Bu yazı, 26-27 Haziran 2021 tarihlerinde çevrimiçi olarak düzenlenen Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’nun Emek ve Ekoloji Mücadelelerinin Ortaklığı başlıklı 3. oturumunda yapılan sunumun gözden geçirilmiş halidir. Adnan Çobanoğlu’nun sunumunu buradan izleyebilirsiniz. Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’ndaki oturumların tamamını izlemek için youtube’daki oynatma listesine ulaşabilirsiniz.
[yotuwp type=”videos” id=”Kd-aFGyDTUw” pagination=”off” pagitype=”loadmore” template=”grid”]
Konuya madenlerin tarıma ne tür etkileri olduğundan başlayarak, tarım politikalarının, enerji politikalarıyla ve bu politikaların iklim krizine etkilerini ve ekolojiyle bağını kurmak istiyorum.
Maden aramaları ve çıkartma işlemleri sadece yakın çevresindeki doğayı yok etmiyor, aynı zamanda kilometrelerce uzaktaki iklimi ve ekosistemi de etkiliyor. Eşme Kışladağ Altın Madeni’nde yaşananlar bu süreçleri gösteren en iyi örneklerden birisidir. Kışladağ Altın Madeni’nde “siyanürlü liç” yöntemiyle altın ayrıştırılmakta ve bu ayrıştırma için kullanılan siyanürlü havuzlar bulunmaktadır. 2006 yılında yağan yağmurlar atmosferdeki zehirli gazları yeryüzüne indirmiş, sıvı haline gelen gazlar Eşme’de yaşayan insanların, bitki ve hayvanların üzerine yağmış ve bu yağışların etkisiyle zehirlenerek hastalanan insanlar hastanelerde tedavi görmüştür. Zarar bununla da kalmamış 2006 yılında Eşme’de zehirlenmelerin olduğu dönemde Sarıgöl Ovası’ndaki bütün üzümlerde yağmur yağmasından sonra 1 günde asmasında çürümüş, sergide kurumaya bırakılan üzümler de kurumamıştır. 2006 yılında üzüm üreticilerinin üzümleri büyük ölçüde bağlarında çürüdü. Halbuki on yıllardır yağışlar zarar verme yerine faydalı olur, yağmur yağdığı zaman üzüm üreticisi “üzümlerin tanesi irileşecek, pırıl pırıl olacak, kalite artacak” diye sevinirdi.
O dönem Üzüm Üreticileri Sendikası (Üzüm-Sen) olarak bunun nedenlerini araştırdık ve Eşme’de yaşananlarla bağlantısını kurduk. Bu konuda Tarım Bakanlığı’na açık mektup yazdık. İl, ilçe Tarım Müdürlükleri’ne dilekçe yazdık, dedik ki “Siyanürlü liç yönteminden kaynaklı havaya salınan asit buharlarının asit yağmuru olarak dönmesi mi olayın gerçekleşmesine neden olmuştur?” Bize bu konuda net cevap verilmedi. “Yağmur yağdı, böyle oldu” gibisinden gayri ciddi bir cevap verildi. O dönemki Manisa milletvekili bizim “Açık Mektup”umuzdaki iddialarımızı ve araştırılmasına dönük taleplerimizi TBMM’nde “Soru Önergesi” olarak verdi. Ona da bize verilen cevap benzeri bir cevap verildi. 2006 yılından bu yana Sarıgöl’deki üzüm üreticileri yağmura karşı bağlarını haziran ayından başlayarak naylon örtülerle örterler. Petrol ürünü olan bu örtülerin yapımı, nakliyesi, örtülmesi aynı zamanda yoğun bir enerji kullanımını da gerektirir. Üzüm sezonu başında kilometrelerce kare bağ alanı petrol ürünü o plastik örtülerle örtülür. Bu aynı zamanda üzüm üreticisi için ciddi bir mali külfettir de. 2-3 yıl kullanılan bu örtüler doğada tonlarca plastik atık oluştururlar. Bu durum Kışladağ Altın Madeni’nin doğaya, ekolojiye, üreticilere ve ülke ekonomisine verdiği zarardır. Ve ne yazık ki siyasi iktidarlar şirketler para kazanacak diye bu zararları görmezden gelmektedirler.
