Çeviri: Sencer Odabaşı
‘Raymond Williams ve Ekososyalizm’ dosyamızın ikinci bölümü için Williams’ın 2 Haziran 1984’te Letchworth’te SERA (Socialist Environment and Resources Association) [Sosyalist Çevre ve Kaynaklar Derneği, Britanya merkezli Labour Party bünyesinde bir çevre örgütü. çev.] bünyesinde yaptığı ‘Ekoloji ve Emek Hareketi’ adlı konuşmanın yazıya dökümünü yayınlıyoruz. Konuşmayı Youtube’a yükleyen Richard Wise ve Williams Hanesi, derneğimize konuşmanın dökümünü yayımlamak üzere izin verdi. Bir kısmı İkibin’e doğru [çeviren Esen Tarım, 1989 çev.] (Towards 2000 (1983)) kitabından alınmış bu ders Peter Hill tarafından yazıya döküldü. Hill’in, Williams’ın ekoloji ve sosyalizm üzerine çalışmalarına yazdığı yanıt metni [yarın] blogunda yayınlanacak.
-Raymond Williams Society-
Raymond Williams
Yoldaşlar ve dostlar, bugün hiçbir siyasi gelişme, emek hareketi ve ekoloji hareketinin yakınlaştırılmasından daha zaruri değildir. Eğer önümüzdeki on yıl içinde ekolojistlerin ve sosyalistlerin bu konularda birlikte çalışabilecekleri gerçek anlamda etkili pratik yakınlaşma politikaları oluşturabilirsek, bunu başarabilirsek, gelecek on yıl daha güzel, daha temiz, ve beşeri yönden daha üretken olacaktır. Bu sadece Britanya’da değil, sayısı giderek artan örneklerde olduğu gibi uluslararası alanda da yapılmalı. Şayet daha aydın politikalar uluslararası sosyalist gruplarda ulusal sosyalist gruplardan daha sık bulunuyor, çünkü insanlar sorunların ne kadar etkileşimli olduğunu görüyor.
Emek hareketi, tarımsal ve endüstriyel kapitalizmin ilk evrelerinin kaotik yapısı ve doğrudan yaşattığı eziyetlerin sonucunda ortaya çıktı. Kendisinden çok daha eski hareketlerle bağlantıları olmakla birlikte, belli şeylerin yaşandığı çok özel bir bağlamda biçimlendi: her şeyin ötesinde, yeni enerji türlerinin her türden üretim sürecine uygulandığı bir bağlamda. Bu süreç ilk olarak tarımda başladı: muazzam toprak kazı makinelerinin arazinin yeniden düzenlenmesi, kanal inşası, toprağın üretim için yeniden şekillendirilmesi için seferberliği ile. Halihazırda yapılanlarla karşılaştırıldığında çok küçük bir iş gibi görülebilir, fakat on sekizinci yüzyıl boyunca bu toprak kaldırmalar, bu kazı işleri, bu su yönlendirmeler, olumluydu ve yarattığı güç bakımından, doğal dünyaya eşi benzeri görülmemiş bir müdahaleyi temsil ediyordu. Ve aynı zamanda, bu döneme kadar çoğunluğun deneyimlediği müşterek toprak ve karma geçim kaynakları;,yeni toprak sahipliği ve yeni üretim idaresi eğilimleri tarafından kısıtlanıyordu.
Bu dalganın ardında, ve kısmen bu dönemde tarımsal kapitalizmle elde edilen servetlerin de yardımıyla, yeni özütlemeci (extractive) endüstriler belirdi: yeni kimya endüstrileri, demir – çelik endüstrisi, ve aniden buhar gücüyle birlikte, bütün doğal kaynaklara uygulanabilecek gücün nitel genişlemesi. Bu dönüşüm sıradan bir iş deneyimi haline geldi. Bundan dört – beş bin yıl geriye gitseniz de insanların çevrelerine müdahale etmeyi, çevrelerini geçim ihtiyaçlarına göre şekillendirmeyi faal olarak öğrendiğini görebilirsiniz – bunu sosyal gruplar haline yaşamaya başladığımızdan beri yapıyoruz – fakat bu müdahale gücünün bu denli büyüdüğü noktada nitel bir değişim meydana geldi. Artık sadece bir kısım toprağı değil topraktan aldığınız malzemeleri de dönüştürebilir, yeni ürünler üretebilirsiniz. Bu kaotik ve dinamik deneyimden, öncelikle savunma amaçlı bir emek hareketi doğdu.
