Bu yazı, 26-27 Haziran 2021 tarihlerinde çevrimiçi olarak düzenlenen Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’nun Madenciliğin Politik Ekonomisi başlıklı 1. oturumunda yapılan sunumun gözden geçirilmiş halidir. Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’ndaki oturumların tamamını izlemek için youtube’daki oynatma listesine ulaşabilirsiniz.
Bu sunumda küresel üretim, ticaret ve yatırım eğilimlerinin madencilik, tarımda monokültür ve toprak gaspı gibi olguların yaygınlık kazanması üzerindeki etkileri hakkında genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.
Ekstraktivizm: İlkel Birikimden Neoliberalizme
Ekstraktif faaliyetlerin geçmişten bugüne evrimi günümüz kapitalizminin öne çıkarttığı bazı pratikleri daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Muhtemel bir yanlış anlaşılmanın önüne geçmek için söze ‘ektraktif’ sıfatını kapitalizmin yeni bir aşamasını vurgulamak için kullanmadığımı ifade ederek başlamak isterim. Eleştirel yazında terim genellikle çağımız kapitalizminin sömürgecilik dönemlerini hatırlatan, “çıkarmaya (extraction) dayalı yeni bir birikim dönemi”ne girmiş olduğunu ima etmek üzere kullanılıyor. İnsanlık tarihinde toprakta gömülü/saklı birtakım değerleri çıkarma/yağmalama/sömürme faaliyetleri elbette yeni değil. Bilakis, avcı-toplayıcılardan bu yana insanın doğayla ilişkisi böylesine ‘tek-yönlü’ bir sömürü ilişkisi üzerine kurulu. Feodal üretim tarzının hüküm sürdüğü orta çağlar boyunca toplumların ekonomileri farklı gelişme düzeyleri sergileseler de tarımsal yapılar olarak karşımıza çıkıyorlardı. 16. yüzyıldan itibaren Batı-dışı uzak coğrafyaların yağmalandığını, yerli halkların topraklarının sistemli bir şekilde gasp edildiğini gördük. Bu, Marx’ın “ilkel birikim” dediği ve kapitalizmin doğumuna ışık tutan en önemli gelişmelerden birisiydi. İktisat tarihçilerinin ‘Merkantilist’ aşama dediği bu dönemin alametifarikası olarak ‘sömürgeler için yarış’ ya da kolonyal genişleme feodalizmden kapitalizme geçişte anahtar rol oynamıştır. Bu yağmalama yarışının itici gücünü güç, servet ve şöhret hırsıyla gözü dönmüş girişimci tüccarlar ve asker/sivil devlet seçkinleri oluşturuyordu. Egemen sınıflar ve devlet aygıtının mutlak biçimde iç içe geçtiği merkantilizm – Sovyet kolektivizminden birkaç yüzyıl önce – bir kumanda ekonomisi uygulamaları sistemi olmak zorundaydı. Zira Hobbes’un Leviathan’ı (1651) kaleme alırken resmettiği merkantilist devlet de güneşin altında ne var ne yoksa hükmetmek isteyen bir canavar gibiydi. Avrupa’daki önde gelen devletlerin merkantilist politikaları – kimi önemli farklılıklar gösterseler de – sürekli bir ‘ticaret fazlası’ sağlamak ve başta altın ve gümüş olmak üzere değerli maden stoklarını büyütmek şeklinde özetlenebilir. Merkantilizmin zihniyet dünyasında milletlerin zenginliğinin kaynağında üretimden ziyade sahip oldukları kıymetli maden miktarı bulunuyordu. Diğer deyişle, merkantilist çağların politika yapıcıları herhangi bir üretim perspektifinden yoksundu. Üretim, bu dönemde kesinlikle yararlı bir etkinlik olarak görülmemiş; devletler Fransız tarihçi Fernand Braudel’in deyişiyle “mübadele oyunlarına” odaklanmıştı.1 Sömürgelerle ticaret adı altında yüzyıllar boyunca Afrika, Latin Amerika ve Uzak Doğu’nun halkları köleleştirilirken, doğal zenginlikleri (kıymetli madenler, tarım ürünleri, hammaddeler, vb.) sonu gelmeyen savaşlar, işgal ve talan veya ‘ticaret’ vasıtasıyla Avrupa’ya taşınmıştır.2 Bu süreç Avrupa’da sosyal sınıflar ve iktidar blokları arasındaki güçler dengesini yükselen burjuvazi lehine değiştirerek feodalizmden kapitalizme geçişi mümkün kılacaktır.