İşin aslı aslında bir yanıyla şu; insanlık tarihinde tarımsal üretim başladığından bu yana insanlar bir yönüyle doğaya müdahale etmişler bir yönüyle doğayla barışık yaşamaya çalışmışlardır. Bu nedenle dünyada iki türlü ekosistem gelişmiştir. 1 –doğal ekosistemler, 2- insan eliyle oluşturulan ve süreç içerisinde uyumlaştırılan ekosistemler. Ekosistemler toprağıyla, suyuyla, bitkileriyle, hayvanlarıyla, mantarlarıyla, bakterileriyle, iklim koşullarıyla bir bütündür. Bu bütünden herhangi bir parçanın bozulması demek ekosistemde tahribat yaratılması anlamını taşır. İşte Sarıgöl bölgesindeki ekosistemin bozulması, yağmurların asit yağmuru olarak gelmesi Kışladağ Altın Madeni’yle başlamıştır. Ancak bununla da kalınmamıştır.
Madencilik sadece yeraltındaki katı elementlerin çıkarılması değil aynı zamanda minerallerin de çıkarılması işidir. Ve bu mineral çıkartma işlemleri de ekosistemlere zarar vermektedir. Bunu biz jeotermal santraller yaygınlaşmaya başladığında tarımsal üretimde yaşanan olumsuzluklarla çok net görmeye başladık. Çünkü o jeotermal akışkanların içerisindeki toprağa ve bitkiye zararlı birçok maden gün yüzüne çıkartıldı. Jeotermal Elektrik Santralleri’yle (JES) birlikte de havaya kükürdioksit, su buharı vb. gazlar salınmaya başladı. Bu durum ciddi bir iklim değişikliğine yol açtı. Bu nedenle Alaşehir’deki, Salihli’deki üzüm üreticileri, Aydın yöresinde incir üreticileri bunun zararlarını görmeye, tepki göstermeye başladılar. Bu tepkiler JES’ler ilk yapılmaya başlandığında ortaya çıkmayan ve şimdi bile cılız denilebilecek tepkiler. Köylülerin HES’lere dönük gösterdikleri tepkiler gibi güçlü tepkiler değil. Çünkü HES’ler sermayenin ortak müştereklere dönük saldırısı ve özelleştirmesi söz konusu. Su kaynaklarından o yörenin bütün canlıları yararlanmaktayken suların hapsedilmesiyle birlikte suları hapseden şirket yararlanmaya başlamıştı. Dolayısıyla daha önce sulara erişebilen köylüler ve diğer canlılar sulara erişemez oluyordu. Bu nedenle köylüler bu haklarını (sulara erişim haklarını) kaybetmemek için mücadele yürüttüler. Ama JES’lerde öyle değil; JES şirketleri çiftçilerden arazilerini değerinin çok üstünde paralarla satın aldılar veya kiraladılar. 2000’li yıllarına başlarından itibaren uygulanan Neoliberal tarım politikaları küçük çiftçilerin tasfiyesini amaçlamakta ve üreticiler tarımsal üretim yaparak yaşamlarını idame edemez hale gelmişlerdi, dolayısıyla para kazanamayan çiftçiler için tarlasını değerinin üzerinde satmak veya kiraya vermek “kurtuluş” olarak görülmeye başlamıştı. (Ayrıca ne liberalizmin “Temiz, Yenilenebilir Enerji kaynağı” propagandasının da etkisini yok saymamak gerekir.) O nedenle JES şirketlerine tepki göstermemişlerdir. Ancak JES’lerin zararlarını görmeye başlayınca mücadele içine girmeye başlamışlardır.
Ekolojik tahribat sadece gözle görünür çevre tahribatı değildir. Ekolojik tahribat aynı zamanda bir sistemin de yok oluşunu beraberinde getiriyor. Öyle ki iklim koşullarındaki, toprağın, suyun özelliğindeki herhangi bir değişim bazı ürünlerin de üretilememesini, bazı canlı türlerinin yok oluşunu da beraberinde getirmektedir. Ülkemiz açısından baktığımızda, Türkiye 2000’den fazla endemik bitkisel türün olduğu bir ülkedir. Endemik bitki türünden kasıt şudur: O bitkiler dünyanın başka hiçbir bölgesinde yetişmez, sadece o bölgede yetişir. Bunun nedeni de iklim, toprak ve su koşullarıdır. Bu bütünlük içerisinde o ürün ancak o bölgede yetişebilir. Bu durumda olabilecek en ufak bir değişim ise bu ürün ve bitkilerin üretilmemesini beraberinde getirir. Bu yönüyle baktığımızda ekoloji sadece madenlerin, enerji şirketlerinin çevre tahribatı da değildir. Aynı zamanda uygulanan tarım sistemi de iklim değişikliğine ve ekolojik tahribata yol açmaktadır.1960’lardan bu yana hızlı bir şekilde gıdayı kontrol etmek, gıdayı metalaştırmak isteyen sermaye tarımsal üretimde kimyasal kullanımını ve enerji yoğun tarımsal üretimi teşvik etmiştir. Bu kullanılan kimyasallar yer altı sularına, toprağa, iklime etki eder hale gelmiştir.
