Bu metin, Praksis dergisinin “Ekokriz: Kapitalist Tahribat ve ve Alternatifler” konulu 63. sayısından alınmıştır.
Öz
Bu çalışma, gemi söküm emek süreçleri üzerinden sermayenin kıyı ekosistemine verdiği zarar ile iş cinayetleri, yaralanma ve meslek hastalıklarının paralelliğini Karl Marx’ın “metabolik yarılma” ve Rob Nixon’ın “yavaş şiddet” kavramsallaştırmaları üzerinden tartışmayı amaçlamaktadır. Marx, insanlık ve doğa arasındaki “metabolik etkileşim”in birbirine bağımlı ve diyalektik bir süreç olduğunu, ancak kapitalizm ile beraber bu ilişkinin bozulup bir tür “metabolik yarığa” sebep olduğunu tartışır. Bu metabolik ilişkinin insan tarafından fark edilememesinin başat sebebi doğanın dönüşüm sürecinin insanın kendi dönüşüm sürecinin dışındaymış gibi görünmesidir. Böylece metabolik yarılma, doğa ve insanın tarihini birbirinden “suni” bir şekilde ayırırken sermayenin doğa ve insanlık üzerindeki tahakkümünün de birbirinden ayrı süreçler olarak kavranmasına sebep olur. Oysa, gemi söküm tesislerine getirilen gemilerin sökülme, hurda ve atıklarının değerli malzemeye dönüştürülme sürecinde işçiler, kendi değerinden eksilir ve tükenirken kıyı ekosistemi de zehirli ve kimyasal atıklara maruz kalarak bir çeşit “yaralanma” ve “tükenme” süreci içerisine girer. Ancak hem işçiler hem kıyı ekosistemi üzerindeki bu olumsuz etkiler, genellikle kapitalist emek süreçlerinin “dışsal” etkileri olarak görülür. Bu doğrultuda makalenin temel argümanı, işçilerin maruz kaldığı sömürü süreçleriyle kıyı ekosisteminin uğradığı tahribatın aynı emek sürecine içkin ve birbirine paralel süreçler olduğudur. “Yavaş şiddet” kavramı ise iş cinayeti ya da sakatlanma gibi anlık tehlikelerin yanında gemi sökümünün “meslek hastalığı” gibi daha uzun vadeli, zamana yayılmış ve tam da bu yüzden “görünmez”leştirilen karmaşık etkilerini daha iyi anlamayı ve ele almayı mümkün kılar. Bu noktada kıyı ekosisteminin maruz kaldığı zararların da ancak uzun vadede “görünür” hale gelmesinin meslek hastalıklarına paralelliği ele alınmaktadır. Bu teorik çerçeveyi temel alarak İzmir’in Aliağa ilçesinde bir saha çalışması yapılmış ve toplamda 53 görüşmeci ile yarı-yapılandırılmış derinlikli mülakatlar ve odak grup görüşmeleri gerçekleştirilmiştir. Çalışma ayrıca katılımcı gözleme dayanan saha notları ve kıyı ekosisteminin zararına yönelik yapılan bilimsel çalışmalarla desteklenmiştir. İzmir, Aliağa’da gerçekleştirdiğimiz saha çalışmasının bulguları üzerine dayandırılan araştırma, kıyı ekosisteminin ve işçilerin maruz kaldığı şiddetin ve tükenme süreçlerinin paralelliğini ortaya çıkarmayı ve ulusal ve uluslararası emek ve ekoloji literatürüne katkıda bulunmayı hedeflemektedir.
Anahtar Kelimeler: Gemi söküm, emek süreçleri, metabolik yarılma, yavaş şiddet, kıyı ekosistemi, Aliağa.
Abstract
This study aims to discuss the parallelism between the damage caused by capital to coastal ecosystems through the labor processes of shipbreaking and work-related accidents, injuries, and occupational diseases, using Marx’s concepts of “metabolic rift” and as well as Nixon’s concept of “slow violence.” Marx argues that the “metabolic interaction” between humanity and nature is a co-constituted and dialectical process, but under capitalism, this relationship becomes disrupted, leading to a kind of “metabolic rift.” The main reason for the imperceptibility of this metabolic relationship by humans is that the transformation process of nature appears separate from their own transformation process. The metabolic rift thus artificially separates the history of nature and humanity and causes the domination of capital over nature and humanity to be understood as separate processes. However, in the process of dismantling ships and transforming their scraps and waste into valuable materials at shipbreaking facilities, workers are devalued and exhausted, while the coastal ecosystem is exposed to toxic and chemical waste, entering into the same kind of “injury” and depletion process. In parallel, the negative impacts on both workers and marine life are often seen as “external” effects of capitalist labor processes.
The main argument of the article is that the exploitation processes workers are subjected to and the damage suffered by the coastal ecosystem are inherent and parallel processes within the same labor process. The concept of “slow violence” enables a better understanding and helps to address the complex effects of shipbreaking, such as “occupational diseases,” which are long-term, spread over time, and therefore, rendered “invisible”, rather than immediate dangers like work accidents or injuries. At this point, while the damages suffered by the coastal ecosystem become “visible” in the long term, occupational diseases also emerge over a certain period of time. The parallelism is drawn between the damage inflicted on the coastal ecosystem and the emergence of occupational diseases, which become “visible” only in the long term. Based on this theoretical framework, a field study was conducted in the Aliağa district of İzmir, involving a total of 53 interviewees through semi-structured in-depth interviews and focus group discussions. The study is also supported by field notes based on participant observation and scientific research on the damage to the coastal ecosystem. The research, based on the findings of the field study conducted in İzmir’s Aliağa district, aims to reveal the parallelism between the violence and exhaustion processes faced by the coastal ecosystem and workers and contribute to national and international labor and ecology literature.
Keywords: Shipbreaking, labor processes, metabolic rift, slow violence, coastal ecosystem, Aliağa.
Giriş
Deniz taşımacılığının, dünya genelinde ticari mal taşımacılığı hacminin %80’den fazlasını gerçekleştirdiği bilinmektedir (Federico Demaria, 2010). Deniz taşımacılığı sektörü içerisinde yaşlanan ve artık kullanılamaz hale gelen “hurda” gemilerin ne yapılacağı ise temel bir tartışma konusudur. Madencilik, tekstil, otomobil ve teknoloji sanayii (örn. akıllı telefon ve diz üstü bilgisayar imalatı) gibi sektörlerin üretim süreçlerinde de görüldüğü gibi Küresel Kuzey bu “hurda” gemileri kendi üretim süreçlerine içkin bertaraf etmeleri gereken atıklar olarak görmek yerine onlara dışsallık atfederek başka bir deyişle “çöplerini” Küresel Güney’e yönlendirmektedir (Immanuel Wallerstein, 2004).
Gemi sökümü endüstrisindeki atıkların mekânsal değişimi de üretimin farklı aşamalarının küresel ölçekte yer değiştirmesi ile ortaya çıkan ekolojik ve insan bedeni üzerine olan zararların dağılımının gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında nasıl eşitsiz bir biçimde pay edildiği ile ilgilidir. Üretim sürecindeki maliyetlerin “dışsallaştırılması” olarak tarif edilen bu durumu Wallerstein (2004: 48) şu şekilde tanımlar: “Neredeyse tüm üretim süreçleri bir tür toksisite içerir, yani, ister malzeme veya kimyasal atıkların bertaraf edilmesi, ister sadece ekolojinin uzun vadeli dönüşümü olsun, çevreye bir tür artık zarar verir. Bir üretici için atıkla başa çıkmanın en ucuz yolu, onu mülkünün dışına atmaktır”. Dolayısıyla gemi sökümü gitgide gelişmekte olan ülkelere kaydırılmış, böylece deniz taşımacılığı sektörünün de hem çevresel etkileri hem de sosyo-ekonomik ve sağlık üzerine etkileri Wallerstein’ın dünya sistemi bakış açısından ele alındığında çevre veya yarı-çevre ülkelere aktarılmıştır. Gemi söküm sektörünün yarattığı bu eşitsiz küresel ekolojik ve sınıfsal dağılım “ekolojik eşitsiz mübadele” (Brett Clark ve John Bellamy Foster 2009; Foster ve Hannah Holleman, 2014) olarak da tanımlanmaktadır. Buna göre, ekolojik ve insani maliyetlerin dışsallaştırılmasına paralel olarak toplum ve çevre sağlığını etkileyen risk ve tehlikeler de dışsallaştırılmaktadır.¹
Merkez ülkeler bir yandan üretim maliyetlerini dışsallaştırırken bir yandan da buna bağlı riskleri dünya sisteminin çevre bölgelerinde yer alan “atık sınırlarına” (R. Scott Frey, 2015: 26) taşımış olur. Bu doğrultuda, 2020 verilerine göre, Bangladeş, Hindistan, Pakistan, Türkiye ve Çin küresel olarak toplam LDT’nin (boş gemi ağırlığı) %98’ini sökmektedir. Piyasadaki toplam LDT’nin %35’ini dönüştüren Bangladeş’i %33 ile Hindistan, %15 ile Pakistan ve %14 ile Türkiye izlemektedir (İZKA, 2022: 22). İzmir’in Aliağa ilçesinde bulunan gemi söküm tesisleri ise yaklaşık 1.500 çalışanıyla bu yükselen sektörün Türkiye’deki merkezi konumundadır (NGO Shipbreaking Platform, 2022).
Avrupa’da kullanılan yüksek maliyetli “kuru havuz yöntemi” yerine “kumsalda söküm” uygulamasını kullanan bu ülkelerin düşük işçilik maliyetleri, coğrafi koşulları ve jeolojik özellikleri, gemi söküm faaliyetleri için tercih edilmelerine sebep olmaktadır, ancak bu yöntem çevre, çalışma ve işçi sağlığı açısından büyük zarar teşkil etmektedir. Türkiye’de ise çevre ve sağlığa zararları itibariyle iki yöntemin arasında olarak tanımlanabilecek “baştankara” yöntemi kullanılmaktadır (Ertuğrul Bilir, 2020; NGO Shipbreaking Platform, 2022). Bu yöntem geminin kıyı ile temasını tam olarak kesintiye uğratmadığı için özellikle kesme işlemi sırasında oluşan gemi atıklarının ve metal kalıntılarının denize karışması ile kıyı ekosistemine verilen ekolojik zararı artırmaktadır.
Bu çalışmada gemi söküm süreçleri açısından “çevre” veya “yarı-çevre” olarak adlandırılabilecek bir şekilde gemi söküm sektörünün küresel olarak dördüncüsü haline gelmiş olan Türkiye’deki Aliağa gemi söküm tesisi üzerine odaklanılacaktır. Aliağa’da gerçekleştirdiğimiz saha çalışmasının bulguları üzerine dayandırılan araştırmanın amacı kıyı ekosisteminin ve işçilerin maruz kaldığı şiddetin ve tükenme süreçlerinin paralelliğini ortaya çıkarmaktır. Bu tartışma ikinci bölümde detaylıca ele aldığımız gibi metabolik yarılma ve yavaş şiddet kavramları üzerinden yürütülecektir. Makalenin üçüncü bölümünde bu araştırmada uyguladığımız yöntemler açıklanacak ve araştırmacıların pozisyonuna dair kısa bir tartışmaya değinilecek. Dördüncü bölümde ise sahadan elde edilen bulguların analizine dayanarak gemi sökümü sektörünün yapısal organizasyonu, meslek hastalıkları ve iş cinayetleri üzerinden işçilerin yavaş ve ani şiddet deneyimleri, kıyısal eksosistem üzerindeki şiddet biçimleri ve gemi sökümü işçilerinin fiili grev² süreçlerinin bize gösterdikleri tartışılacak. Son olarak kısa bir sonuç bölümüyle makale noktalanacaktır.
