaynak) sorununa indirgenir. Yani, tüm Dünya sisteminin nasıl bozulduğu, kesintiye uğradığı ve kapitalizmin atıklarını Dünya sistemine nasıl yüklediği onun bu boşaltma sorunuyla ilgilidir.
Hayatın Dokusundaki Kapitalizm kitabında Moore, “insanlık doğadan nasıl ayrı hale geldi?” sorusunu sormayı bırakmamız ve bunun yerine “insanlık doğanın geri kalanı ve yaşam ağı ile nasıl bütünleşiktir?” diye sormamız gerektiğinde ısrar ediyor. Tekrar tekrar aynı noktaya değiniyor: “Önemli olan insanlığın Doğa’dan ayrılması değildir. İnsanlığın yaşam ağı içindeki yeridir.” diyor.
Bu bana, Marx’ın ısrarla vurguladığı şu nokta ile doğrudan çelişiyor gibi görünüyor:
“Açıklama gerektiren ya da tarihsel bir sürecin sonucu olan şey, canlı ve faal haldeki insanlığın doğa ile metabolik alışverişinin doğal, inorganik koşullarıyla birliği, dolayısıyla doğaya el koyması değil, daha ziyade insan varoluşunun bu inorganik koşulları ile bu faal varoluş arasındaki ayrılıktır, ancak ücretli emek ve sermaye ilişkisinde eksiksiz olarak yerine oturan bir ayrılık.” (Grundrisse)
Bu tersine çevirme Moore’un marksizmi hakkında neyi gösteriyor?
Moore’un ifadesine tepkim seninkiyle tamamen aynıydı. Marx’ı baş aşağı çeviriyor. Moore, kapitalizmin doğayı yabancılaştırmasıyla ilgili endişelenmemiz gerektiğini, bunun yerine kapitalizmin kendisi için çalışmasını sağlayarak doğayı nasıl bütünleştirdiğine odaklanmamız gerektiğini söylüyor. Bu, çevre sosyologlarının uzun zamandır eleştirdiği ve ekomodernizm denen anlayışla yeniden dirilen kapitalizmin eski insan muafiyetçi ya da insan istisnacısı görüşüdür.
Bu yüzden, ironik bir şekilde ifade etmek dışında “Moore’un marksizmi” diye bir şeye hiç atıfta bulunmayacağım. Geliştirdiği çerçeve anti-ekososyalist ve anti-ekolojiktir. Yeşil harekete ve ekolojik marksistlere, Dünya sisteminin işleyişindeki gezegensel sınırlarda büyüyen yarıklardan endişe duydukları için kıyametçi düalist damgasıyla toptan bir saldırı yöneltiyor.
Moore, marksist ekolojiye yaklaşımınızın “Marx’ın tarihsel materyalizmi ile Marx’ın değer teorisi arasına bir set çektiğini” söylüyor. Kendi yaklaşımının, çevresel değişimin ekonomik etkisi konusundaki vurgusu açısından Paul Burkett’in yaklaşımına daha yakın olduğunu iddia ediyor. Bu doğru mu?

Paul ve ben bu ifadeler karşısında inanamaz halde gözlerimizi ovuşturduk. Değer teorisi konusunda farklılaştığımız iddiası, her şeyden önce saçma, çünkü konu üzerine en son ortak kitabımız Marx ve Yeryüzü’nde olduğu gibi sık sık birlikte yazıyoruz. Marx’ın Ekolojisi kitabımda Burkett’in Marx ve Doğa kitabındaki değer analizinin kendi analizim için kritik önemini vurguladım. Burkett’in Marx ve Doğa’sının Haymarket yayınevinden çıkan baskısına yazdığım önsözde, Burkett’in Marx’ın ekolojik değer biçimi teorisine ilişkin açıklamasının, Marx’ın ekolojisini anlamamızda çok önemli bir gelişmeyi temsil ettiğini vurguladım.
Moore’un kendisi, marksist değer teorisinin bir savunucusu değil. Kitabında değer kavramını manipüle edişi, radikal politik ekonominin titiz materyalist yönteminden çok, postmodernist literatürdeki söylemin kelime oyunlarına benziyor. Değer ve servet, değişim değeri ve kullanım değeri arasındaki önemli ayrımları kaba bir tarzda sorumsuzca işliyor. Nihai sonuç, “hayatın akışını (yeniden) üreten bir mantık olarak [kapitalist meta] değerinin merkeziliğini” yüceltmesinde olduğu gibi, saf idealizmdir. Böyle bir açıklama bir Proudhon’dan veya bir Dühring’den beklenebilir, ancak asla Marx veya Engels’ten beklenemez!