Son yıllarda sürekli iklim krizinden bahsediliyor. Bu krize devletler ve şirketler çözüm önerileri sunmak üzere bir araya gelip “İklim Zirveleri” yapıyorlar. Kamuoyunda en çok tartışılan “Zirve”lerden birisi de “Paris İklim Zirvesi”dir. Ancak “Paris İklim Zirvesi”nin kararları tartışılırken “Paris İklim Zirvesi”ndeki muhalefet hareketlerinin çözüm önerileri ve eylemleri gündeme alınmamakta, tartışılmamaktadır. Ama Devletler “İklim Zirvesi” yaparken Çiftçi-Sen’in de bileşeni olduğu La Via Campesina (Çiftçi Yolu) ve dünyanın farklı ülkelerinden gelen ekoloji hareketleri, çiftçi hareketleri Paris’te Alternatif İklim Zirvesi yapmış ve demişlerdir ki; “gerçekten iklim krizine gerçekçi çözümler sunmak istiyorsanız endüstriyel tarım uygulamalarından vazgeçin!” demişlerdir. “Endüstriyel tarım” deyince büyük tarım çiftlikleri akla gelmesin, küçük üreticilerde 60’lı yıllardan itibaren onun bir parçası haline getirilmiştir. Kimyasal zehir üreten şirketlere, enerji şirketlerine bağımlı bir tarımsal üretim yapar hale getirilmişlerdir. Endüstriyel tarım uygulamaları kimyasallarla toprağın altındaki binlerce canlıyı, bakteriyi öldürür. O bakteri ve canlılar toprağı bitkisel üretim için hazırlayan ücretsiz işçilerdir. Dünya küçük çiftçileri bunların farkında olarak bir araya gelmişler ve 25 yıldan fazla bir süredir “yerelde mücadele, küresel direniş” şiarıyla La Via Campesina mücadele etmekte, “iklim krizine gerçekçi çözümler sunmak istiyorsanız küçük aile tarımını, agroekolojik tarımsal üretimi destekleyin!” demektedir.
Toprağın aynı zamanda tıpkı ormanlar gibi önemli bir karbon emici özelliği vardır, emdiği bu karbonları bitkilerin yetişmesinde kullanır ve gıdaya dönüştürür. Ama sen kimyasallarla toprağın altındaki binlerce canlıyı, bakteriyi öldürdüğünde toprağın toprak olma, karbon emme ve emdiği karbonları da gıdaya dönüştürme özelliğini ortadan kaldırırsın. Bu “toprak”larda artık bitkisel üretim söz konusu olamadığı gibi havaya salınan karbonlar da olduğu gibi atmosferde kalır, sera gazı oluşturur ve iklim değişikliği söz konusu olmaya başlar. Her iklim değişikliği de “yumurta mı tavuktan çıkar? Tavuk mu yumurtadan çıkar?” misali tarımsal üretimi olumsuz etkiler. Bu nedenledir ki dünyanın birçok yöresinde iklim krizi nedeniyle tarımsal üretim yapamayan binlerce çiftçi bulundukları coğrafyayı terk etmeye başlamış, “İklim Mültecileri” oluşmuştur. İncelendiğinde görülür ki savaş mültecilerinden sonra en yoğun yaşanan mültecilik iklim mülteciliğidir.