2.Teorik çerçeve: Gemi Sökümü Tesislerinde Metabolik Yarılma ve Yavaş Şiddet
Emek ve ekoloji alanındaki ayrı mücadele pratiklerinin ortaklaşmasına dayanan çabalar, sürdürülebilir bir gelecek için ekonomik, sosyal ve ekolojik adaletin bir arada olması gerektiğini vurgulamaktadır (Stefania Barca, 2012). Bu doğrultuda, gemi söküm emek süreçleri, doğa ve emeğin bütünlüğünün hem parçalandığı hem de ayrıştırılmış dönüşümler yaşadığı fikrine rağmen nasıl benzer süreçler geçirdiğini ortaya koyması açısından emek ve ekolojinin gündemlerini de zorunluluk olarak birbirine bağlamaktadır (Aslı Odman, 2021). Türkiye’de de son zamanlarda meslek hastalıkları ile çevresel tahribatın kesişimine dair “emekoloji” kavramı etrafında bir tartışma sürdürülmektedir. Cemil Aksu’ya göre (2022), “emekoloji”, işçinin vücudundaki ekolojik tahribatı tanımlar. Aksu (2022), emeğin ekolojik tahribatını, üretim sürecinin sonunda ortaya çıkan atığın doğrudan veya dolaylı olarak havayla, suyla ve toprakla karışarak işçinin vücudunu zehirlemesi, işçiyi hastalandırması ve nispeten uzun bir ölüm sürecine yol açması olarak tanımlar. Benzer şekilde Odman (2021, 2023), insanın emek gücüne dönüştürülen bedeni ve ekosistemin çevresel kaynaklara dönüştürülen bedenindeki kesişimi anlamak açısından iş cinayetlerinin bir işaret fişeği olduğunu vurgular. Dolayısı ile işçi sağlığını merkeze alan bir politik mücadele son kertede çevre sağlığını riske atacak tahribatlar için mücadeleyi de gerekli kılmaktadır. Böylece, emekolojinin mücadele haritası; işçi sağlığı, halk sağlığı ve çevre sağlığı bütünselliğinde tekil mücadelelerin yerine çevre ve işçininin bedensel enkazının “kamusal ve örgütlenme amaçlı” belgelendirilmesidir (Odman, 2023: 158). Bu bağlamda emekoloji literatürü; sermayenin çoklu tahakkümlerinden doğan mücadele temaslarını da birleştirmenin önemine dikkat çekerek emek ve ekoloji mücadelesinin zeminine dair önemli bir katkı sunmaktadır.
Emek ve ekoloji süreçlerine odaklanan bu çalışma da kıyı ekosistemi ve işçilerin tükenme süreçlerindeki paralelliğe odaklanarak (literatürde pek yer bulmamış olan) emek sürecinin mekânının ‘kıyı’ olmasının rastlantı olmadığı savını ileri sürmektedir. Aksine, küresel sermaye birikiminin coğrafi ve mekânsal genişlemesinin ve yeni meta menzillerine yayılmasının (W. Jason Moore, 2000; Irmak Ertör 2016) emeğin yarattığı değerin maliyetlerinin dışsallaştırılması ve kârların arttırılmaya devam edilmesi açısından kapitalizm için bir “zorunluluk” olduğudur. Bu noktada, denizin canlı bir ekosisteme sahip olmasından dolayı atıkları yutma ve “görünmez kılma” özelliği de onu emek sürecinin, değer yaratma sürecinin bir parçası haline getirmiştir. Böylece, sermayenin emek gücüne yatırılan kısmı gibi, kıyı ekosistemi de üretim sürecinde bir değer değişimine uğramaktadır. Atığın bir değer haline getirilmek üzere geminin parçalarına ayrıldığı gemi söküm emek sürecinde canlı emek kendinden tüketir, eksilir ve değerin gelişmesini sağlarken, kıyı ekosistemi de aynı şekilde kirlenir, yaralanır ve kendinden tükenir. Buradaki kesişim, zehirli atık ve kimyasal maddelere, toz parçacıkları ve içinde sayısız zararlı madde olan dumana maruz kalan işçileri öldüren meslek hastalıkları ile kıyı ekosisteminin dönüşümündeki ve tahribatındaki uzun erimlilik ve görünmezliktir.
Dolayısıyla bu çalışma, gemi söküm tesislerindeki ani ölüm, iş cinayetleri ve yaralanmalar ile üretimin gerçekleştiği mekân olan kıyı ekosisteminin bedensel tahribatındaki içsel bağı ortaya koyarak emek ve ekoloji literatürüne katkı sunmayı amaçlamaktadır. Bu doğrultuda, bu bölümde öncelikle uluslararası eko-Marksist literatür takip edilerek metabolik yarılma ve gemi sökümü süreçlerinin ilişkisi kurulacak, devamında ise gemi söküm süreçlerindeki yavaş şiddet kavramsal olarak açıklanacaktır. Böylece dördüncü bölümde saha bulguları üzerinden yürütülecek araştırmanın kavramsal zemini oturtulmaya çalışılacaktır.
2.1. Metabolik Yarılma ve Gemi Sökümü
Doğa ve toplum arasındaki karmaşık etkileşimi anlamaya yönelik kavramlardan biri olan “sosyal metabolizma” insanın emek faaliyeti yolu ile doğayla kurduğu ilişkiyi tanımlar. Bu ilişkinin diyalektik yanını vurgulaması itibariyle ekoloji ve emek gündemine ortak zeminde yaklaşmaya çalışan eko-Marksist düşünürler tarafından yaygın olarak kullanılmıştır (Paul Burkett, 1999; Brett Clark ve John Bellamy Foster, 2003; Moore, 2000, 2003). İnsan ve doğa arasındaki karşılıklı enerji ve madde alışverişi, başka bir deyişle “metabolik etkileşim”, insanın hem kendini hem de doğayı dönüştürmesinden dolayı aynı zamanda toplumsal ve tarihsel bir süreçtir. Doğa ile emek arasındaki bu “içsel” bütünlük, doğal dünyadaki hareketlilik, değişim, oluş-dönüşüm ve yeniden oluşun da temel dinamiğidir. Doğanın insanın “inorganik bedeni” olarak ayrılmaz bir parçası olduğunu Marx (2011: 181-182) şu şekilde ifade eder:
Çalışma, her şeyden önce, insanla doğa arasındaki bir süreçtir; bu süreçte, insan, doğa ile kendisi arasındaki madde alışverişini kendi çabasıyla yürütür, düzenler ve denetler. Doğanın sağladığı maddelerin karşısında bir doğa gücü olarak yer alır. Doğanın sağladığı maddeyi kendi yaşamında kullanılabilecek bir biçimiyle mülk edinmek üzere kendi canlı varlığının doğal güçlerini, kollarını ve bacaklarını, kafasını ve ellerini harekete geçirir. Kendi dışındaki doğa üzerinde etkide bulunur ve onu değiştirirken, aynı zamanda kendi öz doğasını da değiştirir.
Marx, “metabolik etkileşim” kavramını kapitalist sistemin toprak üzerindeki “sömürüsü”ne sistematik bir eleştiri geliştirmek üzere tarihsel-materyalist bir düzleme taşımıştır (Foster, 1999: 378-379). Özellikle 19. yy.’da endüstriyel tarım ile birlikte toprağın çeşitli besin maddelerinden yoksunlaşarak verimsizleşmesini “Kapitalist tarımdaki her ilerleme, sadece işçiyi soyma sanatından ibaret olmayıp, aynı zamanda toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir.” diyerek kapitalizmin hem işçiyi hem de işçinin inorganik bedeni olan doğayı nasıl tahrip ettiğini ortaya koymuştur (Marx, 2011: 482). “Metabolik yarılma” olarak kavramsallaştırılan bu tahribat genişledikçe bir yandan tedavisi güç bir hale gelmekte bir yandan ise doğa-insan yabancılaşmasını perçinleyerek işçi sınıfı ve doğa arasındaki “zorunlu” ilişkiselliği gizlemektedir. Doğa ile insanı birbirine dışsallaştırmadan aksine içsel bir etkileşim ve dönüşüm hali ele almayı kolaylaştıran “metabolik yarılma” kavramı, sermayenin parçalı görünen tahribatlarını yeniden bütünsel bir çerçevede ele almaya da imkân verir (Yelda Erçandarlı, 2019).
Kapitalist üretim süreçlerinde emekçinin ürettiği “şey”, ondan bağımsız bir nesne haline gelirken işçi hem kendi emeğine hem de varlığını sürdürmek için “zaruri” olarak ilişkilendiği doğaya da yabancılaşmıştır (Aykut Çoban, 2012: 96). Böylece doğa ve toplum arasındaki “metabolik etkileşim” kapitalist üretim süreçleri içerisinde bir bozuşmaya uğrarken, doğa ve emeğin varoluşları da birbirinden ayrıksı, ilişkisiz ve bağıntısız olarak deneyimlenir ve anlamlandırılır. Son kertede yabancılaşmış emek, insanı inorganik bir beden olan doğadan ve varoluş koşullarından ayırır. Bu kopuşun en başat nedeni, doğanın dönüşüm sürecinin insanın kendi dönüşüm sürecinin dışındaymış gibi görünmesidir. Emek sürecinde metanın üretilmesi pahasına kendinden eksilen, yaralanan ve günden güne hem ruhsal hem de bedenen tükenen işçi, kendi süreçlerine yabancılaştığı oranda emek sürecine katılan doğanın dönüşümünden de uzaklaşır. Doğanın dönüşümünü en iyi ihtimalle fark ettiği durumda dahi bunu kendi materyal gerçeklikleri ile bağıntısız bir şekilde kavrar. Bu birbirine bağlı süreçler, metabolik yarılma derinleştikçe birbirinden giderek daha da ayrık hale gelir. Sonunda, metabolik yarılma, kapitalist toplumdaki insanların varoluşlarının doğal koşullarından maddi olarak yabancılaşmasını derinleştiren bir hal alır (Foster, 1999: 383).
Öte yandan doğayı salt toplum ile kurduğu bu zorunlu ilişkisellik üzerinden tanımlamak, doğanın “insanlık tarihinin dışında”, “zamansız” ve “ebedi” olduğunu düşündürmemelidir (Bruce Braun, 2009: 25; Nejdet Özberk, 2017). Mevcut üretim ilişkilerinde sermayenin doğa üzerindeki tahakkümü zaten tam da doğanın dinamik, canlı ve oluş halinde olan niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu noktada insanın kapitalist üretim ilişkilerinde emek gücüne dönüşümü ile doğanın “canlı” ve “dinamik” niteliğinin bir kaynak olarak sermayenin tahakkümü altına girmesindeki benzerlik bir rastlantı değil; zorunlu bir kesişimselliktir.
Bu zorunlu kesişimsellik, metabolik yarılmanın derinleştiği kapitalist üretim ilişkilerinde hem doğanın hem de işçinin maruz kaldığı şiddet biçimlerinin birbiri ile ayrıksı deneyimlenmesi nedeniyle görünmez hale gelmiştir. Gemi söküm endüstrisindeki emek süreçleri, bu ggörünmezliği, yani doğa ve toplum arasındaki metabolik etkileşimi açığa çıkararak kıyı ekosistemi ve canlı emeğin aynı değer yaratma sürecinin bir unsuru olduğunu ortaya koyması açısından önemli bir saha verisi sunmaktadır. Bu çalışmada da “yavaş şiddet” metabolik yarılmanın hem semptomu hem de işçinin ve doğanın bedenindeki bağlantısız gibi görünen tahribatların kesişiminin açığa çıkması açısından bir “olanak” teşkil etmektedir.
2.2. Gemi Söküm Süreçlerinde Yavaş Şiddet
Kapitalizmin bütünlüklü tahribatlarını toplumsal ve doğal arasında bir ayrım yaparak anlamaya çalışan ve böylece doğayı toplumdan ayırıp “dışsallaştıran” ideolojik yaklaşıma karşı kapitalist şiddetin yeniden tartışılmasına ihtiyaç vardır (Grettel Navas, Sara Mingorria ve Bernardo Aguilar-Gonzalez, 2018). Johan Galtung’a göre (1990) üç tür şiddet tanımlanabilir: i) “zaman ve mekânsal olarak kolay “görünür” bir olay olarak tanımlanan” doğrudan şiddet (örneğin; cinayet), ii) yapısal şiddet (yoksulluk gibi), ve iii) daha az görünür olan kültürel şiddet (Navas, Mingorria ve Gonzales, 2018: 3). Rob Nixon, etkisi ve ortaya çıkma biçimi ile “zamana ve mekâna dağılan” zehirli atıkların olumsuz etkilerini tanımlamak için “yavaş şiddet” kavramını ortaya atmıştır. Şiddeti belli bir ana, şimdiye hapseden tarih-dışı yaklaşımlar; onun zamana yayılan, oluş halinde ve gelişen niteliğini gözden kaçırdığı gibi şiddete maruz kalanlar ile failinin ilişkisini de bulanıklaştırmaktadır. Böylece, şiddetin başlangıç anı ile şiddete maruz kalma anının sürekliliği arasındaki zamansal mesafe, şiddetin potansiyel zarar ve olumsuz sonuçlarının da ancak uzun vadede “görünür”leşmesine sebep olarak kapitalizmi adeta görünmez bir el haline getirmektedir. Şiddet bir an için görünen, kolay tanımlanabilir ve çerçevelendirilir hale geldikçe şiddetin faili ile “kurban”larının arasındaki tarihsel ilişki de “görünmez” hale gelmektedir. Yavaş şiddet aracılığı ile neden-sonuç ilişkilerini ortadan kaldıran veya görünmez kılan kapitalizm, bedenlere ve doğaya yapılanların sorumluluğunu üzerinden atmaya çalışmaktadır (Zeynel Gül, 2022).