Öyleyse Moore, “tarihsel materyalizm ile Marx’ın değer teorisi arasına bir set çektiğimi” söyleyerek ne demek istiyor? Bu onun, bir değer krizi ve dolayısıyla sermaye için bir ekonomik kriz olmadığı sürece ekolojik kriz olamayacağı iddiasıyla ilgilidir. Karşı çıktığı şey, benimle ilişkilendirdiği (ama bir o kadar da Burkett tarafından benimsenen ve nihayetinde kaynağını Marx’tan alan) görüştür; birden fazla ekolojik kriz biçimi olduğu ve ekonomik krizlerin ve ekolojik krizlerin ille de birbirini belirlemediği görüşü.
Moore’un kendisinin de kabul ettiği ekolojik krizler, ekonomi için daha yüksek maliyetler anlamına gelen artan kaynak maliyetleri ile ilgili olanlardır. Ancak, – Moore bunu reddetse de – doğanın büyük ölçüde sermayenin değer hesaplamalarının dışında kalmasından, doğal süreçlerdeki ve hatta Dünya sistemindeki bozulmanın sistemin normal muhasebesine girmemesinden kaynaklanan başka ekolojik krizler de vardır. Bunlar, türlerin ve mercan resifleri gibi bir bütün olarak ekosistemlerin yok edilmesi, hatta bugün Antroposen’i tanımlayan tüm Dünya sistemindeki antropojenik yarıklar gibi krizlerdir.
Marx’ın analizindeki dehâ, ekolojik krizleri, kapitalizm için, yani kapitalist değer koşullarına göre bir anlamı olan ekolojik krizlerle sınırlamamasıydı. Gerçekten de, çölleşme gibi ekolojik krizleri genel olarak sınıflı toplumların özelliği olarak gördü ve bunların ancak kapitalizm ile birlikte yoğunlaştığını ifade etti. Bu tür ekolojik krizleri kapitalist değerlenme sürecinden çok sürdürülebilirlik sorunu tanımlar. Argümanı sermayenin bakış açısını yansıtan Moore’a göre, bu krizler değerin bir parçası değildir, bu yüzden gerçekten var olmayan şeylerdir.
Marx’ın analizinde bu tür süreçler temel bir yer tutar ve özellikle kapitalizmdeki birikim süreci doğal süreçleri bozma eğiliminde olduğu için dikkate alınması gerekir – metabolik yarığın bütün sorusu budur.
Moore’un söylediği gibi, bir yandan doğal süreçleri, diğer yandan kapitalist değerlenme süreçlerini dikkate almanın tehlikeli bir düalizm olduğunu söylemek, kapitalizmin ekolojik çelişkilerinin esas doğasını inkâr etmektir. Aslında bu, kapitalizmin ekolojik bir eleştirisini ortaya koyma olasılığını bizzat ortadan kaldırır.
Moore’un, Marx’ın rant teorisini basitçe görmezden geldiğine ve bunun “ucuz doğa” analizini tamamen anlamsız hâle getirdiğine değinmeden geçemeyeceğim. Tüm rant teorisi, değer ile kullanım değeri arasındaki, değer ile üretimin gerekli maddi koşulları arasındaki gerilimlerin bir sonucudur. Paul Burkett, bunu Marx ve Doğa’da ayrıntılı olarak tartışır.
Marx’ın ekolojik düşüncesinin yeniden keşfinin – özellikle sizin tarafınızdan Marx’ın Ekolojisi’nde ve Paul Burkett tarafından Marx ve Doğa’da geliştirildiği şekliyle – ikinci kuşak ekososyalizm diye ifade ettiğiniz şeyin ortaya çıkmasına yol açtığını yazmıştınız. Bunun birinci kuşak ekososyalizmden farkı nedir ve Moore’un çalışması bu geçişle nasıl ilişkilidir?