Bu dönemde emek hareketi, giderilebilir yoksulluk mefhumu etrafında şekillendi. Ve yoksulluk sorununa önerilen çözüm, öncelikle bütün sosyal düzen tarafından aynı günümüzde olduğu gibi her yerde vazedildiği üzere, daha fazla üretirsen sonunda hiç birimiz yoksul olmayacağız idi. Daha çok çalış – tabii parantez içinde hemen eklenir: daha fazla ücret talebinde bulunmadan – daha çok çalış, daha çok üret. Birisinin ‘ulusal pasta’ tabirini yarattığı an, aynı zamanda ulusal akla da korkunç hasar verildiği bir an oldu. Çünkü birilerine göre tek yapılması gereken bu pastayı büyütmekti – bu çok basit bir mutfak süreci olarak görülüyordu – ve herkes için daha fazla dilim olacaktı, yoksulluk sorunları çözülecekti. Ve bugün halen, “üretim artışı ile yoksulluğun azaltılması arasında zorunlu bir ilişki yoktur” derseniz, samimi sosyalistler ve emek hareketinden insanlarla kavgaya bile tutuşabilirsiniz. Zorunlu bir ilişki yoktur: aralarında herhangi bir ilişki olmadığını iddia etmek elbette aptalca olur. Aksine, bahsettiğim değişimler vesilesiyle üretimin arttırılması süreci, toplumun maddi kaynaklarını büyük ölçüde arttırdı. Fakat sosyalistler tarafından görülen – basitçe emeğin çıkarlarıyla eşlenemeyecek, son derece ayrıksı bir sosyalist pozisyon hep var olmuştur – üretme şeklinizin, üretim sırasında kurduğunuz sosyal ilişkilerin, ürünün dağıtımını büyük ölçüde belirlemenin yanı sıra ne üretildiğini de belirlediğiydi. Üretimle ilgili kararlar, ürünün dağıtımıyla ilgili kararlar, üretim sürecinde kurduğunuz kararlar, üretim sürecinde kurduğunuz ilişkilere gerçekten de derinlemesine içkindi.
Bu anlayışa karşı nasıl tartışma yürütülür bilemiyorum. Uzun, teorik bir tartışmayla bunu yapabilirim ya da basitçe şunu söyleyebilirim: Kaliforniya’ya gidin. Kaliforniya’da ekonomi politik dersleri verirken, ki sadece bu kısmı bile kulağa şaka gibi geliyor, hiçbir yere arabayla gitmezdik, her yere otobüs ve trenle giderdik, ve ben hiç böyle bir yoksulluk görmedim, en azından karşılaştırılabilir bir ülkede görmedim. Bunu görmek için demiryolu depolarının arka odalarına gitmelisiniz, otobüs duraklarına gitmelisiniz, arka sokaklara gitmelisiniz. Alışveriş merkezlerinde, kendi mahallesinde dolaşan, otoyoldaki münasip bir Kaliforniyalı’nın gitmediği yerlere. Ve burası dünyanın en zengin yeri, hiçbir yerin Kaliforniya’dan hiçbir şekilde daha zengin olmasının imkanı yok. Ve bunun tam ortasında –tabii “ah, pek kötü bir hayat, ama ihtiyacımız olan şeyler böyle üretiliyor” diyen insanların gözlerinden uygun bir uzaklıkta– tam ortasında çaresizce yoksul insanlar var. Çaresizce yoksul, mutsuz ve stresten yıpranmış insanlar var. Ve bu bir rastlantı değil, tıpkı bunun [Britanya] gibi zengin bir toplumda çaresizce yoksul insanlar olmasının rastlantı olmadığı gibi. Tıpkı, biraz daha geniş bir perspektiften bakarsak, yeterince gıda üreten bir dünyada aç insanların olması gibi. Bu asla “yoksulluk var, kıtlık var, bu yüzden daha çok üretin” diyerek, rahat ve nicel yolla çözülebilecek bir mesele değil. Üretimi arttırmaya karşı bir sav değil bu. Esas tartışma ne ürettiğinizle, ne ürettiğinize kimin karar verdiğiyle, dağıtımı belirleyen üretim ilişkilerinin nasıl kurulduğuyla ilgili.