Gemi sökümde çalışan işçiler de asbestli gemilere maruz kaldıktan belki 20-25 yıl sonra meslek hastalığına yakalanmakta büyük bir çoğunluğu belki de hastalığını emekli olduktan sonra öğrenmektedir. İşçilerin “tekil” olarak deneyimlediği bu süreçler, onların kendi deneyimleri ile kapitalizmin çok boyutlu tahribatları ve yıkımı arasındaki ilişkiyi kurmalarını da genellikle engellemektedir. Bu noktada kendi emeğine, bedenine ve üretim araçlarına yabancılaşan işçi, sermayenin uzun erimli süreçler içerisinde ancak semptom veren şiddetini de tanıyamaz hale gelmektedir. Kendi bedenindeki değişimi, dönüşümü ve tükenişi kavrayamaz hale geldikçe doğa üzerindeki çok yönlü tahribatları da anlamlandırmakta zorlanmaktadır.
Özellikle sermayenin doğaya yönelik tahribatının uzun vadeli sonuçları insanın zaman algısı ile değerlendirildiğinde doğa üzerindeki şiddetin uzun erimli sonuçları da gözden kaçmaktadır. Bir yanda kimyasal bir toz, duman ya da boyaya maruz kaldıktan ancak yıllar sonra “meslek hastalığı”na yakalanan bir işçinin uğradığı tahribat, öte yanda ise kıyı ekosisteminin ve denizel biyoçeşitliliğin denize atılan zehirli atıklardan hangi sürelerde nasıl etkilendiği paralel ancak görünür olma süreleri değişen, kapsamlı bilimsel çalışmalara ihtiyaç duyan süreçlerdir. Kıyı ekosisteminde, “semptom”ları ile bile göze kolay görünmeyen zararların “görünür” hale gelmesi için belki bir insan ömrünü aşan zaman geçmesi gerekmektedir. Bu durum ancak sermayenin “hızlı kâr”, “hızlı verimlilik” ve “hızlı büyüme” gibi zaman algısını şekillendiren unsurlarının yapı-sökümü ile görünür hale gelebilmektedir. Ancak sermaye merkezli zaman algısının reddedildiği durumda “doğa”nın sadece şiddete maruz kalan pasif bir “kurban” olmadığı; canlı, dinamik, değişen ve hatta belirleyen bir “özne” olduğu da kavranabilir. Bu noktada, meslek hastalıkları gibi insan yaşamı için “nispeten” uzun süreçleri anlama ve tanımlamadaki zorluklar ile doğanın tükenmesi, kirlenmesi ve dönüşümünün tarifinin “zorluğu” arasındaki kesişimi yeniden vurgulamak gerekir. Dolayısı ile bu makalede doğanın toplumdan tamamen ayrı bir zamanı ve varoluşu olduğunu savunmuyoruz. Aksine, bazı durumlarda farklı zamansal süreçler içerseler bile doğa ve toplum üzerindeki tahribatların birbirine içkinliği üzerine odaklanıyoruz.
Bu doğrultuda, artık-değerin üretimi pahasına canlı emeğin kendinden eksildiği gerçekliği emek sürecinin denetimi ile gizlenirken; doğa ile kurulmuş olan parçalı ilişki de benzer şekilde emek süreci içerisinde yeniden üretilmektedir. Dolayısıyla bu kesişimi göstermek ve sermayenin iki boyutlu sömürüsünü ortaya çıkarmak son kertede üretim ilişkileri içinde gerçekleşebilir. Çünkü doğa, kapitalist sömürü ilişkilerinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Tıpkı “ölü emeğin” ancak canlı emeğin hayat veren dokunuşuyla harekete geçmesi gibi; doğa da üretim ilişkilerine girer girmez “yeniden canlanır”. “Doğal ürünler olarak görmeye alıştığımız hayvanlar ve bitkiler, sadece, belki geçen yılın emeğinin ürünleri değil, fakat bugünkü biçimleriyle, kuşaklar boyunca insanın denetimi altında, insan emeği aracılığıyla sürdürülmüş bir dönüşümün ürünleridir. Ama özellikle emek araçları söz konusu olduğunda, bunların çok büyük çoğunluğu, en dikkatsiz gözlemcilere bile, geçmişteki emeğin izlerini gösterir.” (Marx 2011: 185). Bu sebeple “Sermaye ölü emektir” diye yazar Marx, “o, vampir gibi ancak canlı emeği emerek hayatta kalan ve ne kadar fazla canlı emek emerse o kadar uzun yaşayan ölü emektir.” (ibid.: 230). Böylece, “nesnelerin doğası”nda gerçekten de insan olmayan aktörlere dönüşmek vardır. Herhangi bir ürün, ölü emek, kendini meydana getiren canlı emeği egemenliği altına alarak yaşamını kazanır. İşçiler ise üretim faaliyetlerinin içine girdiği andan itibaren “bedenlerine giren kimyasallar, radyasyon, silika tozu ile adeta bir sayborga, bilinmeyen bir makineye dönüşürken aynı zamanda bedensel ve ruhsal bütünlükleri de parçalanır” (Gül, 2022: 42-43). Hem çevreye hem de kendine yabancılaşan işçinin bu karartmadan sıyrılması tam da yabancılaşmanın başladığı yerde yine emek süreci içerisinde mümkündür.
3. Metodoloji ve Araştırmacının Pozisyonu
Görüşmeciler | Sayı |
İşçi | 33 |
Gemi söküm işvereni | 6 |
Gazeteci | 3 |
Mühendis ve akademisyen | 5 |
Çevre ve işçi platformları/örgütleri temsilcileri | 4 |
Ticaret odaları temsilcileri | 2 |
Toplam | 53 |
Tablo 1: Saha çalışmasında mülakat gerçekleştirilen görüşmecilerin listesi
Araştırma, İzmir’in Aliağa ilçesindeki gemi söküm tesislerinde çalışan işçiler, gemi söküm işverenleri, gazeteciler, mühendis ve akademisyenler, çevre aktivistleri, işçi örgütleri temsilcileri ve ticaret odaları temsilcileri olmak üzere toplamda 53 görüşmeci ile gerçekleştirilen yarı-yapılandırılmış derinlemesine mülakatları ve katılımcı gözlemi içeren nitel araştırma yöntemlerine dayanmaktadır. Görüşme öncesinde katılımcılara Etik Kurulu tarafından onaylanmış “katılımcı bilgi ve onam formu” verilerek çalışma hakkında bilgilendirme yapılmış ve kişisel verilerinin gizliliği esasının korunacağı ifade edilmiştir. Görüşmelerin gönüllülük esasına dayandığı ve çalışma sırasında alınan notlar ve ses kayıtlarının sadece bilimsel nitelikteki sunumlarda ve araştırma projelerinde yer alacağı bilgilendirilmesi yapılmıştır. Bu doğrultuda makalede alıntılarına başvurulan görüşmecilerin isimleri değiştirilerek “rumuz” kullanılmıştır.
Saha çalışmasının ilk aşaması 31 Ekim – 10 Kasım 2022 tarihleri arasında gerçekleştirilmiş olup bu süreçte 6 işveren, 5 akademisyen, 4 çevre aktivisti ve 3 gazeteci ile görüşülmüştür. Sahanın ikinci aşaması olan 22 Kasım – 7 Aralık 2022 tarihleri arasında 19 işçiyle; son aşama olan 11- 16 Aralık 2022 tarihleri arasında ise 14 işçi ile görüşülerek çalışma sonlandırılmıştır. Görüşmelerin uzunluğu 50 ile 170 dakika arasında değişmek ile beraber görüşmelerin ortalama süresi 90 dakikadır. Bu çalışmanın ampirik kısmının temelini oluşturan çalışanlara yöneltilen sorular çalışma koşulları, karşılaşılan zorluklar ile başa çıkma mekanizmaları, iş deneyimine anlam yükleme biçimleri ve işin gerçekleştiği mekân olan kıyı ile ilişkilenme biçimleri gibi konular etrafında toplanmıştır.
Ayrıca, görüşmeler, Jeffrey Juris’in (2007: 164) “militan etnografi” olarak kavramsallaştırdığı “politik olarak aktif katılımcı bir gözlem biçimi”ni savunan metodolojik yaklaşım ile desteklenmiştir. Militan etnografi, araştırmacının politik kimliğini sahada bırakmadan katılımcı ile deneyim, fikir ve pratiklerinin de ortaklaşabileceği bir zemin inşa etmek açısından elverişli bir yaklaşımdır. Bunun yanında, işyerlerindeki mevcut sınıfsal güç ilişkilerini, eşitsizlikleri ve çelişkileri ortaya çıkarma noktasında önemli bir işlevi olabildiği için de “militan etnografi”ye başvurmayı tercih ettik. Özellikle işçiler ile yapılan ve devamlılığı sağlanan odak grup görüşmeleri, işçilerin sadece araştırmacıyı bilgilendirmek üzere yanıt verdiği bir pozisyondan çıkıp kendi deneyimlerini anlamlandırmaları, bu deneyimlerden bilgi üretmeleri ve son kertede kendi işyerlerinde ortak hareket etme tutumu geliştirmeye yönelik çabaların ve yöntemlerin üzerine fikir çarpıştırdığı bir öğrenme ve birikim sürecinin de önünü açmıştır. Bu makalenin ilk yazarı olan araştırmacının bir vakıf üniversitesinde araştırma görevlisi olarak biriktirdiği işçilik deneyimi ve mücadele pratiklerinin gemi söküm işçilerinin deneyimleri ile buluştuğu ortak zemin, hem çalışmanın derinliğini artırmış hem de araştırmacı ve görüşmeci arasındaki hiyerarşik mesafeyi ortadan kaldırmıştır.
Saha çalışmasının takvimi 2022 yılının başından beri giderek ülke geneline yayılan bir fiili grev dalgasının bir parçası olarak meydana gelen gemi söküm işçilerinin grevinin 9 ay sonrasına denk gelmiştir. Yerel basın-medya kuruluşları ve özellikle de bu grev sürecini takip eden gazeteciler ile iletişime geçmek yararlı olmuştur. Bu sayede tanışılan genç işçi Cem, diğer işçilere de ulaşılabilmesi için bağlantı kişisi olmuştur. Cem’in çalıştığı firma, grev sürecinde sendikalaşmış tek şirket olduğu için yapılan görüşmeler genellikle grevde yer almış, sendika ile bir temas kurmuş ve birlikte hareket etme alışkanlıkları görece daha güçlü olan işçilerden oluşmuştur. İşçiler ile yapılan görüşmelerin ikinci kaynağını ise Cem’in arkadaşı Mehmet oluşturmuştur. Mehmet sendikaya daha eleştirel yaklaşan ve daha çok kendi köylü ve akrabaları ile yakın ilişkileri olan bir işçi. Böylece, onun sayesinde çeşitli odak gruplar gerçekleştirilerek yönetime yakın olan, uzun yıllardır gemi sökümde çalışan ve farklı yaklaşım ve deneyimlere sahip olan işçiler ile de görüşülebilmiştir. İşçilerle yapılan görüşmelerde en önemli faktör güven ilişkisinin tesis edilmesi ve onlara sadece bilgi alınacak araştırma özneleri olarak yaklaşmamak, aksine onların emek süreçlerine ve nesnel ve politik sorunlarına angaje olmak olmuştur. İşçilerin bu araştırmanın bilimsel bir çalışma olmanın ötesinde, gemi sökümünde meydana gelen yaralanmaları, iş cinayetlerini ve sektörde iş sağlığı ve güvenliğini ihlal eden uygulamaların daha görünürleşmesi amacına dair güven duymaları daha rahatlıkla bilgi ve deneyim paylaşımına ve güven ve dayanışma tesisine götürmüştür.
4.Gemi Sökümü Emek Süreçleri ve Yavaş Şiddet
4.1. Gemi Sökümü İşinin Temel Organizasyonu
İzmir’in 50 kilometre kuzeyinde yer alan Aliağa ilçesinde 22 adet gemi söküm tesisinin yanında demir-çelik fabrikaları, petrokimya, gaz dolum tesisleri ve petrol rafinerisi de bulunmaktadır. Aliağa Körfezi, başlangıçta ağır sanayi geliştirme bölgesi olarak belirlenmiş olup günümüzde TÜPRAŞ Rafinerisi, Sokar ve Petkim fabrikalarının da kurulması ile beraber çok sayıda hava kirletici emisyona sahip olan sanayi kuruluşlarına da ev sahipliği yapmaktadır. Dolayısı ile bölge, kirletici kaynakların çevreye yönelik kümülatif zararları ile ele alındığında Steve Lerner’ın (2010) kavramsallaştırdığı “ekolojik fedakârlık bölgesi”ne dönüşmüştür (Ethemcan Turhan vd., 2020: 166). Gemi söküm tesislerinin mekânsal olarak demir-çelik haddehanelerine, elektrik üretim tesislerine ve limanlara olan yakınlığı gemi söküm emek sürecinin diğer endüstriyel sektörler ile olan ilişkisine de işaret etmektedir. Gemi sökümden çıkan hurda demirlerin %2’ye yakını bu büyük ve biçimsiz metallerin işlenerek istenilen biçimin verildiği haddehanelerde eritilip yeniden şekillendirilmektedir. Demir-çelik fabrikalarında kullanılan hurda demirin %2’ye yakınının “gemi geri dönüşüm” tesislerinden sağlanması, hammadde kaynaklarının tahribini engellediği ve ekolojik dengeyi koruduğu iddiası ile gemi sökümü işletmecileri tarafından bu sektör “yeşil endüstri” olarak tanımlanmaktadır (Gemi San-Der, 2023; IMO, 2023).