Devletin merkezi rol oynadığı bu geçiş sürecinde ‘birincil mallar’ gücün anahtarı olarak görüldü. Bu bakış açısı belirli açılardan günümüzde hala geçerliliğini koruyor. Geçmişte sanayi devriminin ilerleyen aşamalarında kömürün buharlı makinalar için taşıdığı anlamı, günümüzde petrol ve lityum, sırasıyla, motorlu taşıtlar ve elektronik ürünler için taşıyor. Bu bağlamda, insan ve doğa arasındaki, Engels’in deyişiyle, “metabolik etkileşimi” (metabolic exchange) ortadan kaldırması ve onun yerine “kendi kendini düzenleyen piyasaları” (Polanyi, 1944) ikame etmesi, kapitalizmin dünden bugüne taşıdığı (eski ve yeni) ekstraktivizm biçimlerinin de ortak bir özelliği olarak karşımıza çıkıyor.
Kalkınma sorununun çaresi kapitalist ekstraktivizm midir?
Önemli bir başka nokta ise sömürgeci güçlere bağımlı (sömürgeleştirilmiş) toplumların ilerleyen dönemlerde kayda değer bir sanayileşme gösterememiş olmasıdır. Bunlar daha ziyade yeniden yapılandırıldılar. Örneğin bu ülkelerde ulaştırma altyapıları iç bölgelerde çıkarılmakta olan hammaddeyi liman bölgelerine taşımak için kuruldu. Söz konusu hammaddeler sonra gemilerle merkezdeki ülkelere akacaktı. Kısacası mümkün olan her koşulda birincil malların (madencilik, balıkçılık, tarım) aranması, çıkarılması ve yağmalanması kapitalist rekabetin temel dinamiğini oluşturdu. Dünya ticareti 18. yüzyılın son çeyreğinden 1870’lerin ‘ilk küreselleşme dalgasına’ kadar olan dönemde İngiliz sanayi devrimi ve diğer rakip merkantilist devletlerin mücadeleleri ile belirlendi. I. Dünya Savaşı, emperyalist mücadelelerin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan yıkıcı bir süreç oldu. II. Dünya Savaşı sonrasında ise ABD öncülüğünde Panitch ve Gindin’in (2019) tercih ettiği ifadeyle “küresel kapitalizmin oluşturulduğuna” şahit olduk. Temelleri 1944’te Bretton-Woods kasabasında atılan küresel yönetişim çerçevesi 1970’li yılların sonuna kadar sürecek olan ve kapitalizmin tarihinin ‘Altın Çağı’ diye bilinen Keynesçi bir uğrağa işaret edecektir (bkz. Türel, 2017). 1980’li yıllarda neoliberal yeniden yapılanma Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası finansal kuruluşlar ve ulusötesi şirketlerin (UÖŞ) işbirliğiyle yürütüldü. Bu yeni mimarinin 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca sanayileşmeyi ithal ikameci politikalarla sağlamaya çalışan “Üçüncü Dünya” ülkelerini ve 1990’larda Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan “geçiş ülkelerini” neoliberal prensipler doğrultusunda dönüştürmek gibi acil bir gündemi vardı. Ne de olsa bu ülkeleri “ticari engellerinden kurtararak” dışarıya açık pazarlar ve ucuz emek gücü kaynağı haline getirebilmek, Batı’daki kapitalist kriz dinamiklerini tersine çevirebilmek demekti. Yeni uluslararası işbölümü, Washington Uzlaşısı başlığı altında ticaret engellerinin ortadan kalktığı bir küresel yönetişimi beraberinde getiriyor ve bu ülkeleri iğneden ipliğe, gıdadan mikroçiplere uzanan ‘ulusötesi tedarik zincirleri’ hiyerarşisi içerisinde yerleştirmeyi vaat ediyordu. Yeni-ekstraktivizmin yükselişi, doğal zenginliklerin küresel piyasalarda giderek daha fazla metalaştığı böylesine bir süreçte tartışılır hale geldi. 2000’li yıllar boyunca UNCTAD, DB ve benzeri uluslararası kuruluşların ekstraktif endüstrilere yönelik giderek yoğunlaşan ilgisinin ardında da aynı kaygı bulunuyordu. Örneğin DB madencilik yasalarını, vergilendirme, imtiyaz hakları ve sermayenin ülkesine dönüş esaslarını düzenleyen hükümleri yeniden yazarak ekstraktivizmi cesaretlendirmekte idi (Upchurch, 2020).