Bu yönleriyle baktığımızda bizler gerçekten de bir ekoloji mücadelesi yürütmek istiyorsak sadece gözle görülen çevre tahribatlarına değil, ilk başta gözle görülmeyen ama ekolojik sistemi yok eden endüstriyel gıda sistemine de karşı bir mücadele yürütmemiz gerekmektedir. Çiftçi-Sen’in de bileşeni olduğu La Via Campesina bu mücadelenin adını “Gıda Egemenliği Mücadelesi” olarak ortaya koymuştur. La Via Campesina 15 yıldan fazla sürdürdüğü tartışmalar ve mücadeleler sonucunda kısa adı “Köylü Hakları Deklarasyonu” olan “Köylüler ve Kırsalda Yaşayan Diğer İnsanlar Deklerasyonu”nu yayınladı ve bu Deklarasyonu da 2018 yılı sonunda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul ettirdi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise çekimser oy kullanmıştır. Çünkü Köylü Hakları Deklarasyonu birçok ekolojik konuya değinmiştir; herkesin sağlıklı temiz suya,sağlıklı toprağa, sağlıklı tohuma, sağlıklı havaya, sağlıklı gıdaya erişim hakkı olduğundan bahseder ve devletleri de bu konuda yükümlüler yükler. Ama bu yükümlülüklerden kaçmak isteyen devletler (bizim ülkemizde olduğu gibi) bu deklarasyonu yok saymaya çalışmaktadırlar. Önümüzdeki süreçlerde Çiftçi-Sen’in ve Dünya çiftçilerinin küresel örgütü La Via Campesina’nın mücadele seyri “Köylü Hakları Deklarasyonu”nu devletlere uygulattırmak mücadelesi olacaktır.
Köylü Hakları Deklarasyonu ve Gıda Egemenliği aynı zamanda şunu ifade etmektedir; herkesin ekolojik koşullarda yaşama, kendi kültürüne uygun gıdasını seçme, üretme ve tüketme hakkının olduğunu, bunun içinde katılımcı, demokratik bir planlamanın olması gerektiğini de ifade eder.
Son olarak Türkiye’deki endüstriyel tarım politikalarının yaratacağı bir başka ekolojik tahribattan da bahsetmek istiyorum: Geçen sene Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yaptığı “Tarım Şurası”ndan sonra bir nevi “toprak reformu” yapılıyor, devlet toprakları şirketlere teslim edilmeye başlandı. Tarıma Dayalı İhtisas Organize Sanayi Bölgesi adı altında Dikili’den başlayarak birçok tarım arazilerinde sera kurulacak, jeotermallerle ısıtılacak. Şirketler, bazı yerel yönetimler, ticaret odaları, tarım kredi kooperatif birlikleri, sanayi odası, ihracatçılar birliği vb. ortak şirketler kurarak bu çalışmaları yürütmekte. Devlet de mevcut hazine arazilerini bunlara hibe ediyor. Böylelikle şirketlerin tarımsal üretiminin önü açılıyor Bunun amacı şudur: Aykut hocanın da dediği gibi kapitalizm, sermaye; doğayı metalaştırıyor buna ek olarak ben de şunu söyleyeyim evet doğayı metalaştırıyor gıdayı da metalaştırmaya ve kontrol etmeye dönük politikalar ve hamleler yürütülüyor. Ekoloji mücadelesiyle sınıf mücadelesi, çiftçilerin mücadelesi, işçilerin gıdaya erişim hakkı mücadelesi bir araya gelebilirse, birlikte bir mücadele hattı tutturula bilinirse, bu çerçeve ile hareket edilirse kaybedenler sermaye sınıfı olacaktır, kaybeden kapitalizm olacaktır. Çünkü bu perspektif aynı zamanda antikapitalist bir perspektiftir. Yeni bir toplumsal düzen kurma arayışı olarak da bu ekolojik mücadelesini birleştirmek ve tartıştırmak anlamlıdır. Bu sempozyumun buna vesile olması dileğiyle…
Soru-Cevap-Forum
Adnan Çobanoğlu: Chat kısmında bana iki soru sorulmuş. İlki çiftçiliğin tanımı. Evet biz küçük çiftçiliğin örgütüyüz. La via campasina da küçük aile tarımı yapan çiftçilerin örgütü. Deyim yerindeyse büyük çiftçileri çiftçiden saymıyoruz. Bu anlamda çiftçiliğin yok edilmesi derken şirket tarımı yapanları değil küçük çiftçiliğin yok edilmesini kastediyoruz. Diğer soru ise mevsimlik tarım işçilerinin sağlık sorunları ile ilgili. Biz Çiftçi-SEN olarak küçük aile tarımı yapan çiftçilerin örgütlenmesi için örgütüyüz. Mevsimlik tarım işçileri boşlukta. Küçük aile çiftçilerinin de mevsimlik tarım işçilerinin de sosyal güvenceleri yok. Mevsimlik tarım işçilerinin örgütlenmesi gerekiyor mu, evet gerekiyor. La Via Campasina içerisinde mevsimlik tarım işçileri örgütleri de yer almakta. Çünkü bizim açımızdan çiftçilik yalnızca mülkiyet ilişkisine bağlı bir iş değil. Ortakçılar da yarıcılar da bizim için çiftçidir. Türkiye’de de çok yoğun bir şekilde vardır.