Şekil 2’de görüldüğü üzere gemi söküm işyerleri parsel bazında 22 adet işletmeye bölünmüş olup bazı firmalar iki parsele sahiptir. Kuru yük gemileri, savaş gemileri, platform ve tanker gemilerinin söküldüğü ve 1.500’e yakın işçinin çalıştığı tesislerde her işyerinde genellikle 40-60 arası işçi çalışmaktadır (Bilir, 2020). Gemiyi ihraç eden kurum tarafından tehlikeli maddelerin tipini ve miktarını içeren tehlikeli atık envanterinin hazırlanması ve taslak gemi geri dönüşüm planının bildirilmesi ile süreç başlamaktadır (Yasemin Kaya, 2012). İlk olarak, sökülmek üzere süratle kıyıya yanaşan geminin ön bölümü karaya oturtulur. Gemi söküm işlemi başlamadan önce gemide ön temizlik yapılır (örneğin; kesim yapılacak alanlar yanıcı maddelerden arındırılır, gemideki yağ ve sıvılar tahliye edilir, boru hatları kapatılır). Bu işlem de yapıldıktan sonra geminin gövde (tava) olarak adlandırılan kısmının içerisinde bulunan makinelerin sökümü yapılır (İZKA, 2022: 64). Bu süreçte gemi ekibi ve saha ekibinin iş organizasyonları da farklılaşır. Gemide çalışan kesimciler “şalama” da denen oksijen tüpünü kullanarak önden arkaya olacak şekilde büyük parçalar halinde gemiyi kesmeye başlarlar. Mobil vinçler ile sahaya indirilen bu parçalar değerli madenlerin türüne göre tasnif edildikten sonra hurda kamyonuna ya da demir-çelik fabrikalarının döküm potasına sığabilecek şekilde daha küçük parçalara ayrılır. Ardından hurda kamyonlarına yüklenen parçalar gemi söküm tesislerinin hemen yakınında konuşlanmış olan yan sanayiye hammadde ihtiyacını sağlamak üzere tedarik edilir.
Aynı işlem devam ettikçe gemi hafiflemeye başlar ve halatlar ile çekilerek karaya yakınlaştırılır. Bu işlem esnasında geminin boya ve koruyucu gibi kimyasallar içeren alt kısmı kıyıya sürtünerek kıyı ekosistemine zarar verecek şekilde deniz ile temas eder. Aynı şekilde geminin gövde bölümü ve içerisindeki ekipmanlar içerisinde yer alan asbest, poliklorlubifeniller (PCB), kurşun, baryum, kadmiyum, krom gibi ağır metaller; kesim ve söküm işlemi esnasında hem işçi sağlığı hem de çevre sağlığı açısından ciddi bir risk yaratır.
4.2. Meslek Hastalıkları ve İş Cinayetleri: Yavaş ve Ani Şiddet
Makalenin sınırları çerçevesinde bu bölümde üç alt başlıkta saha bulguları değerlendirilecek ve tartışılacaktır. İlk olarak işçinin kendi bedeni üzerindeki yavaş ve ani şiddeti deneyimleme ve anlamlandırma biçimleri üzerinde durulacaktır ve Aliağa’daki iş cinayetlerinin %28’ini oluşturan gemi söküm endüstrisinde yaşanan iş kazası, yaralanma ve meslek hastalıklarına odaklanılacaktır. Bunun ardından işçilerin kıyı ekosistemi ile ilişkilenme biçimleri ve kıyı ekosisteminin nasıl yavaş şiddete maruz kaldığı tartışılacaktır. Üçüncü ve son olarak ise gemi söküm işçilerinin 2022 yılındaki fiili grev deneyimleri analiz edilecektir.
1.500’e yakın işçinin çalıştığı gemi söküm sektöründe son bir yılda 7 işçi ölümü meydana gelmiştir (İSİG Meclisi, 2022). İSİG Meclisi’nin raporuna göre, başlıca nedenleri yüksekten düşme, patlama, gaz zehirlenmesi ve halat kopması olarak sıralanabilecek Aliağa gemi söküm sektöründeki ölümlerin oranı, Türkiye’de resmi olarak açıklanan işçi ölüm oranının yaklaşık 30 katına denk gelmektedir.
Öte yandan, asbeste ve diğer zararlı kimyasalların solunmasına bağlı olarak meydana gelen asbestos, mezotelyama ya da akciğer kanseri gibi hastalıklar henüz yaygın bir şekilde meslek hastalığı olarak kabul edilmemektedir. Emekli olmasının üzerinden 19 yıl geçtikten sonra şikayetleri başlayan bir işçiye konulan “mesleki toza maruz kalma” tanısı ile ilk defa 2022 yılında mezotelyoma (akciğer zarı kanseri) hastalığı bir meslek hastalığı olarak tanımlanmıştır (Ramis Sağlam, 2022). Benzer şekilde, görüşülen işçiler arasında ailesinde akciğer kanseri olan ve çalışırken ya da emekli olduktan sonra hasta olduğunu öğrenen işçilerin sayısı azımsanmayacak kadar yüksektir. Bu işçilerin bir kısmı gemi sökümde çalışmaya devam edebilmek için tedaviyi reddetmekte, ölen işçilerin gemi sökümde çalışmaya devam eden yakın akrabaları ise meslek hastalığı davası açmaya çekinmektedir. Dolayısı ile işçiler emek faaliyeti içerisinde meydana getirdikleri ürünün pahasına günden güne tükenir, hastalanır, yaralanır ve ölürken; bu şiddetin zamana yayılan ve görünmez doğası ile birleşen örgütsüzlük, işçilerin kendi bedenleri üzerindeki hâkimiyetini de sermayenin boyunduruğu altına sokmaktadır.
İş cinayetlerinin Aliağa’daki gemi söküm işçileri tarafından nasıl deneyimlendiğine odaklanıldığında dikkat çeken noktalardan ilki iş cinayeti gerçekleşen günlerde genellikle tüm firmalarda işin durmasıdır. Bunun sebebi ölen işçinin birçok firmada çalışan akraba veya köylüsü olmasıdır. Makalenin birinci yazarı saha çalışması esnasında “Gemi söküm işçisi” rumuzlu bir Twitter hesabında bir cenaze ilanıyla karşılaşmış ve cenazeye katılmıştır: “Sivas Beydillili İlyas Dalyan’ın cenaze töreni cemevinde gerçekleştirilecektir.”
Cenazede görüşülen işçiler büyük oranda gemi sökümün ilk yıllarından beri bu sektörde çalışan ve götürü usulü³ de çalışmış işçiler. Meslek hastalığından ölen köylülerinin ya da akrabalarının cenazesinde kanser olan ya da hasta olmasına rağmen mecburen hala gemi sökümde çalışmak zorunda işçilerden bahsediliyor. Öte yandan ise işçiler aralarındaki sohbetlerde işe duydukları minneti, ücretlerin yüksek olmasından ve koşulların eskiye kıyasla iyileşmesinden duydukları memnuniyeti tarif ediyorlar. İşçiler arasında daha çok Hindistan, Pakistan gibi sahilde söküm metodlarının uygulandığı ve işçilerin “ilkel” olarak tabir ettiği yöntemlere göre Aliağa’daki görece iyi koşullar tartışılmaktadır. Çoğu işçi Avrupa’da kullanılan kuru havuz yöntemlerini bilmemektedir. Araştırmacıyla bilgi alışverişi üzerine bu konu görüşüldüğünde ise bu yöntemlerin uygulanmasının Aliağa’da bulunan 22 gemi söküm parseli ve gemi başına düşen dar alan düşünüldüğünde ve teknoloji eksikliği gibi sebeplerle zor olduğuna dair düşüncelerini belirtmişlerdir.
Benzer bir çelişki, kullandığı şalamadan saçılan çapaklardan (bir nevi küçük alev parçaları veya kıvılcım) yanan ellerini gösteren Cem’in yanık izleri ve akciğer kanserine maruz kalan arkadaşlarının deneyimleriyle birleşen işçilerin geçim kaygısında kendini gösteriyor. Gemi söküm patronlarının çelenklerinin biriktiği köşede oturan işçilerden biri şöyle diyor:
Allah gemi sökümden razı olsun. 20 bin lira kızın dershane ücreti, burada çalışmasam asla karşılayamazdım. 2 ev ve araba aldım. Bak karşıdaki adama, kaç yaşına gelmiş, kim alacak onu işe gemi söküm olmasa? Şu diğer çaprazda üç tane emekli hala çalışan gemi söküm işçisi yan yana oturuyor. Bak şu karşıdakinin de eşi kanserden ölmüş, o da gemi sökümde çalışmaya devam ediyor. Hepsi gemi sökümden ekmek yiyor (Namık).
Başka bir işçi, Sami söze şöyle giriyor: “Bak ben evimi gemiden düzdüm. Şu ayağımdaki bot ortopedik. Böyle malı burada bulamazsın”. Hemen yanında oturan bir işçiyi gemi söküm gazisi olarak tanıtıyorlar, anlatıyor: “Benim bir omzum diğerinden daha alçak. Parçaları eskiden sırtımızda taşıyorduk. Hatta şimdiki gibi beton da yoktu çamura bata çıka yürüyorduk. Sonra da üstümüzdeki çamuru, pisi asbestle siliyorduk. Şimdi çok şey değişti” (Yusuf).
Dolayısıyla işçilerin çoğu gemi sökümün kendi sağlıkları üzerindeki olumsuz etkilerinin farkında olmasına rağmen aldıkları ücretin diğer iş kollarında çalışan işçilere kıyasla yüksek olmasını bir çeşit “diyet” olarak görüyor. Bu yüzden defnedilmek üzere kaldırılan cenazeyi en önde omuzlayanlardan birinin müteahhitlik yapan bir patron olması, işçi servisinin işçileri cenazeye kadar getirmesi ve gemi sökümünün en zengin firmalarından biri olan Şimşekler firmasının gönderdiği çelenk bu şiddeti maskeliyor ve birçoğu için kabul edilir hale getiriyor.
Cenazede ayrıca o zamana kadarki görüşmelerde işçilerin kullandığı “ramak kala” sözleri karşılık buluyor. Görüşülen işçilere çalıştıkları süre içerisinde hiç iş kazası yaşayıp yaşamadıkları sorulduğunda büyük bir kısmı hem kendi hem de diğer işçilerin deneyimleri üzerinden anlattıkları kazaları “ramak kala” olarak tanımlamışlardır. Odak grup yöntemi ile görüşülen bir işçi grubunda ise işçiler bunu şu şekilde ifade etmiştir: “Gemi sökümde herkesin bir ‘ramak kala’sı vardır”. Burada “ramak kala” ile ifade edilen, ölümcül ya da ağır yaralanmaya sebep olabilecek bir kazanın son anda teğet geçilmesidir. Bu ifade, aynı zamanda “ani ölüm” olarak tanımlanan iş cinayetlerine olan mesafenin yakınlığını, iş cinayetlerinin her gün gerçekleşebilecek bir potansiyel tehlike olarak deneyimlendiğini anlatabilmek için kullanılmaktadır.
İşçilerin “ramak kala”larla kuşatılmış işçilik deneyimlerinde bizzat yaşadıkları ve şahit oldukları iş kazalarına odaklanmak işçilerin gemi söküm emek süreçlerindeki (ani) şiddete maruz kalma biçimlerini anlamak için elzemdir.
Diyorlar ki şurayı kesicez. 3 kişi birden aynı parçayı beraber kesiyorlar ama içeride ne olduğunu bilmiyorlar. Sen kesiyorsun ama orası depo mu, gaz odası mı, enerji kaynağının olduğu bir oda mı, içeride ne olduğunu bilmiyorsun. Geçen seneki bir kazada geminin altına giriyor işçiler. Normalde oradaki sıvının boşaltılması lazım. Elektrik motoru yerine mazotlu pompa kullanılıyor. Mazot sonuçta dışarı karbon veriyor, içeride gaz birikiyor, sigara falan dediler ama, bir patlama oldu. 2 kişi öldü orada (Mahmut).