Yeni uluslararası işbölümü Gelişmekte Olan Ülkeler (GOÜ’ler), Çevre, Küresel Güney, vb. terimlerle tanımlanan ülkeleri birincil ve tarımsal ürünlerin üretimi ve dünya pazarlarına satışında uzmanlaşmaya itmiştir. Bunun söz konusu ülkelerin doğası üzerinde (hava, su, toprağın kirlenmesi, vahşi yaşam ve ormanların yok olması, sera gazı salınımının kritik düzeylerin çok üzerinde artması gibi) vahim etkileri vardır. Örneğin geçmişte çeşitli ve sürdürülebilir bir tarımsal yapıya sahip olan Fildişi Sahilleri ve Gana günümüzde kakaoya dayalı tarımsal monokültüre bağımlı hale gelmiştir. Dünya kakao üretiminin 2/3’ünü gerçekleştiren bu ülkelerde yoğun çocuk emeği sömürüsü ve ormansızlaşma el ele gitmektedir. Papua Yeni Gine ve Kolombiya’da yerli halkları hedef alan şiddet, hepsi adeta birer “Davul ve Golyat” hikâyesi olan trajedileri ortaya çıkarmaktadır (Aboa ve Maytaal, 2019). Elbette sözünü ettiğimiz şiddet, sömürü ve sefalet bu ülkelerde yaşayan herkesin ortak hikâyesi değil; siyasal seçkinler ve sermaye sınıflarından oluşan çok küçük bir azınlık petrol gelirleriyle zenginleşiyor. Yeni sermaye birikim merkezleri olarak Körfez’deki ve Arap yarımadasındaki petrol emirlikleri/prenslikleri bunlara güzel bir örnek teşkil ediyor (Hanieh, 2016).
Özetle; neoliberal dönüşüm ektraktif yatırımları küresel düzeyde artıran en önemli tetikleyici rolünü oynamaktadır. Andığımız dönemde Küresel Güney’den çok sayıda ülke ihracata yönelerek sözüm ona “serbest ticaret” ve “mukayeseli üstünlükler”den yararlanmak istemektedir. Bu ülkelerdeki siyasal iktidarlar geçmişte örneklerini gördüğümüz üzere kendi ‘yerli’ sanayi altyapılarını oluşturmak/geliştirmek için ‘ithal ikameci’ yollara girmek yerine ekonomiye gelir sağlamanın kestirme bir yolu olarak ekstraktif faaliyetleri görüyorlar (bkz. WTO, 2016). Kaynak çıkarma faaliyetlerini uluslararası yatırımcılar için daha ucuz ve cazip hale getirmek için çevre düzenlemelerini birer birer iptal ediyor; buralardaki çevreci hareketleri suçlulara dönüştürüyorlar.3 Andığımız türden bir kalkınma stratejisi Küresel Güney’i tarihsel olarak birincil mal ihracatına bağımlı hale getirmiş olan ve eşitsizlik üreten ilişkileri derinleştirmiştir. Bu stratejinin “sürdürülebilir” olmadığı apaçık ortadadır.