Birinci kuşak ekososyalizm, Paul Burkett ve benim değindiğimiz gibi, yeşil teorinin belirli marksist kavramların üzerine bindirildiği ya da daha nadiren de marksizmin yeşil teori üzerine bindirildiği melez bir teori yaratmaya yönelik çeşitli girişimleri içeriyordu. Genellikle Marx’ın çalışmalarının ekolojik açıdan kusurlu olduğu ve Malthus’a yönelik eleştirilerinde Marx ve Engels’in aşırıya kaçtıkları iddialarını içeriyordu. İlk kuşak ekososyalizmde, bu nedenle, daha geniş anlamda yeşil görüş egemen oldu.
İkinci kuşak ekososyalizm ise aksine, klasik marksizmin temellerine geri dönerek, insanlık, toplum ve doğa arasındaki karmaşık ilişkileri ve etkileşimleri anlamanın benzersiz bir yöntemi olarak tarihsel materyalizmin büyük bir yeniden inşasına (ve ortaya çıktığı üzere yeniden keşfine) girişti. İkinci kuşak ekososyalizm, Marx’ın ekolojik değer biçimi analizini ve metabolik yarılma teorisini restore etti ve doğanın diyalektiği kavramına yeni bir anlam verdi.
Marx ve Yeryüzü kitabında, Burkett ve ben Moore’un ilk çalışmalarını ikinci kuşak ekososyalizm ve sonraki çalışmalarını ise birinci kuşak ekososyalizme bir geri dönüş olarak kategorilendirmiştik. Şimdi yanıldığımızı düşünüyorum. Moore, son çalışmalarında ekososyalizme ve genel olarak radikal ekolojik harekete karşı bir tutum ve poziyon benimsemiştir.
Hakkını verelim, hâlâ eşitsizliği ve baskıyı eleştiriyor. Ancak ekolojik krizleri, sermaye için daha pahalı hâle gelen bir doğa meselesi olarak gören ya da “tarihin, kapitalizmin görünüşte aşılmaz ‘doğal sınırların’ üstesinden gelmesi örnekleriyle dolu olduğunu” savunan, kıymeti kendinden menkul bir “dünya ekolojisti” hakkında ne düşünmeliyiz? Durum onun söylediği gibi ise, Antroposen krizi hakkında neden endişelenelim?
Breakthrough Enstitüsü’nden Shellenberger ve Nordhaus’u, Alternatifler için Dünya Forumu’ndan Samir Amin’in karşısına koyan, ekolojik ayak izi ve metabolik yarık kavramlarının kapitalizmin basitçe “doğaya ne yaptığını” ele aldığını ama “doğanın kapitalizm için nasıl iş gördüğünü” işlemediğini ve böyle de yapmaya devam edecek şekilde oluşturulduğunu söyleyen sözde bir radikal hakkında ne söyleyeceğiz?
Çevreye dair esasen modern bilimi reddeden bir bakış açısı için ne yapmalıyız? McKenzie Wark’ın doğru bir şekilde gözlemlediği gibi, Moore’un “dünya ekolojisi”nde, doğanın nesnel dünyasına ilişkin bilimsel kavrayış, yani Dünya sisteminin kendisi, “kültürün ‘toplumsal olarak inşa edilmiş’ iç kısımlarının” arkasında kaybolur.
Ekoloji hareketi ve onun perspektiflerini dışlayan, Marx’ın değer analizinden kopan, sınıf mücadelesi hakkında söyleyecek hiçbir şeyi olmayan ve insanlığın kaderini tekil, sarmalanmış bir aktör olarak kapitalizmin evrimine bırakan bir analize dair nasıl bir hüküm verebiliriz? Varabileceğim tek sonuç, Moore’un marksizmi çeşitli şekillerde güncellemek ya da derinleştirmek için yola çıkan, ancak o yolun sonunu marksizmin devrimci özünü terk ederek ve kapitalist ideolojilere uyum sağlayarak getiren uzun akademisyenler listesine dahil olduğudur.
Hiç şüphe yok ki Moore’un çalışmaları bazı önemli akademisyenlerin ilgisini çekti ve çekmeye de devam edecek. Ancak ekolojik marksizm açısından bir çizgi çekmek şart. Bunu söylemekten dolayı üzgünüm ancak Moore bu çizginin öbür tarafına geçti ve şimdi de ekososyalist harekete ve sosyalizme (hatta radikalizme) bir bütün olarak karşı çıkıyor.
Buna karşılık, ekososyalistler, İrlanda’da korkunç ekolojik sorunlarla karşılaştığında buna verilecek tek bir cevap olabileceğini söyleyen Karl Marx’ın yanında duruyor: “Yıkım ya da devrim!”