İşçilerin anlatımından yola çıkarak şahit oldukları iş kazaları incelendiğinde, bu kazaların büyük oranda şirketin bünyesinde çalışan iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının ya da çavuşların⁴ yönettiği baskıcı bir emek rejiminin getirisi ve işin organizasyonu ve denetiminde işçilerin söz sahibi olmamalarının bir sonucu olduğu görülüyor. Bir işçi bu durumu şu şekilde özetliyor:
Ben mesela bu parçada çalışıyorum. Fakat bu parçada çalışmaya devam edersem ben iş kazası geçiririm. Yüzde yüz yani. Ben bunu bıraktım. Başka bir parçaya başladım. Bir yarım saat kırk beş dakika çalıştım. Çavuş geldi dedi ki “Haydar bunu niye kesmedin?” Dedim ‘çavuşum bak bunda kaza olayı var. Bunu dedim ters çevirelim. Şu ayaklar yukarı baksın ayaklarını keseyim…’ ‘Yahu kesersin’ dedi. Firmada da iki günlük çalışansın. Ondan sonra bir şey de diyemiyorsun. Adam bana kes dedi. Keselim dedim. Tam ben biraz kestiğim tutarını bıraktım, şalamayı çekmeme kalmadı. Bu üzerime doğru gelmeye başladı. Ben kaçtım kaçarken kestiğim parçaların üzerine oturdum böyle. Oturunca geldi buraya vurdu. Oraya vurunca kırdı tabii. Şimdi avukat şu kadar miktardan tazminat bahsediyor. Bunun on katı da olsa benim eski sağlığımı vermez (Haydar).
Geçirdiği iş kazası sonucunda vücudunda yanıklar olan ve Sivas’ta istirahat eden bir işçi ise kendi durumunu anlatırken işin denetlenmesinde işçilerin söz hakkı olmaması, herhangi bir iş kazası yaşandığında müdahale edecek ekipman ve ekibin olmamasını şu şekilde anlatıyor:
2018 yılında kesim yaptığım parçanın içinde ne olduğunu bilmediğim için, kontrol edilmemiş bir parça geldi. Ya bir tank varmış kesim yapılan yer oraya denk gelmiş. Ya da parçanın altında etrafında patlayıcı bir şey vardı, çapak oraya gittiyse birden alev topu geldi puf etti. Ben alevlerin arasında kaldım. Benim ağzımda maske falan da vardı sadece lastikleri kalmış maskenin. Ağzımda erimişti komple. Bacaklarımın yüzde 26’sı yanık durumda. Geminin çavuşu var. Ayrıntılı bir şekilde kontrol edilseydi parça böyle olmazdı. Ben önüme ne gelirse onu kesiyorum. Ben önüme gelen parçayı kesmek ile mükellefim. İlk 2 gün o parçayı kestim bir sorun yoktu, 3. gün oldu patlama. Bir de çalıştığımız ortam da pisti. Hatta benim oradan çıkmam bile zor oldu. Kendimi dışarı zor attım. Sağa sola seslendim, akraba görmüş beni. Ki o gün işyerinde sular bile kesikti, akmıyordu. Bir işçi beni o halde görüyor koşuyor dolabından 3-5 su getiriyor o şekilde söndürüldüm ben (Kaan).
Öte yandan, yönetime yakın olan, götürü yapan ya da götürü müteahhitliği yapan işçilerin iş kazalarına yaklaşımı daha farklı. Görüşülen işçilerin bir kısmı da iş kazalarından %90 oranında işçilerin sorumlu olduğunu, işçilerin dikkatsiz ve özensiz çalıştığını vurgulayarak durumu şu şekilde anlatıyorlar:
Gemiyi çekiyorlar mesela. 600 tonluk halatlar var yerin altında, halatlar bağlı. Gemi çekiyorlar, tabii milim milim. Düşünsene 45 bin ton, 50 bin tonluk gemiyi çekiyorsun. E halat da 600 tonluk. Bunun gerildiğini düşün, senin orada hiç gezmemen lazım. Ki o halat defalarca kopuyor. Her kopuşunda kolunu falan ne varsa alıp götürüyor. Ve adamlar bunun dibinde duruyor. Bak iki kişi öyle öldü. Ben şahidim (Arda).
Emek sürecinde yaralanma ve “ramak kala”ların biriktirdiği deneyimler, işçilerin deneyimlerini ve çalışma koşullarını anlamlandırmaları noktasında parçalı bir bilinç yaratmış olsa da; makalenin sınırları itibariyle yeterince derinleştiremediğimiz rıza ve zor ilişkileri, işçilerin bireysel deneyimlerini kolektif bir tutuma dönüştürmeleri noktasında engeller oluşturmaktadır. İşçilerin deneyimlerini anlamlandırma noktasında yekpare ve bütünlüklü bir eğilime sahip olmaması ise işçilerin hem pratikleri hem de çalışma koşullarına yaklaşımları açısından da farklıların izlenmesine neden olmaktadır. Her fırsatta işçilerin ortak tutum almaktan ve örgütlenmekten geri durduğunu ifade eden bir işçi bu durumu şöyle anlatmaktadır:
Yan şantiyemiz Şimşekler’de sıradan bir gün, öğlen yemeğine yakın, bir işçi gemiden düştü dediler. Ben dedim herhalde geçim sıkıntısından intihar etti, düştü bu adam. Adam makine dairesindeymiş, galiba kontrol edilmemiş hidrolik borular var. Hidrolik borulardan bir tanesinden yağ akıyor. Ve elindeki ateş o yanmayı tetiklediği için önce üstündeki elbise tutuşuyor, ve bu adam topal, 25-30 metreden kendini denize bırakıyor. Ve biz bunu duyup paydos edelim dediğimizde yarım saat daha duralım yevmiyemizi tam alalım diyenler vardı. Ertesi gün de çalışma olmadı. Ölüm sıradanlaştı artık yani. (Aytuğ)
İşlerine, patronlara ve (geçmişe göre iyiye giden) çalışma koşullarına dair çelişkili hissiyatlarda olan farklı işçilerin deneyimlerinin her biri yavaş ve ani şiddeti ne kadar yakından deneyimlediklerini ve ne kadar sıklıkla maruz kaldıklarını gösteriyor. Bu süreçte neoliberal ekonomik sistemde sürekli olarak “piyasa şiddetine” (Fırat, 2018) maruz kalan ve geçim derdiyle cebelleşen işçiler için iş cinayetlerinin ve meslek hastalıklarının işten caydırıcı bir noktaya gelmesi veya emek süreçlerinin güncel durumuna tepkiyi örgütleyen bir sebep halini alması güçleşiyor veya son bölümde tartışacağımız dağınık, plansız ve işçilerin kendi kalıcı birliklerini oluşturmaktan uzak bir şekilde sürdürdükleri fiili grevler gibi dönemlerle kısıtlı kalıyor.
Teorik çerçevede tartışıldığı gibi Aliağa’da da yavaş şiddet aracılığı ile kapitalizmin işçilerin emeği ve bedeni üzerindeki tahakkümü zamana yayılarak “görünmez” hale gelmektedir. Aliağa’daki gemi söküm işçileri, gemi sökümü parçalarına can vermek pahasına kendini tüketmeye devam etmektedir. İşçinin kendi emeğine ve bedenine yabancılaşmasının bir sonucu olarak bu şiddeti ve şiddetin semptomlarını bulunduğu emek faaliyeti ile bağdaştıramıyor olması, ya da farkındalığının parçalılığı meslek hastalıklarının da genellikle “doğal ölüm” olarak tarif edilmesine sebep oluyor. Dolayısı ile işçiler Aliağa’da yaşamanın dahi kendileri ve yakınları açısından olumsuz sağlık sorunlarına mahal verebileceğini bilseler bile işin devamlılığını sağlayarak ve hatta kendi sömürü koşullarının yoğunlaşmasına (örneğin; işin temposunu artırarak ya da hızı düşürerek ek mesaiye kalarak daha fazla ücret almak) “gönüllü” olarak katılarak “bedenini eksiltiyor ve zihnini köreltiyor” (Marx, 2013: 78). Böylece işçi üretim sürecinin hangi aşamasında olursa olsun gitgide deforme edilen bedeni ile bunun faili olan sermaye arasındaki içsel bağı göremez hale geliyor.
Bu durum ayrıca aşağıda belirttiğimiz gibi deniz ekosistemi üzerindeki yavaş şiddet ve ikisinin bir arada deneyimlenmesi perspektifinden de değerlendirilecektir.
4.3. Deniz Ekosistemi Üzerindeki Yavaş Şiddet
Makalenin bu bölümü metabolik yarılma ile yavaş şiddeti bir araya getiren bir teorik perspektiften kıyı ekosisteminin emek sürecinde nasıl tahrip edildiğini tartışacak ve bu süreçte şiddetin zamana yayılması sebebiyle tahribatın sonuçlarının da daha görünmez kılındığını ortaya koyacaktır. Böylece kıyı ekosistemi ve işçilerin tükenme süreçlerindeki paralellik açığa çıkarılacak ve de emek sürecinin mekânının “kıyı” olmasının da bir rastlantı olmadığı savı saha bulgularıyla desteklenmeye çalışılacaktır. Emek sürecinin mekânı olarak kıyının seçilmesi denizi bir atık yutağı olarak görmenin ve sermayenin atıkları dışsallaştırma hedefinin bir sonucudur. Yukarda tartıştığımız gibi meta menzili bu şekilde denizlere yayılmakta, bu sefer denizi bir kaynak olarak kullanmasa da atık yutağı olarak kullanmaktadır.
İşçiler, kendi varlığının bir parçası olan doğaya yabancılaştıkça hem kendi bedenlerinde deneyimledikleri şiddet hem de doğanın bedeninde cisimleşen şiddet aynı kesişimsellik içerisinde görünmez hale gelmektedir. Fakat, nasıl ki işçinin kendi emeğine ve ürününe olan yabancılaşması belli kırılma anlarında bir farkındalık yaratıyorsa işçi ve doğanın ilişkisindeki yabancılaşma da bazı durumlarda kendi varlığını hissettirebilmektedir. Bu sebeple makalenin bu bölümünde işçilerin çoğunun doğayı nasıl hem emek sürecinin gerçekleştiği mekân hem de çalışma ilişkilerinin kendi beden ve psikolojilerine zarar veren semptomlarının da telafi edileceği, kendine ve sermayenin tahribatlarına dışsal bir biçimde deneyimlediği gösterilecektir. Aynı zamanda (emek sürecine ne kadar yabancılaşsa da) parçalı olarak kendi üzerinde sezdiği zararlar ile paralel olarak denizin de emek faaliyeti esnasında nasıl zarar gördüğünün farkında oldukları, fakat bu noktada bir sorumluluk hissetmemeleri ile kendi çalışma koşulları ve sağlığı açısından almadığı sorumluluğun paralelliği üzerinde durulacaktır.
TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi tarafından hazırlanan “Aliağa Çevre Kirliliği” raporlarına göre, gemi söküm tesislerinde yapılan ölçüm sonuçları Pb (kurşun) konsantrasyonlarını, Ni (nikel) konsantrasyonlarını ve As (arsenik) değerlerini ölçüm günlerinin tamamında (bir gün hariç) limit değerinin üzerinde göstermektedir (TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi, 2022). Bu sonuçlara paralel olarak, görüşülen neredeyse tüm işçiler, işyeri hekimlerinin çalışanların kanındaki kurşun seviyesini altı ayda bir ölçtüğünü ve yüksek kurşun oranına sahip işçilerin ücretsiz izne gönderildiğini belirtmiştir. Bu durumla karşılaştıklarında işçilere ne yaptıkları sorulduğunda, çoğu kanındaki kurşunu azaltmak için köye gittiklerini, doğada yürüyüş yaptıklarını ifade etmiştir. İşçiler bu durumu şöyle anlatmaktadır:
Burada da tabi kesim yaparken boyaların kabloların yanması gemilerin içindeki depolarda mazotlar olabilir bunlar yanabilir. Boyanın ve plastiğin çıkardığı duman kurşun içeriyor. Vücudun temizleyemediği tek madde. Özellikle çalışanlarda kurşun oranı çok fazla çıkıyor, limit fazla çıkınca aylık tatile, izne gönderiyorlar. Riski de biliyorlar ama aldıkları ücret piyasa koşullarının üzerinde bir ücret (Mahmut).
Ufak tefek borçlarım var olmasa buradan çıkacam. İşi bırakamasam da 2 ay falan bir memlekete, köye gitmek istiyorum. Çünkü ben neredeyse sigara bile içmiyorum ama aldığım nefesi fark etmeye başladım. Gemi söküme başladığımdan beri sanki nefes almakta biraz güçlük çekmeye başlamış gibiyim. Verdikleri toz maskesinin de bir anlamı yok (Behzat).