Literatürde “yeşil alan” (greenfield) olarak tarif edilen Uluslararası Doğrudan Yatırım (UDY) türlerine ait son yılların rakamlarına baktığımızda – 2008’deki büyük çöküşten sonra kalıcılaşan kriz ortamına rağmen – ekstraktivizme doğru bir küresel eğilimi rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Örneğin, UDY’lerin gözde yatırım alanlarının başında fosil yakıt çıkarma faaliyetleri bulunuyor. UNCTAD (2019)’un verilerine göre 2017-2018 arasında kömür ve rafineri petrol ürünleri ticareti %480 artarak 15’ten 86 milyar dolara çıkarken; maden, taş ocağı ve petrole yatırımlar %100 artış göstererek 41 milyar dolara ulaşmıştır. Aynı dönemde imalat ve hizmet sektörlerindeki yeşil alan yatırımlarının artış hızları ise – sırasıyla %35 ve %43 gibi – çok daha düşük düzeylerde gerçekleşmiştir. Bu noktada ulusötesi sermayenin çevre açısından ‘yıkıcı’ ektratif yatırımlarının yanı sıra ‘doğa dostu’ yenilenebilir (renewable) enerji konularına da yatırım yapmakta olduğunun; ancak bu konuda Birleşmiş Milletler’e bağlı bazı kurumların genel çerçevesini çizdiği son derece ılımlı “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri”nin bile çok gerisinde kalındığının altını çizmekte yarar var.
Sermaye çevrelerinin ve hükümetlerin, her şeye rağmen ektraktivizmden vazgeçemiyor olmaları elbette nedensiz değil. Bu alana yatırımlardan elde edilen karlar tarihsel olarak imalat sanayii yatırımlarından elde edilenden çok daha fazla (Roberts, 2016). Dolayısıyla günümüzde risk sermayesi, varlık fonları ve kurumsal finanstan kaynaklanan devasa miktardaki para gidecek yerler aramaya devam ettiği müddetçe küresel ektraktivizm dalgasının durulması olanaklı görünmüyor. Ancak özellikle Covid salgınıyla birlikte ortaya çıkan emtia fiyatlarındaki sert dalgalanmalar ve belirsizlikler, kalkınma yolunu ekstraktif yatırım çekmeye bağlamış devletleri zor duruma düşürüyor. 2020 yılının mart ayında petrolün varil fiyatını 20 doların altına kadar çeken fiyat şoku ve metal fiyatlarındaki sert düşüşler, “yükselen piyasaları” ciddi biçimde sarsmıştı.
Ekstraktivizm Eleştirileri: Farklı Modeller
Bu başlık altında günümüzde (kapitalist) ekstraktivizme eleştirel yaklaşan başlıca (Liberal ve Marksist) kuramsal modeller üzerinden giriş düzeyinde genel bir değerlendirme sunmaya çalışacağım.
Liberal eleştiri için ekstraktivizm eleştirisinin en fazla taraftar toplayan “ana akım” yahut sistem-içi yorumu olduğu söylenebilir. Uluslararası kapitalizmin tarihsel ve güncel eğilimlerini, sınıfsal dinamiklerini ve devlet-sermaye ilişkilerinin özgüllüklerini dert edinmeyen bu muhafazakâr “eleştiri” için konu, ağırlıklı olarak, ‘kaynak laneti’ (resource curse), ‘bolluk tuzağı’ (trap of abundance), ‘Hollanda Hastalığı’ (Dutch Disease) gibi kavram ve temalar etrafında ele alınıyor (bkz. Acosta, 2013). Buna göre kısaca varoluşlarını sahip oldukları belli başlı kaynaklara yaslayan ekonomiler emtia fiyatları ve kur dalgalanmalarına karşı oldukça kırılgan olmakla kalmayıp; genellikle siyasi yozlaşma, yoğun ve yaygın yolsuzluk, şeffaf olmayış ve dolayısıyla “zayıf” kurumları ile tanımlanıyorlar. Liberal (ve yeni-kurumsalcı) eleştiriye göre işte bu sebeplerle söz konusu ülkelerin sahip oldukları kaynakların getiri/götürü dengesi daima negatife dönüyor. UNCTAD, DB vb. kurumların “küresel yönetişim” söyleminde andığımız yaklaşımlar ziyadesiyle belirgindir ve alana hâkim/ana akım ekstraktivizm söylemi bu merkezler tarafından üretilmektedir.