Bugün yaşanan gıda sistemi “3.Gıda rejimi” olarak ifade ediliyor. Burada öne çıkan şey gıda sisteminin şirketlerin kontrolüne geçen bir gıda sistemi olduğudur. Aynı zamanda bu küçük aile tarımı yapanlarında işçileşmesi demektir. Pandemi dönemindeki büyük marketlerin TV reklamlarına baktığınızda bunu çok net görmekteyiz. Bu reklamlarda marketler ısrarla “tarladan markete kadar olan bütün zinciri kontrol ettiklerini” ifade etmişlerdir. Yani küçük çiftçilerin tarlasında neyi ekeceği, nasıl ekeceği, hangi kimyasalları kullanacağı bu şirketler tarafından kontrol edilmekte, ailesinin emeği ve tarlasıyla birlikte çiftçiler sözleşmeli üretim yapmakta, tarlasını, alet ve edevatlarını, kendisinin ve ailesinin emek gücünü sözleşmeyle şirketlere kiraya vermekte, işçileşmektedir. Bu yönüyle 2000 öncesi, O 70 li yılların çiftçilerinden farklı bir çiftçiden bahsedebiliriz.
70’li yıllardaki çiftçiler küçük aile tarımı da yapsa “küçük burjuva” diye tarif ediliyordu, ediyorduk, ama gelinen noktada artık küçük çiftçilerin işçileşmesinden, proleterleşmesinden bahsediyoruz. Çünkü tüm dünyada neoliberal tarım politikaları bunu zorluyor. 3. Gıda Rejimi bu anlamda sözleşmeli tarımı öne çıkartan, sözleşmeli tarım üzerinden çiftçileri kontrol eden bir sistem haline geliyor. Bütün bu krizlerde, bütün bu yaşananlarda sermayenin çözüm önerileriyle bu uygulamadan mağdur olanların, yani küçük aile tarımı yapanların, iklim krizinden olumsuz etkilenenlerin çözüm önerileri farklılaşıyor, farklılaşmak zorunda da.
Sermaye insanları besleme adı altında hibrit tohumları, GDO’lu tohumları ve “Gıda Güvenliği” adı altında belli kodekslerle sınırlandırılmış kimyasal kullanımların önünü açar ve ekosistemleri yok ederken, çiftçiler ise ekosistemleri ve yaşam tarzlarını korumak, iklim krizine çözüm bulmak konusundaki önerileri ve mücadeleleri ise agroekolojik tarımsal üretim oluyor.
Tarım zaten bir anlamıyla doğaya müdahale, diğer anlamıyla da doğayla barışık, uyum içinde yaşayabilmeyi becerebilme işidir. Bu anlamıyla küçük aile tarımı yapanlar yüzyıllardır doğayla barışık, uyum içinde yaşayabilmeyi öne çıkartmaktadır. Sermaye yarattığı sorunlara çözüm önerirken ürettiği sorunlardan ve çözümlerden de para kazanmanın yollarını aramaktadır. Örneğin tarımsal üretimde kimyasallar kullandırarak toprağın verimlilik özelliğini yok ettirmiş, solucanların yok olmasına neden olmuştur. Şimdi de kirlettiği toprağı iyileştirmek için solucan gübresini önermektedir. Solucan gübresi üretim tesisleri kurarak solucan gübresini satmaya başlamış, yani metalaştırmıştır. Bu sermayenin nasıl sorun yarattığının, yarattığı sorundan da nasıl para kazanmaya çalıştığının iyi bir örneğidir. Bir başka önemli örnek ise dünyanın en büyük şirketlerinden olan Bayer’dir.
Bayer dünyanın en büyük tohum ve tarımda kullanılan kimyasal zehirlerini üreten Amerikan şirketi Monsanto’yu satın almıştır. Bayer şimdi hem GDO’lu tohumlar dahil birçok tohumu üretmekte, pazarlamakta, hem toprağı, suyu, havayı, insan dahil bütün canlıları zehirleyen tarım kimyasallarını üretmekte ve pazarlamakta, hem de bu tohum ve kimyasallardan olumsuz etkilenen, hastalanan insanları ve diğer canlıları tedavi edici ilaçları üretmekte ve pazarlamaktadır.