Gemi söküm emek sürecinin işçinin bedenine verdiği zararlar gibi özellikle işin gerçekleştiği mekân olarak kıyıya verdiği zararlar da çeşitli bilimsel raporlarda ortaya konulmuştur. Fakat denizin, dönüşüm geçiren ve canlı bir ekosisteme sahip olduğu gerçekliği, yavaş şiddetin gerçekleşme sürecindeki zararlarının doğrudan ölçülememesine neden olmaktadır. Dolayısı ile kıyı ekosisteminin maruz kaldığı zarar ancak kümülatif bir etkinin sonucunda belki insanın zaman algısının bile dışında kalan uzun bir sürede semptom verdiğinde tanımlanabilir bir durumdadır. Bu nedenle, bu çalışmada sonuç ve semptomları değil, süreci esas alan bir tartışma sürdürülmektedir. Bunun için de yine emek sürecinin başat unsuru olan işçilerin anlatı ve gözlemlerinden faydalanılmıştır. Böylece işçilerin ifadelerinden aynı zamanda kendilerine dışsal olarak deneyimledikleri doğa ile ilişkilenme biçimleri anlaşılmaya çalışılacaktır. İşçilere kıyıda çalışıyor olmanın kendi işleri ve deniz ekosistemi üzerindeki etkileri sorulduğunda işçilerin yanıtları şu şekilde olmuştur:
Bir ara gemideyiz, rüzgâr çıkıyor. Zaten rüzgâr çıkınca o zaman geminin üstü de yukarı doğru kalkar. İki geminin birbirine değdiği yer de tam yağ tankına denk gelmiş. Sonra delindi orası ve nerden baksan 80-90 ton yağ döküldü denize. Şu an hala o yağı baksan görürsün yani. Çandarlı sahili, Şakran sahili, Hindistan’daki görüntüleri sana veriyor aslında. Sadece biz bir yeri temizledik. 90 ton yağ ne demek biliyor musun? Ama ne yaptılar? Kimse görmedi bunu. Kıyıda şu an gemide 10 metre ileride, 15 metre ileride yürüyemezsin mesela. Denizin içi hurda doludur. Sürekli düşer mesela denize parçalar. Birikir orada (Arda).
Aliağa’ya gelen gemilerin yükü yoksa dengede durması için balast suyu ekleniyor. Alabora olmaması için. Mesela Singapur’dan geliyorsa, Kızıldeniz’den geçerken suyu bir yerde boşaltıp geçecek ya da orada suyu alıp buraya kadar gelecek. Hiç burada Aliağa’da ya da Ege Denizi’nde yaşamamış canlıların bedenleri çıkmıştı kıyıya. Mesela pirhana gibi diğer canlılara zarar veren balıkları düşün, orada suyu çekerken onları da getiriyor. Suyu boşaltınca e canlıları da boşaltıyor denize. Doğayı, ekosistemi de etkiliyor (Mahmut).
Bütün canlıları olumsuz anlamda etkileyen bir iş. Orada en yakın ne var, deniz var, denizin içinde balık var. Yani hem bizi etkiliyor hem oradaki canlıları etkiliyor. Yağ, atık mesela bunlar hiç hesaba katılmadan düşünülmeden, hiçbir önlem almaksızın sorumsuzca para kazanıyorlar. Mesela Aliağa plajına vuruyor olduğu gibi kirlilik. Akıntı olduğu için gemi sökümden o atıkları götürse de başka yerden çıkıyor. Bunu devlet de görüyor, biliyor ki zaten (Taner).
İşçilerin ifadeleri işçilerin üzerinde çalıştıkları denizin kirleniyor olmasına kayıtsız olmadıklarını göstermektedir. Denizi genellikle kendi gerçekliklerine dışsal bir yerde algılıyor olsalar da denizin kirliliğini kendi durumları ile benzeştirerek anlatmaktadırlar. İşçiler emek sürecinin organizasyonuna müdahale edemedikleri ve “ben parçayı kesmek ile mükellefim” dedikleri gibi aynı şekilde devletin, yöre halkının da denizin kirlendiği gerçekliğini biliyor olmalarına rağmen önlemler alınmamasını kendi edilgenlikleri ile paralel olarak deneyimlemekte ve paylaşmaktadırlar.
Öte yandan, denizin üzerinde çalışma hali onlar için çalışma koşullarını dayanılır kılan, işi eğlenceli hale getirme çabasının bir parçası da olabilmektedir. Özellikle büyük yolcu gemilerinin restoran bölümündeki depolarda işçiler çok sayıda alkollü içkiyle karşılaşabiliyorlar. Gemide çalışan bir işçi bu durumun yarattığı motivasyonu şöyle anlatmaktadır: “Bir de mesaiye kaldıysan tam gün batımında açıyorsun o votkalardan birini, manzarada çok iyi gidiyor” (Salih). Ya da bazen kesim esnasında bu içkilerin de ortadan kaldırılması gerekiyor ve işçiler gümrükten kaçan bu içkilerin büyük bir kısmını denize atmak zorunda kaldıklarını ifade ediyor.
Çanta bulduk biz bir sefer geminin birinde. Çantayı bir açtık paket paket uyuşturucu. Anlamadık en başta tabi, nereden bilcen. Bir tane keş var. Aldı paketlerden birini şöyle bir ağzına sürdü. Ne yaptık biliyor musun? Denize attık hepsini. Balıklar artık şenlik yapmıştır (Cem).
Denizel akıntıların da etkisinden dolayı denizel kirlilik ve deniz ekosistemi veya biyolojik çeşitliliği üzerindeki baskı ve yavaş şiddet çok kolaylıkla gözler önüne serilmiyor. Bu görünmezlik de yukarıda belirttiğimiz gibi emek sürecinin mekânının ‘kıyı’ olması seçiminin temelinde yatıyor. İşçilerin bir kısmı hem kendi üzerlerindeki hem de kıyı ekosistemi üzerindeki yavaş şiddetin farkında olsa da mütemadiyen “zorunlu” bir rıza kuruluyor ve yapılan iş benzer koşullarda sürekli kılınıyor. Çevreye göre daha yüksek ücret, mesai ücret, tanıdık ortamda ve tanıdık insanlarla çalışmak gibi koşullar yine de hem yapılan işi hem de bedenlerindeki ve denizel çevredeki tahribatı kabul edilebilir kılıyor.
Grev sürecinde yazdığı şiirleri okuyan, emek, direniş ve doğa şiirleri yazan bir işçiye neden hiç deniz üzerine şiir yazmadığı sorulduğunda şu ifadeleri kullanıyor:
İşte bir şeye şiir yazabilmek için denize, deniz mesela doğal bir şey, denize bir şiir yazmak için benim kendi gözümce ona aşık olman lazım. Ona bir şair gözüyle bakman lazım. Hani geldiğim günden beri sevmedim denizi. Hala da sevmiyorum bu memleketi. Onun için hiç yani düşünmedim yani yazmayı. Köyümüzde ufak bir göl yok. Geliyoruz koca denizin ortasında gemi kesiyoruz. Enteresan bir şey değil mi? (Haydar)
İşçilerin birçoğu için üzerinde çalıştıkları deniz; onlar için arkadaşlarının yüksekten düşüp yaşamını yitirdiği, gemi sökümün bütün zorlukları ve sıkıntılarının yansıdığı kocaman bir cehennem hala. İşçilerin doğa ile kurduğu dışsal ilişkinin niteliği ise ancak sınıf mücadelesi içerisinde ve üzerinde çalıştıkları denizin tabut olmasını önleyebilecek birliği yakaladıklarında değişmeye başlayacaktır. Böylece, bedenindeki kurşun ya da gemi sökümün bütün olumsuz semptomları için yürüyüş yaptıkları, köye giderek, doğa yürüyüşü yaparak atmaya çalıştıkları kendinden bağımsız bir canlı formu değil; kendi tükenişi ile doğanın yıkımı arasındaki paralelliği kurabilecek bir eylemselliğe geçebilecektir.
4.4. “Bizim bu Grev Zehirli Geminin Gelişine Denk Gelecekti ki…”
Bu bölümde, emek ve ekoloji mücadelesinin paralelliğini ve birbirine içkinliğini Aliağa’da 2022 yılında meydana gelen iki eylem (çevre protestosu ve iş bırakma eylemi, başka bir deyişle fiili grev) üzerinden makalenin sınırlarının izin verdiği ölçüde tartışacağız. Brezilya’dan gelmesi planlanan São Paulo isimli asbest içeren geminin protesto edilmesi ve gemi söküm işçilerinin fiili grevi bu aşamada önemli bir kesişimselliğe ışık tutuyor.
Çok sayıda asbest ve ağır metal içeren ve 1950’li yıllarda inşa edilen São Paulo isimli uçak gemisinin sökülmek üzere 4 Ağustos 2022 tarihinde Aliağa’ya hareket etmesinin ardından çok sayıda çevre ve işçi örgütü geminin gelişini engellemeye yönelik kampanya, basın açıklaması, nöbet eylemi ve protesto yürüyüşü düzenledi. Verilen mücadelenin sonucunda, 26 Ağustos’ta geminin Tehlikeli Madde Envanteri (IHM) raporuna dayanarak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, asbestli gemi São Paulo’nun sökülmek üzere İzmir-Aliağa’ya gelmesine izin verilmeyeceğini açıkladı. Gemi, varış istikametini 8 Eylül’de Brezilya-Rio de Janeiro olarak güncelledi.
Bu süreç içerisinde yapılan en kitlesel miting ise çok sayıda siyasi parti, çevre örgütü, sendika ve sivil toplum kuruluşlarının da katıldığı 4 Ağustos 2022’de Aliağa Demokrasi Meydanı’nda gerçekleşen protesto oldu. “Aliağa dünyanın çöplüğü değildir”, “Ölüm gemisinin karasularımıza girmesini istemiyoruz”, “Ölüm gemisini durduralım”, “Havama, suyuma, toprağıma dokunma” pankartlarının ön planda olduğu protestoda gemi sökümde çalışan işçilerin asbest maruziyetine bağlı yaşadığı sorunların hazırlanan ortak dövizlerde olmadığı görülüyor (bkz. eylem videosu ve eylem organizasyonunda görev alan aktivistlerle birebir görüşme)⁵. Gemi söküm sektöründe de “çavuşluk” ve “hemşerilik ve akrabalık” rıza ve tahakküm ilişkilerinin şekillenmesinde önemli rol oynamaktadır. Ancak makalenin kapsamını aştığı için bu ilişkilerin literatürüne ve ayrıntılı analizine girilmeyecek, onun yerine işçilerin kendi kontrollerinde olmayan üretim sürecine dair bilgi akışı ve denetim mekanizmalarından bahsedilecektir.
Gemi söküm sektöründe de “çavuşluk” ve “hemşerilik ve akrabalık” rıza ve tahakküm ilişkilerinin şekillenmesinde önemli rol oynamaktadır. Ancak makalenin kapsamını aştığı için bu ilişkilerin literatürüne ve ayrıntılı analizine girilmeyecek, onun yerine işçilerin kendi kontrollerinde olmayan üretim sürecine dair bilgi akışı ve denetim mekanizmalarından bahsedilecektir.
Yürüyüşe katılan meslek örgütleri ve sendikalar içerisinde farklı iş kollarından işçilerin protestoya dahil olduğu görülse de gemi söküm işçilerinin kendi talepleri ve sözlerini de içerecek bir şekilde kolektif bir katılımı olmamıştır. Bunun sebepleri ve gemi sökümü işçilerinin çevre aktivistlerinin ve farklı sektörlerden işçi örgütlerinin düzenlediği eyleme çelişkili yaklaşımları bölümün devamında tartışılacaktır.
Ayrıca, mitingin çağrıcılığını yapan Emek ve Demokrasi Platformu’ndan bir görüşmeci (Ceren), miting öncesinde çağrı metnini dağıttıkları sırada birçok gemi söküm işçisinin “siz bizim işimizle, ekmeğimizle mi oynamaya çalışıyorsunuz?” diyerek tepki gösterdiğini belirtmiştir. Görüşme yapılan çevre örgütleri her ne kadar São Paulo isimli asbestli geminin işçi sağlığına da olumsuz etkileri olduğundan ve işçilerin tepki göstermelerinin de önemli olduğunun altını çizse de; bu tepkilerin işçiler cephesinden örgütlenmesi gerektiğini düşünmektedir.
São Paulo gemisinin protestosuna neden olan temel sebeplerden biri olan asbest içeriği; çevre mücadelesi, işçi sağlığı ve mesleki hastalıklar ve sınıfsal mücadelenin de kesiştiği bir eksene oturmaktadır. Bu sebeple bu bölümde ilk olarak işçilerin emek sürecinde asbest ile karşılaştıklarında nasıl bir tutum aldıkları değerlendirilecek, daha sonra da grev sürecindeki tartışmalar aktarılacaktır.