Son yıllarda ekstraktivizme yönelik eleştirel ekonomi-politik tahlillerde Marksist ve neo-Marksist geleneklerden beslenen çalışmalar göze çarpıyor. Örneğin David Harvey’in “mülksüzleştirme yoluyla birikim” (accumulation by dispossession) kavramı üzerinden yürüyen tartışma, karşımızdaki olguyu “yeni-emperyalizm” pratikleri içerisinde ilkel birikimin canlanması veya geri dönüşü olarak okuyor. 1960’lardaki ‘bağımlılık’ sorunsalını belirli açılardan yeniden-üreten bu ve benzeri açıklama çabalarına karşı kayda değer eleştiriler mevcut. Bu eleştiriler esasen doğayı, emeği ve kadın bedenini kapsamlı şekilde yağmalayan ekstraktivizm dalgasının, ‘dışarıdan-içeriye’ bir bakışla çözümlenmesi gayretine yöneliyor. Oysaki mesela Kanadalı maden şirketleri sadece ‘dışarıda’ değil kendi ülkelerindeki doğal varlıkları yağmalarken de aynı derece acımasız oldukları gözden kaçabiliyor (Upchurch, 2020). Öte taraftan, örneğin James Petras ve Henry Veltmeyer (2005) Güney Amerika’nın yeni-ekstraktivizmini içerisinde yerel yönetici sınıfların da son derece önemli roller oynadığı bir bağlamda tartışıyor. Bu bakış açısı, açıktır ki, olguyu ağırlıklı olarak ‘dışarısı kaynaklı’ emperyalist bir talan öyküsü olarak görme eğilimindeki ‘bağımlılık’ tezlerini bir hayli zayıflatıyor.
‘Yükselen piyasalar’ ve ekstraktivizm çeşitleri
Ekstraktivizm tartışmasında ‘çeşitlilik’ (varieties) sadece olguya açıklamalar getirmeye çalışırken başvurulan kuramsal modellerle ortaya çıkmamaktadır. Ekstraktif girişimler dünyanın farklı ülke ve bölgelerinde farklı biçimlerde tezahür etmekte ve bunlar günümüz küresel ekonomi politiğinin barındırdığı önemli kırılmalara işaret eder niteliktedir. Aşağıda kısaca aktarmaya çalıştığım ülke deneyimlerinin ekstraktif faaliyetlerdeki bu çeşitliliği anlamaya yardım edeceğini umuyorum.
