Ormana zararlı olan insana da zararlıdır halk sözünde ifade edilen tek gerçeğin diğer yüzünü insana (canlılara) zararlı olan ormana da zararlıdır şeklinde ifade edebiliriz. Ekolojik yıkım, toplumsal üretim sürecinde ekstraktif ve diğer faaliyetler (enerji, yol, kentleşme, turizm vb.) esnasında başka ekosistemlere zarar verilerek yıkıma uğratılması olarak tanımlanabilir. Bu yıkımın gerçekleşmesi tarihsel üretim ilişkileri ile nitelenebilir. İnsanlığın yeryüzündeki varlığının bir ekolojik yıkım, küresel iklim krizi, biyoçeşitlilik /gıda/ su krizi gibi veçhelere ulaşarak canlı yaşamın varlık koşullarını değiştirmesi tarihsel olarak son birkaç yüzyıldaki üretim ilişkilerin geldiği veçhe ile bağlantılıdır. Küresel iklim değişikliği verileri ile atmosferdeki karbon emisyonlarının artışı ve küresel meta üretimindeki artış grafikleri arasındaki paralellik bu tarihsel ilişkiyi yansıtmaktadır. Bu açıdan ekolojik yıkımı, yeryüzündeki doğal yaşamı mümkün kılan doğal çevrim kanunlarının (karbon, su çevrimi, mevsimler vb.) sermayenin çevrim kanunlarına (en kısa zamanda en çok olma) tabi kılınması arasındaki çelişki olarak tanımlanabilir. Bir başka ifade ile sermayenin zaman yasasının doğanın zamanına hükmetmeye çalışmasıdır.
Emeğin ekolojisi, ekolojik yıkımın, bizzat işçinin bedeninde gerçekleşmesini tanımlar. Üretim sürecinde kullanılan hammaddelerin çıkarılması (ekstrativite), işlenmesi ve sonrasında işçinin maruz kaldığı envai çeşit kimyasalların ve gazların; üretim sürecinde kullanılan teknolojilerin; üretim sürecinin sonunda oluşan atıkların direkt ya da havaya, suya, toprağa karışarak dolaylı yoldan işçinin bedenini zehirlemesi, onu hasta yapması ve görece uzun bir ölümü yaşatmasına emeğin ekolojik yıkımı diyoruz. Marx’ın doğayı insanın inorganik bedeni olarak tanımlamasından hareketle, emeğin ekolojik yıkımı, sermayenin hareket ederken hem inorganik hem de -ondan ancak belli soyutlamalarla ayrılan- organik bedeni yıkıma uğratmasıdır. Burada yıkım bizzat üretim sürecine içseldir.
Emeğin ekolojik yıkımı, genel literatürde “meslek hastalıkları” olarak ifade edilmekte, bu biçimde burjuva iş hukukuna dahil edilmektedir. Bununla beraber meslek hastalıklarının nedenleri, tanılanması ve teşhisi ile ilgili hiçbir denetleme, raporlama ve cezai sorumluluk gibi kriterler uygulanmamaktadır. Bununla birlikte Türkiye’de bu alanda hiçbir resmi veri olmadığı için somut durum tam olarak bilinmiyor. Dünya Sağlık Örgütü ve Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından yapılan araştırmalar baz alındığında Türkiye’de günde en az 20-30 işçinin meslek hastalıkları sonucu öldüğü; tüm kanser kaynaklı ölümlerin EN AZ %10’u mesleki kanserlerden (senede en az 13.000 ölüm demek!) kaynaklandığı; senede 200.000- 300.000 arası işçinin meslek hastalıklarına yakalandığı tahmin ediliyor.
Marx’ın ortaya koyduğu gibi, emekçiler zenginler için mucizeler yaratırken kendisinin payına yoksulluktan, hastalıktan ve ölümden başka bir şey düşmemektedir. Bu yüzden emek mücadelesi her durumda “iş, ekmek” mücadelesi değildir. İş olsa da ve ekmek de elde edilse, iş işçiyi öldürmektedir, ekmek ise besin değeri düşük, zehirlidir.
Emeğin ekolojisi, ekolojik yıkımın iki veçhesini de birleştirir. Üretim faaliyetinin sonucu olarak ormanın, suyun, havanın, toprağın kirlenmesi, yıkıma uğraması ile üretim sürecinin bir parçası olan emekçinin bedeninin yıkıma uğraması. Sermaye, birikim sürecinde emek ve doğayı “kaynak”a çevirir; bunu yapmak, “canını/canlısını ölçme, biçme, tasnif etme, sayma, sonunda araç ve ölü hale getirme”(Marx) işlemidir. Bu iki veçhenin emeğin ekolojisinde birleşmesi, ekolojik yıkıma karşı mücadelenin sınıfsal temelini açığa çıkarır. Ekoloji mücadelesinin sınıfsal temeli, kapitalizme karşı emekçinin kurtuluşu mücadelesinin ekolojik kurtuluşu da içermesi gerektiğini gösterir. Dolayısıyla emek ve ekoloji mücadelesi dışsal bir hegemonya ya da dayanışma mücadelesi olmaktan çıkar, aynı varlık temeline kavuşur. Diğer bir ifade ile işçi sınıfı ekoloji mücadelesinin öznesi olduğu/olması gerektiği açığa çıkar.