Görüşme yapılan işçilere asbest ile karşılaştıklarında ne yaptıkları sorulduğunda şu yanıtları veriyorlar:
Önceden var ya ben biraz hatırlıyorum. Gemi sektörüne ilk girdiğim yıllarda o zaman çıraklık yapıyordum gemide. Yazıcılara bir gemi geldi. Vardı asbest vardı. Biz balyozlar ile kırıyorduk gemiyi. Diyorlardı ki işte bunlar asbest. Bilmiyorum işte. Nereden biliyim? Asbest bu dediler. Asbest ne dedim? Güzel bir cümle gibi geliyor ilk başta ama bilmiyorsun ki. Zehirli bir şey. Platform gemilerinde yok genelde. Yolcu gemilerinin bacak kısımlarında çok olur. Bir de eski gemilerde yalıtım olarak kullanılır. (Cem)
Eskiden biz asbesti gördüğümüzde ya bu yağı iyi emiyor diye üzerimize sürerdik. Şimdi artık asbesti görmüyoruz ki. Dün bir parça geldi. Bana asbest gibi göründü. Hemen asbest uzmanını çağırdı usta, incelediler falan. Asbest değil dediler. Zaten asbest direkt gemiye başlamadan sökülüyor. Artık alçı mı nedir… (Niyazi)
Asbestten korkuyorum ama bir de sarısı falan da varmış. Beyazı ile karşılaştım ama sarı olanı bilmiyorum. Ayağımızın altında toz gibi böyle çok karşılaştım. Ben genellikle su tutuyorum zaten tozumasın zaten diye. Bu kanser yapıyormuş yarın öbür gün olmayalım diye konuşuyordum (Şafak)
İşçilerin birçoğu, her ne kadar bugünkü koşullarının iyileştiğini ifade etseler de, gemi sökümde meydana gelen meslek hastalığının asli unsuru olan asbesti tanımakta zorluk çekiyorlar. İşin organizasyonu ve denetimi büyük oranda ara kademe yönetici olan “çavuş”lar tarafından sağlandığı için asbeste dair bilgileri de kısıtlı. Ayrıca, bir geminin sökülmek üzere Aliağa’ya getirilmeden önceki prosedür ve aşamalarını takip edemedikleri için gemi gelmeden büyük oranda asbestten arındırılmış olduğu yanılgısına düşebiliyorlar. Yine de asbestin zararlı olduğunu bilmiyor değiller. Nasıl ki gözlerinin önünde iş arkadaşları ölüyor, yaralanıyor ve sakatlanıyor yine de işçiler birlik olup ortak bir tutum çoğunlukla sergileyemiyorlarsa, aynı şekilde asbestin varlığını bildikleri koşullarda dahi kolektif bir tepki göstermekten genellikle imtina ediyorlar.
İşçilere “zehirli gemi” olarak bildikleri São Paulo isimli yüksek oranda asbest içeren geminin gelişine karşı düzenlenen protestolara neden katılmadıkları sorulduğunda ise bunu şu şekilde açıklıyorlar:
Bizim açımızdan normalleşmiş bir durum. En son asbestli gemi Aliağa’ya gelmesin diye 3 tane basın açıklaması 2 tane de miting yapıldı. 1 tane gemi söküm işçisi gelmedi. Siz bizim ekmeğimizle oynuyorsunuz diyorlardı hatta. Bu gemi gelirse bizim 3 aylık yevmiyemiz garanti diye bakıyordu (Mahmut).
Ben de gitmedim o mitinge korkudan. Televizyona kameraya çıkarım patron görür işten çıkarılırım diye korktum. Kendi aramızda mesela bir arkadaşla karşılaştık mesela. Gelecekmiş, gelmeyecekmiş gibi tartışıyorlardı. O gemiyi mesela götürü usulü sökeceklermiş. Önceden planlamışlar bile (Murat).
Dolayısıyla sınıf bilincinin, ekolojik bilincin ve meslek hastalıklarına dair bilgi düzeyinin seviyesinin yanında tartışılması gereken unsurlardan biri de işçilere uygulanan baskı ve (farklı türleriyle) şiddet. 2022 yılı şubat ayında başlayan fiili grev süreci de bu bilincin ve sınıfsal dayanışmanın arttığı bir döneme işaret etmesine rağmen baskı, şiddet, zor ve tahakküm ilişkilerinin içinde şekilleniyor.
Yaklaşık 11 gün süren grev işçilerin günlük yevmiyelerinin artırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, koruyucu ekipmanların verilmesi, gemi söküm işinin ağır ve tehlikeli sanayi işkolu kapsamına alınması gibi temel talepler ile başladı. İşçilere yapılacak zam oranının belirlendiği 2022 yılının Şubat ayında, Temurtaşlar firmasındaki işçiler kendi aralarında birleşip istedikleri ücret artışını işveren temsilcilerine ilettiler ve gemi saha çalışanlarının ve çırakların ücretlerinin istedikleri miktar kadar yükselmesini sağladılar (Evrensel, 2022). Bu ücret artışlarının diğer firmalarda duyulması ve bu firmalarda çalışan işçilerin de aynı zam miktarını talep ederek kısmi iş durdurma eylemleri yapması üzerine, Temurtaşlar firmasının patronu, diğer firma yöneticilerinin de baskısıyla yaptığı zam kararını geri çekti. Bunun üzerine işçiler gemi söküm patronlarının derneği olan Gemi San Der önünde eylemlerine başladılar.
İşçiler, 11 gün boyunca devam eden grev süresince kendi karar alma mekanizmalarını yaratacak bir komite ya da grup oluşturamamışlar ve maruz kaldıkları baskılar işçilerin ortak hareket etme tutumunu da dağıtmıştır. Bir işçi bu durumu şöyle ifade etmektedir:
Grevi şöyle parçaladılar. Çavuşlar, bazı akrabası olan işçilerle iletişime geçip ‘biz istediğiniz ücreti, haklarınızı vericez, sizlik bir şey yok’ falan dedi. Öyle olunca da greve katılanlar da geri dönüp işe başladı. İnsanları parçaladılar böyle. Mesela başka firmadan bir arkadaş, bana ‘bizim patron istediğimiz ücreti verecek, tamam’ dedi. ‘Biz buraya sadece size destek olmak için, görüntü olarak geldik’ dediler. Zaten üç gün sonra geri döndüler. (Şafak)
Grevin ardından yapılan saha çalışmasında işçilerin akrabalık ilişkilerinin ve patronların baskısının yarattığı tahakküm nedeniyle grevin parçalanmasının işçilerin birbirine olan güvenini de zedelemiş olduğu, böylece “gemi sökümde kimseyle birlikte yola çıkılmaz” duygusunun baskın hale geldiği gözlemlendi. Özellikle grevin ertesinde bazı firmalarda çalışan işçilerin seçtiği temsilcilerin ya da ön planda olan işçilerin iş akdinin feshedilmesi bu güvensizliği daha da perçinleyerek bir çeşit “yenilgi” duygusu yaratmıştı. Bu duygunun baskınlığı işçilerin grevin ertesinde elde ettikleri kazanımları da göz ardı etmelerine sebep oldu:
Bizim kazandığımız tek şey şu oldu. Kapalı kutuydu gemi söküm. Şu an biliyor herkes. Herkes biliyor. Ondan sonra bakanlıktan denetlemeler geldi. Bazen bir ara aklına geliyorlar da böyle, bir denetlemeye gelmezler. Bunlar oldu sadece. Başka da bir şey yok. Ücretler de işte, şey oldu mesela, bankaya, bütün maaşların bankaya yatırılması. (Cem)
Grevin zararı çok oldu. Grevden önce bi mesele olsa gidip konuşabiliyordun patronla, istediğimizi de yaptırabiliyorduk, bi sorunum olsa gidip patrona söylemeye çekiniyorum. Çünkü neden? Grev oldu kaybettik. Birkaç kişiyi iş yok deyip nasıl kapının önüne koydularsa aynısı bana da olabilir. Bana bu girdiğim işyerinin patronu ne dedi, biliyor musun? Çok konuşmayacaksın, çok konuşursan hiç gelme dedi. Banyonun suyu soğuk akıyor bile diyemiyoruz şu an. (Şahin)
İşçilerin 11 gün boyunca sürdürdüğü fiili grev ve talepler incelendiğinde, asbest gibi uzun vadede işçilerin hastalanmasına sebep olan zararlı maddelere maruz kalmaları üzerinden öne çıkan bir ifade göze çarpmamaktadır. Günlük yevmiyelerinin artırılması, ücretlerin elden değil bankadan yatırılması ve kişisel koruyucu ekipmanların temin edilmesi gibi taleplerin ön planda olduğu grevin ertesinde, işçiler taleplerinin bir kısmını kabul ettirmiş olsa bile birbirlerine duydukları güvende zedelenme olmuş, işten çıkarılma kaygısı daha da görünürleşmiştir. Dolayısı ile saha çalışmasının grevin ertesi bir döneme denk geldiği düşünüldüğünde, bu güvensizliğin oldukça hissedilir bir düzeyde olduğunu söylemek gerekir; ve aynı güvensizlik, iş kazaları, yaralanma, asbest maruziyeti ve iş cinayetleri ekseninde bir örgütlülük ve ortak hareket etme tutumunun önündeki temel engellerden biri olmaya devam etmiştir. Bu nedenle, kendi iç birliklerinin ve çekirdek karar alma mekanizmalarını yaratacak zeminin henüz olgunlaşamamış olması, işçilerin çalışma koşullarında söz sahibi olmasının ve hatta çevre ve halk sağlığına uygun çalışma koşulları talebini de öne çıkartamamış durumdadır.
İşçilerin Sao Paulo gemisini protestolara yoğun bir katılım göstermemesi ve bu eylemlerin ön saflarında yer almaması yukarıda detaylandırdığımız farklı ekolojik ve sınıfsal bilinç seviyelerinin yanında baskı ve şiddet karşısında geliştiren çeşitli davranışların sonucudur. İşçiler üretim faaliyeti içerisinde karşılaştığı zorluklara karşı kolektif bir sınıfsal tutum geliştiremediği sürece kendi varlığının bir parçası olan doğanın uğradığı tahribata da yanıt verecek bir devrimci aktör olarak kendini konumlandıramamaktadır. Tam da bu noktada, toplum ve doğanın diyalektik ilişkisindeki metabolik yarılma, kapitalist emek süreçlerinde hem işçinin bedeninde hem de onun inorganik bedeninde meydana gelen yavaş şiddetin birlikteliğinin fark edilmesi önünde temel bariyer olmuştur.
Emek ve ekoloji mücadelesini kesen bir alan olarak meslek hastalıklarının işçilerin önemli bir kısmı tarafından bu şekilde deneyimleniyor olması son kertede işçilerin kendi çalışma ve yaşam koşullarından yola çıkarak sürdürecekleri sınıfsal mücadelenin önemine de işaret etmektedir. İşçiler emek sürecinde yaşadıkları zorluklara dair yan yana gelmedikçe kendi gerçekliğinden daha da bağımsız ve kendisiyle ilişkisiz olarak deneyimlediği çevre sağlığını da kendi mücadelesinin bir parçası olarak görmüyorlar. Dolayısı ile kendi emeğine ve türüne yabancılaştıkça ve bu yabancılaşmanın zararlarını uyum ve adaptasyon ile perçinledikçe doğa ile olan yabancılaşma ilişkisi de katlanarak artıyor.
Bu noktada kastettiğimiz “önce sınıf mücadelesi, sonra ekolojik bilinç” gibi kaba bir aşamacılık değildir. Aksine sınıf mücadelesi ve ekolojik mücadelenin zorunlu olarak da birbirine içkin olduğunu metabolik yarılmadan yola çıkarak tartışmaya çalıştık. Burada savunduğumuz temel argüman, ilk olarak deniz ekosistemi ve işçilerin bedeni üzerindeki tahribatın birbirine paralel ve içkin olduğudur. İkinci olarak ise bu emek süreci için kıyının seçilmesinin rastlantısal değil, denizin atık yutağı olarak görüldüğü ve üretimin sonucunda çıkan atıkların dışsallaştırılmaya çalışılmasının bir sonucu olduğunu göstermeye çalıştık. Metabolik yarılmanın derinleşmesine karşı mücadelenin büyüdüğü dönemler bu yabancılaşma ve dışsallaştırmaya karşı durulan noktalardır. Biz de bu süreci barındırdığı çelişkiler, farklı işçilerin bilinç seviyeleri ve üzerlerindeki tahakküm üzerinden açıklamaya ve tartışmaya çalıştık. Grev sürecinde sendikalaşarak kalıcı birlikler sağlayarak, kolektif tutum alarak mücadele etmek gerektiğini düşünen işçiler arasında gelişmekte olan sınıf ve ekoloji farkındalığının sinyalini ise yine en iyi kendileri ifade ediyor: “Aslında biz bu zehirli gemi geldiğinde tam o zaman greve çıksaydık her istediğimizi alırdık” (Cem).