Latin Amerika, ekstraktivizm ve ‘Pembe Dalga’
1980’lerdeki ‘neoliberal dönüşe’ değin Latin Amerika ülkeleri devletin sağladığı teşvikler ve korumacı politikalar eşliğinde ithal ikameci bir kalkınma modeli uyguladılar. Bu model otoriter/cunta rejimleri(nin) emek hareketlerini (ve ücretleri) baskı altında tutan politikalarıyla birlikte yerli sermaye birikimi için oldukça elverişli bir ortam oluşturmuştu. 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca bölge ekonomilerinin büyüme performansı sanayileşmiş Batı ülkelerinden yüksekti (Upchurch, 2020). Ancak, yerel seçkinler ve ulusal burjuvaziler uluslararası sermayeyle ortaklıklar kurmaya başladıkça işler değişmeye başladı. Ekonomileri yabancı sermayeye açmak yoluyla serbestleşme furyası 70’ler ve 80’ler boyunca derinleşerek ilerledi. 1964-85 yılları arasında askeri diktatörlük tarafından yönetilen Brezilya’nın dış ticareti iki ana kaleme yaslanıyordu: sanayi malları ve tarım ürünleri (özellikle de kahve) ihracatı. Lakin 1985 sonrasındaki dönüşümü, içerisinde tarımın asli para kaynağı olarak göründüğü, bir “yeniden ekstraktivizm” dönemi olarak değerlendirmek mümkün. Petras sözünü ettiğimiz süreci, “askeri rejimin mirası devlet kapitalizminin kalıntıları ile yükselen liberal ‘serbest piyasa’ burjuvazisi arasındaki çekişme” olarak resmediyor. Buna göre borç krizleri, hiper-enflasyon, devasa yolsuzluklar ve ekonomik durgunluk ilerleyen dönemde, kendi deyimiyle “agro-mineral sermaye” ve finans ittifakının yükselişin önünü açacaktı. Bu ittifakın bir tarafında yabancı sermaye diğer tarafında ise denizaşırı piyasalarla bağlantıları olan yerli sermaye unsurları bulunuyordu. Süreç 1990’lardaki büyük ölçekli özelleştirmeler ve finans piyasalarının kuralsızlaştırılmasıyla genişletildi. Böylelikle yabancı fonların tarımsal ticaret (agribusiness), mineral çıkarma, finans ve emlak sektörlerine doğru akması kolaylaştı. Benzer şekilde Arjantin’de de 1976-83 yılları arasında cunta kontrolündeki Ulusal Yeniden Yapılanma Süreci ve 1991’deki ünlü Cavallo Planı ülkeyi imalat sanayiden ödün vermek pahasına tarımsal ticarete, mineral çıkarma faaliyetlerine ve yabancı ulusötesi şirketlere bağımlı hale getirmeyi yaramıştı. Bu geçişin çevre üzerindeki olası yıkıcı sonuçları da önemsenmedi. İthal ikamecilikten ihracata dayalı bir ekonomiye doğru bu “yapısal uyum” hikâyeleri diğer Latin Amerika ülkelerinde ve bütün Kuresel Güney’de benimsenen bir gelişme patikası olarak gözlemlendi.
Yeni binyıla girildiğinde 21. yüzyıl sosyalizminin Pembe Dalga’sı Latin Amerika’yı etkisi altına almıştı. Venezuela’da Hugo Chavez, Brezilya’da Lula da Silva, Bolivya’da Eva Morales ve Ekvator’da Rafael Correa liderliğindeki solcu hükümetler yeni ve ‘ilerici’ bir ektraktivizm modelini ortaya attılar. Söz konusu model kömür, mineraller, petrol ve ticari tarım gibi doğal varlıklara bağımlı ulusal ekonomi stratejilerini devam edeceği anlamına gelmekteydi. Amaç bu sektörlerden elde edilen gelirlerin nüfusun en fakir kesimleri lehine yeniden dağıtılmasını sağlamaktı. Telafi edici politikaların finansmanı da büyük ölçüde ekstraktif şirketlerin vergilendirilmesi yoluyla sağlanacaktı. Emekçi kesimler açısından kimi kısmı iyileşmeleri sağlamış olsa da, Latin Amerika’daki ‘ilerici ekstraktivizm’ deneyiminin hedeflenen sonuçları sağlamadığını ifade etmek mümkün. Ne de olsa bu stratejiler ne bu sektörlerdeki özel mülkiyet haklarını ne de sermaye birikiminin dinamiklerini tehdit eder nitelikteydi. Dahası ne yazık ki Latin Amerika’nın Pembe Dalga temsilcileri de tıpkı önceki neoliberal hükümetler gibi ekstraktif faaliyetlerinin sosyoekonomik maliyetlerini ve yarattığı temel insan hakları ihlallerini önemsemediler. Sonuç olarak okyanus-aşırı Batı sermayesinin finansal yatırımları ve getiri peşindeki yerel güçler, ekstraktif büyüme ve endüstriyel gelişmenin itici gücü olmayı sürdürdü. Söz konusu gelişmelere imalat sanayinin büyümesine daha az vurgu yapılması ve kentlerdeki örgütlü işçi sınıfının gücündeki gerileme eşlik etti (bkz. Upchurch, 2020).