Covid-19 salgını süreci bir kez daha gösterdi ki, ekolojik dengedeki bozulmalar bazı bakterilerin, virüslerin yeni konukçular aramasına neden olur. Bu sefer bu virüsler konukçu olarak insanları seçti. İki yıldır dünyada yaşam bir anlamıyla durdu. Bütün bu sorunların çözümü aslında sınıf çatışmasından geçiyor.
Sermayenin uyguladığı/dayattığı politikalara karşı mücadele eden emekçilerin, ekolojistlerin vb. çözüm önerileri, sermayenin çözüm önerileriyle aynılaşamaz, yakınlaşamaz, sermayenin çözüm önerilerine bel bağlanamaz. Biz sermayenin çözüm önerilerinin peşine takılmadan alternatif üretmek zorundayız. Sermaye iklim krizi yarattı çözüm olarak karbon ticaretine başladı, yani havayı bile metalaştırdı. Biz bu krizlerden kurtulmak istiyorsak kendi argümanlarımızla, kendi ortak mücadelemizi örmek zorundayız. Biz ve bileşeni olduğumuz küresel enternasyonalist küçük çiftçi örgütü La Via Campesina emekçilerin çözüm önerisini “Gıda Egemenliği” kavramı içinde ele almaktadır.
Erol Malçok: Antalya Gıda Topluluğu üyesi olarak bulunduğum alandan işçiler ve sendikalar açısından temellendirerek çözüm önerileri neler olabilir üzerine konuşmak istiyorum. Örneğin sendikalar adil gıda üzerinden hareket eden gıda toplulukları ve kooperatiflerle iş birliği yaparlarsa üzerine kar konulmamış, aracısız gıdaları işçilere ulaştırabiliriz. Bunun için her sendikanın (eğer bulunduğu yerde gıda toplulukları ve kooperatifler varsa) onlarla direkt iletişime geçmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yolla çok hızlı sonuç alınabileceğini görüyoruz. Örneğin Hopa’da çay üreticilerine saldırı olduğunda kendi topluluğumuzda bir duyuru yayınladık. Duyurunun yayınlanmasından sonra hemen Antalya’da Hopa çayın hepsinin satışı gerçekleşti. İnsanlar çayı sürekli tüketiyorlar. Fakat adil çaya nasıl ulaşılacağı konusunda bilgileri yetersiz. Bu durumda örgütlü hareket etmenin, toplulukların sendikalarla ve diğer kurumlarla bağı çok önemli. Diğer yandan bizim aşmaya çalıştığımız bir başka nokta ise: toplulukların veya kooperatiflerin adil gıda dedikleri gıdalar orta ve üst sınıfın alabileceği fiyat aralığında oluyor. Bu fiyatları nasıl alta çekebiliriz veya emekçilerin daha yoğun yaşadığı yerlere nasıl ulaştırabiliriz? Bu sorun belki sendikalarla hareket edilerek çözülebilir. Son olarak Friday for Future’dan arkadaşlar okullara ekoloji dersi koyulması için bir kampanya yürütüyorlar. Eğitimci arkadaşların onlarla iletişime geçmesi gerekiyor. Ekosistem nedir ve nasıl bozuluyor konusunda eğitim sendikalarının ekoloji örgütleriyle dirsek temasında bulunmaları gerekiyor.
Dipnot:
Gıda Egemenliği için bkz
- Gıda Egemenliği Hemen Şimdi! / A.Çobanoğlu https://www.karasaban.net/gida-egemenligi-hemen-simdi-adnan-cobanoglu/
- Yerel Seçimlere Giderken-I / Ne istiyoruz: ‘Gıda Güvenliği’ mi, ‘Gıda Egemenliği’ mi?/A.Çobanoğlu https://www.karasaban.net/yerel-secimlere-giderken-i-ne-istiyoruz-gida-guvenligi-mi-gida-egemenligi-mi-adnan-cobanoglu/
- Bir Toplumsal Projenin Adı: GIDA EGEMENLİĞİ / Ali Bülent ERDEM https://www.karasaban.net/bir-toplumsal-prohenin-adi-gida-egemenligi-ali-bulent-erdem/