5.Sonuç
Bu çalışmadan çıkarılacak temel sonuç, emek ve ekoloji mücadelesine iki ayrı alan olarak değil, zorunlu olarak da birbirine içkin ve metabolik yarılmadan kaynaklı bir alan olarak yaklaşmaktır. Üretim ilişkilerinde ortaya çıkan metabolik yarığın tamiri de bu sebeple son kertede işçilerin politik bilinç düzeyleri ve sınıf mücadelesi ile ortaya çıkabilir. Bu tartışmaya katkı sağlamak adına bu makalede Aliağa gemi söküm işçileri özelinde bu sürecin çeşitli veçhelerini inceleyerek barındırdığı çelişkileri gösterdik. Aynı zamanda işçilerin maruz kaldığı ani ve yavaş şiddet biçimleri ile deniz ekosistemi üzerindeki yavaş şiddetin paralelliğini gözler önüne serdik. Homojen bir grup olmayan gemi söküm işçilerinin farklı seviyelerde sınıf bilincine ve doğa tahribatına dair farkındalığa sahip olduklarını, aynı zamanda farklı biçimlerde baskı ve şiddete maruz kalabildiklerini sahadan gelen veriler ışığında görünür kılmaya çalıştık. Böylece emek ve ekoloji literatürünün biraz da arka planda kalan denizel boyutuyla meslek hastalıkları ekseninde sınıf ve ekoloji mücadelesinin kesiştiği zemine de ışık tutmaya çalıştık.
¹Dışsallaştırmanın çevre ve insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin “görünür” hale gelmesi ile beraber tehlikeli atıkların üretimini, taşınmasını ve bertarafını denetlemek ve bu süreçlerin uluslararası standartlara uygun şekilde yapılmasını sağlamak için 1992 yılında 53 ülkenin imzacı olduğu bir dizi hüküm ve önlemlerden oluşan Basel Sözleşmesi imzalanmıştır. Sözleşmede 191 taraf, ancak 53 imza sahibi vardır. Türkiye, sözleşmeyi imzalayan ve taraf olan ülkeler arasındadır. Sözleşmenin temel ilkesi, tehlikeli atıkların insan sağlığı ve çevre üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmaktır. Ayrıca Sözleşme, tehlikeli atıklarını gelişmekte olan ülkelere ihraç etmenin yollarını arayan ülkelerin “NIMBY (Arka Bahçemde Değil) sendromu” ile mücadele etmeyi amaçlamaktadır.
²İşçi sendikası ile işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren arasında yapılan toplu iş sözleşmesi sürecinde doğan anlaşmazlıklar neticesinde yasal prosedürlere uygun olarak yapılan toplu üretimi durdurma faaliyetine kanuni grev denmektedir. Bunun haricinde kalan her türlü iş yavaşlatma, iş durdurma ya da diğer eylem biçimleri kanun-dışı, fiili grev olarak adlandırılmaktadır. https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/18040.pdf. 01.09.2023’de erişildi.
³Götürü usulü çalışma, gemi söküm sektöründe uzun süredir sürdürülen, emek yoğun bir sömürüyü artıran bir işlem. Müteahhit denilen kişiler gemi söküm firmasının sahibi ile anlaşıp geminin götürü usulü sökülmesi işleminin koordinasyonunu üstleniyor. Firma sahibi ile önceden belirlenmiş bir fiyata anlaşarak büyük oranda kendi köylülerinden oluşan bir ekibi bir araya getiriyor. Böylece, çalışma saatlerini uzun tutarak ve üretimdeki hızı artırarak gemi söküm patronuna kısa bir sürede işlemi bitireceğine dair bir taahhüt veriyor. Çoğu iş kazası, yaralanma ve ölümün götürü usulü çalışma sürecinde gerçekleşmesi nedeniyle Bakanlık ve AB denetimlerinin de artırılmasıyla bu işlem şu an çok az firmada gerçekleşiyor. Fakat götürü usulü çalışan işçiler, aynı işi kısa sürede yaparak daha yüksek bir ücret kazandıkları için bu işlemin kaldırılmasından bir yandan da rahatsızlık duyuyorlar. Başka bir deyişle, günlük yevmiyesinin verdiği emeği karşılamadığını düşündüğü için emek/zaman oranında daha yoğun çalışarak aldığı ücretin daha fazlasını elde edebiliyor. Böylece işçi, kendi yoğunlaşan sömürüsüne de gönüllü olarak katılıyor.
⁴Gemi söküm sektöründe de “çavuşluk” ve “hemşerilik ve akrabalık” rıza ve tahakküm ilişkilerinin şekillenmesinde önemli rol oynamaktadır. Ancak makalenin kapsamını aştığı için bu ilişkilerin literatürüne ve ayrıntılı analizine girilmeyecek, onun yerine işçilerin kendi kontrollerinde olmayan üretim sürecine dair bilgi akışı ve denetim mekanizmalarından bahsedilecektir.
⁵https://www.youtube.com/watch?v=Q25N0ZhR0mo, 03.09.2023 tarihinde erişildi.
Kaynakça
Aksu, C. (2022) “Emeğin Ekolojisi Nedir?”, Polen Dergi, 6:14-15.
Barca, S. (2012) “On Working-Class Environmentalism: A Historical and Transnational Overview”, Interface: A Journal for and about Social Movements, 4(2): 61-80.
Bilir, E (2020) Dibe Doğru Yarış: Gemi Söküm Endüstrisi, İstanbul: Notabene Yayınları.
Braun, B. (2009) “Nature” N. Castree, D. Demeritt, D. Liverman ve B. Rohoads (der.) A Companion to Environmental Geography içinde. Oxford: Blackwell, 19-36.
Burkett, P. (1999) Marxand Nature, New York: St John’s Press.
Clark, B. ve Foster, J. B (2009) “Ecological Imperialism and the Global Metabolic Rift: Unequal Exchange and the Guano/Nitrates Trade”, International Journal of Comparative Sociology, 50(3–4): 311–334.
Çoban, A. (2012) “Ekolojik Tartışmalar Bakımından Marx’ın Düşüncesinin Değeri”, Kurtuluş Dergisi, 2: 93-104.
Demaria, F. (2010) “Shipbreaking at Alang-Sosiya (India): An Ecological Distribution Conflict”, Ecological Economics, 70: 250-260.
Erçandarlı, Y. (2019) “Antroposen Çağında Marx ve Eko-Marksizm(ler): Toplum-Doğa İlişkisinin Diyalektiği”, Praksis, 50: 179-203.
Ergil, D. (1977) “Kapitalist Ekonomide İş, Sınıf Bilinci ve Yabancılaşma Sorunu”, Birikim, 25: 24-29.
Ertör, I. (2016) “Meta Menzilinin Yeni Durağı Balık Çiftlikleri: Gıda Güvenliği mi Çitleme mi?” Toplum ve Bilim, 138: 51-66.
Evrensel (2022) Gemi söküm direnişi: İş durdurma tek firmada başladı, tüm bölgeye yayıldı, 12 Aralık 2022,https://www.evrensel.net/haber/476819/gemi-sokum-direnisi-is-durdurma-tek-firmada-basladi-tum-bolgeye-yayildi.
Fırat, A. F. (2018) “Violence in/by the Market”, Journal of Marketing Management, 34:11-12, 1015-1022.
Foster, J. B. (1999) “Marx’s Theory of Metabolic Rift: Classical Foundations for Environmental Sociology” American Journal of Sociology, 102(2): 366-405.
Foster, J.B. ve Clark, B. (2003) “Ecological Imperialism”. L. Panitch ve C. Leys (der.) Socialist Register içinde. New York: Monthly Review Press, 186-201.
Foster, J. B. ve Holleman, H (2014) “The Theory of Unequal Ecological Exchange: A Marx-Odum Dialectic”, The Journal of Peasant Studies, 41: 199-233.
Frey, R. S. (2015) “BreakingShips in the World-System: An Analysis of Two ShipBreaking Capitals, Alang Sosiya, Indiaand Chittagong, Bangladesh,” Journal of World-Systems Research, 21(1): 25- 49.
Galtung, J. (1990), “Cultural Violence”, Journal of Peace Research, 27(3): 291-305
Gemi Geri Dönüşüm Sanayicileri Derneği (2023) “Gemi Geri Dönüşüm Endüstrisi”, https://www.gemisander.com/gemi-geri-donusum-endustrisi, erişim tarihi: 20 Mayıs 2023
Gül, Z. (2022) “Emek ve Ekoloji Bağlarını Yeniden Düşünmek: “Yavaş Şiddet”, Çevresel ve Mesleki Hastalıklar”, Polen Dergi, 7: 36-50.
International Marine Organization (2023) “Recycling of Ships” https://www.imo.org/en/ourwork/environment/pages/ship-recycling.aspx, erişim tarihi: 19 Haziran 2023.
İSİG Meclisi (2022) “Ezilme, patlama, yüksekten düşme, zehirlenme, asbest…2013-2022 yılları arasında Aliağa’da en az 97 işçi hayatını kaybetti”, http://isigmeclisi.org/20767-ezilme-patlama-yuksekten-dusme-zehirlenme-asbest-2013-2022-yillari-a.
İZKA (İzmir Kalkınma Ajansı) (2022) İzmir Aliağa Gemi Geri Dönüşümü Sektör Analizi, İzmir: İZKA.
Juris, J.S. (2007) “Practising Militant Ethnography with the Movement for Global Resistance in Barcelona”. S.Shukaitis ve D. Graeber (der.) Constituent Imagination: Militant Investigation, Collective Theorization içinde. Oakland, Calif.: AK Press, 164-176.
Kaya, Y. (2012) “Basel ve Hong Kong Sözleşmeleri Bağlamında Gemi Söküm Endüstrisi: Çevre, Sağlık ve Güvenlik Odaklı Bir Analiz”, Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, 14(4): 73-87.
Lerner, S. (2010) Sacrifice Zones: The Front Lines of Toxic Chemical Exposure in the United States, Cambridge, MA: MIT Press.
Marx, K. (2011) Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi Cilt: 1, çev. N. Satlıgan, İstanbul: Yordam Kitap.
Marx, K. (2013) 1844 El Yazmaları, çev. M. Belge, İstanbul: Birikim Yayıncılık.
Moore, J. W. (2000) “Environmental Crises and the MetabolicRift in World-Historical Perspective”, Organizationand Environment, 13: 123-157.
Moore, J. W. (2003) “The Modern World-System as Environmental History? Ecology and the Rise of Capitalism”, Theory&Society, 32(3): 307-377.
Navas, G., Mingorria, S., ve Aguilar-González, B. (2018) “Violence in Environmental Conflicts: The Need for a Multidimensional Approach”, Sustainability Science, 13(3): 649-660.
NGO Shipbreaking Platform (2022), “Turkey”, https://shipbreakingplatform.org/our-work/the-problem/turkey/, indirilme tarihi: 5 Haziran 2023.
Nixon, R. (2011) Slow Violence and the Environmentalism of the Poor, Harvard University Press.
Odman, A. (2021) “Emek ve Ekoloji Gündeminin Ortaklığı: Al-Yeşil Gündem ve Eylem Hatları” Polen Ekoloji, Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’na sunulmuş tebliğ, 26-27 Haziran.
Odman, A. (2023) “Arzu ve Eylem Arasında Amel Köprüsü: EmEkoloji Mücadeleleri”, Birikim, 406-407: 152-164.
Özberk, N. (2017) “Politik Ekolojide Doğa-Toplum Diyalektik Birliğine Kuramsal Bir Bakış: Toplumsal Doğa ve Doğanın Kapitalist Üretimi Tezi”, Kastamonu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 17(3): 71-98.
Sağlam, R. (2022) Mezoltelyoma ilk kez meslek hastalığı olarak kabul edildi, 27 Şubat 2022, https://www.evrensel.net/haber/456008/mezotelyoma-ilk-kez-meslek-hastaligi-olarak-kabul-edildi
TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi (2022) “İzmir İli Aliağa İlçesi Çevre Durum Tespiti Projesi”, Gebze: Kocaeli.
Turhan, E., Özkaynak B. ve Aydın, C. E. (2020) “Coal, Ash, and Other Tales The Making and Remaking of the Anticoal Movement in Aliağa, Turkey”, O. İnal ve E. Turhan (der.) Transforming Socio-Natures in Turkey Landscapes, State and Environmental Movements içinde. London and New York: Routledge, 166-185.
Wallerstein, I. (2011) Dünya-Sistemleri Analizi: Bir Giriş, İstanbul: BGST Yayınları.