Afrika
Uluslararası yazında “kaynak milliyetçiliği” (resource nationalism) olarak anılan politikalar Güney Afrika gibi ülkelerde ekstraktif imtiyazlara sahip yabancı yatırımların ve bu faaliyetlerde kazançlar sağlamakta olan ancak vergi ödemek istemeyen şirketlere yaptırımlar uygulanması ve bunlara ait varlıkların ‘millileştirilmesi’ çabaları olarak ortaya çıkmıştır. Bağımsızlık hareketlerini izleyen dönemde 1960’lar ve 70’ler boyunca birçok Afrika ülkesinde madenler ve diğer doğal varlıklarda bir millileştirme dalgası yaşanmıştı. 1990’lardaki neoliberal özelleştirme uygulamalarıyla birlikte Batılı maden şirketlerinin bu sektörlere yatırımlar yaparak mülk edindiklerine şahitlik edildi. 2000’li yıllarda ise kaynak milliyetçiliğinde ikinci bir aşamaya geçildi. Bu süreçte vergilendirme ve bir dizi başka destekle mevcut varlıkların mülkiyetinin yerli sermaye gruplarınca ele geçirmesini sağlamak amaçlandı (Caramento ve Saunders, 2019). Kuzey Afrika da birincil mallar açısından oldukça zengin bir bölge olmakla beraber, Tunus, Fas ve Cezayir gibi ülkelerde son yıllarda yoğunlaşan ekstraktif faaliyetlerin uluslararası finansal kuruluşların raporları ve önerileri doğrultusunda ihracata dönük olarak ve özel mülkiyetin önündeki engelleri kaldırmak amacıyla gerçekleşmekte olduğunun altını çizmekte yarar vardır.
Sonuç itibarıyla Latin Amerika, Kuzey ve Güney Afrika örnekleri bize ekstraktivizme dönük devlet politikalarında çeşitliklerin olduğunu görüyoruz. Diğer bir deyişle, Güney Afrika’nın ve Latin Amerika Pembe Dalgasının ‘ilerici’ yaklaşımının benimsediği “kaynak milliyetçiliği” politikalarının tersine Kuzey Afrika devletleri genel olarak ‘neoliberal’, ‘serbest’ piyasacılığa çok daha açık bir yol izlemektedir. Bütün bu yaklaşımlar – farklı derecelerde olsalar ve değişen araçları kullansalar da – yatırımları ve birikim sürecini yerlileştirmek isteğini yansıtmaktadır. Hepsi toprağı sömüren ve bozan bir mahiyetteki politika ve uygulamaları içermektedir. Bu politikalar kaçınılmaz olarak yerli halkların mülksüzleşmesiyle sonuçlanmaktadır. Son olarak, “yükselen ekonomilerde” son dönemlerde gözlenen ekstraktivizme doğru bu genel kayış, çoğu zaman yerli imalat sanayilerin gelişimi pahasına gerçekleşmekte ve bu ülkeleri Batılı devletler ve uluslararası finansal kuruluşların cesaretlendirdiği ithalata-dönük model içerisinde yeniden biçimlendirmektedir.
Sonuç
Güncel veriler doğal varlıkları çıkarma faaliyetlerine dönük yatırımlar, genellikle imalat ve hizmet sektörlerinin aleyhine geliştiğini göstermektedir. Dünya ekonomisi karların düştüğü yeni bir finansal belirsizlik dönemine COVID salgını öncesinde girmişti. Eldeki artık fonlar imalat sanayiinde yeni teknoloji ve teçhizata değil de, potansiyel olarak çok daha karlı olabilecek emlak piyasaları ve finansal araçlar gibi mecralara akmaktaydı. Benzer biçimde ekstraktif faaliyetlere yapılacak yatırımlar da büyük yatırımcılara oldukça yüksek spekülatif getiriler vaat ediyordu. Bu, özellikle emtia fiyatlarının arttığı dönemlerde geçerliydi. Ancak sermaye birikimi açısından ekstraktivizm uzun dönemde ciddi birtakım sorunlar da getiriyor. Şüphesiz meta üretimi kendi başına çağımız uluslararası kapitalizmini ileri götürebilecek dinamizmi barındırmıyor. Geçtiğimiz yılın mart ayında petrol fiyatlarında yaşanan şok düşüş bunun en güzel göstergelerinden birisi. COVID salgının derinleştirdiği mevcut durgunluk ortamında petrol fiyatları çakıldı. Kısacası, görgül düzeyde yeni bir ekstraktivizm eğiliminden söz edebiliyor olsak da, bunun mutlak bir şekilde kapitalizmin tarihinde yeni bir aşamayı ifade ettiğini söylemek mümkün değil. Lakin ekstraktivizm yeni bir aşaması değilse bile mevcut kapitalizmin sınırları ve çelişkilerinin bir yansımasıdır.
Kaynakça
- Aboa, A. ve A. Maytaal (2019) “Ivory Coast, Ghana Looking to Regulate Cocoa Industry’s Sustainability Schemes: Sources”, Reuters (10 Eylül), https://uk.reuters.com/article/us-ivorycoast-ghana-cocoa-sustainability/ivory-coast-ghana-looking-to-regulate-cocoa-industrys-sustainability-schemes-sources-idUKKCN1VV29H
- Acosta, A. (2013) “Extractivism and neoextractism: two sides of the same curse,” M. Lang ve D. Mokrani (der.) Beyond Development Alternative visions from Latin America, Transnational Institute / Rosa Luxemburg Foundation içinde, ss. 61-86.
- Arboleda, M. (2020) Planetary Mine: Territories of Extraction under Late Capitalism, Verso.
- Caramento, A. ve R. Saunders (2019) “Capitalism and Resource Nationalism in Africa”, Review of African Political Economy, http://roape.net/2019/10/17/capitalism-and-resource-nationalism-in-southern-africa
- Hanieh, A. (2015) Körfez Ülkelerinde Kapitalizm ve Sınıf, çev. B. Ahıska ve S. Doğan, İstanbul: Notabene.
- O’Brien, R. ve M. Williams (2016) Global Political Economy: Evolution and Dynamics (5. Basım), Palgrave.
- Petras, J. ve H. Veltmeyer (2005) Empire with Imperialism: The Globalizing Dynamism of Neoliberal Capitalism, Zed Books.
- Roberts, M. (2016) Long Depression, Haymarket Books.
- Türel, O. (2017) Küresel Tarihçe, 1945-79, İstanbul: Yordam.
- UNCTAD (2019) World Investment Report 2019, United Nations Conference on Trade and Development
- Upchurch, M. (2020) “Is there a new extractive capitalism?” International Socialism, sayı 168.
1 Daha doğrusu endüstriyel üretim olarak görülebilecek bütün çaba ve girişimler, başta deniz olmak üzere ticaret filolarını büyütmek ve çok daha kuvvetli/öldürücü silahlara sahip olmak gibi bir hedefle sınırlı idi (Hunt, 2018).
2 Afrikalı kölelerin Kuzey ve Güney Amerika’daki madenlere ve çeşitli üretim plantasyonlarına ‘ihraç edilmesinden’ kazançlar, 18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere’nin dış ticaret gelirleri içerisindeki en önemli kalemlerden birini oluşturmaktaydı (O’Brien ve Williams, 2016: 54-5).
3 Covid sürecinde dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın Amerikan otomotiv sanayi üreticilerinin lehine çevre standartlarını rahatlatması, olgunun sadece Küresel Güneyle sınırlı olmadığının en güzel kanıtlarından bir tanesini sunuyor.
M. Gürsan Şenalp, Atılım Üniversitesi İktisat Bölümü, İletişim: mgursan@yahoo.com