Son yüz elli yıl boyunca hem emek hareketinin içinden, hem de çeperindeki kimi dostlardan, bunu söyleyenler oldu. Ve bütüne baktığımızda, bazı kısa dönemler hariç, emek hareketinin çoğunluğu bunlara kulak vermedi. Bunu tamamen anlıyorum. Ben emek hareketinin içine doğdum. Hayata bakışım tamamen bu önlenebilir yoksulluk algısı ve dolayısıyla yoksulluğun giderilmesi, adalet, bozuk terazinin tamiri arayışıyla şekillendi. Emek hareketi, kendisini bu algı ve arayış üzerinden tarif edegelmiştir. Buraya dışarıdan –ki artık zihnimin bir kısmıyla buraya dışarıdan bakabiliyorum– gelip basitçe “büyümenin içinde yoksulluğu yeniden üreten bu sosyal düzen, geçim mefhumunu üretim mefhumuyla ikame ederek sonuçta içindeki herkese hizmet edemez” derseniz, bazen gerçekten başka bir gezegenden gelen bir ziyaretçi gibi görülebilirsiniz.
Ama aslında tam da bu gezegenden gelen bir ziyaretçisiniz. Çünkü kısaca endüstriyel kapitalizm diyebileceğimiz bu sosyoekonomik yeni düzenin sıradışı başarısıyla olan bir diğer şey de, dünyayı belli algılama yöntemlerinin düzene son derece derin şekilde gömülü hale gelmiş olması. Öyle ki bunları kırmak için ciddi bir akli ve iradi çaba gerekiyor. Bu algılardan biri de her şeyi hammadde olarak görme alışkanlığı. Ve elbette bu algı çoğu insanın hammadde olduğu fikrini de içeriyor. Bu nadiren açıkça söylenen bir şey. Beatrice Webb bundan yüz yıl önce babasının evinde yemek masasında –oldukça zengin bir aile– işletilecek bir arazi hakkında “emek ve su bol” lafını duyduğunda şaşırmıştı. Bu laf tam olarak olarak bunu anlatıyor. “Emek ve su bol” – emek tıpkı su gibi, ikisi de hammadde. İnsanların çoğunluğu hammadde olarak alınır, belirli yöntemlerle eğitilir, belirli pazarlıklar sunulur, yeri değiştirilir, bu tür teşvikler verilir, şu tür ödüller verilir, tabii özel bir dönüşüm süreci için zaruriyse. Ama sonunda, özünde ne oldukları belli: çoğu insan bu bakış açısıyla hammaddedir.
Tekrar tekrar söylenmesine rağmen, çoğu kişi bu söyleme kulak vermedi. İçinde bulunduğumuz dönemin önemi tam da bu, çünkü şimdi bu sürecin tamamen tahmin edilebilir sonunun erken –ve çok acımasız– aşamalarındayız. Düzen her zaman acımasızdı, ama şimdi bariz bir şekilde acımasız. Artık hammaddenin çoğunun lüzumsuz olduğu, ihtiyaç fazlası olduğu söyleniyor. Aynı süreç işliyor, bu ikinci ya da üçüncü bir endüstri devrimi değil, aynı temel sosyoekonomik düzenin yeni bir aşaması. Etrafta her uzman diye dolananın istatistikleri sündüre sündüre kurtulunması gereken insan sayısı, ortadan kaldırılacak iş sayısı, asgariye indirilecek emek talebi derken işaret ettiği gerçek şu: insanlar hala varlar, ama hammadde olarak görülürlerse, tıpkı hammadde gibi toprağın altında bırakılabilirler.
Bu noktada emek hareketi en büyük kriziyle yüzleşiyor: bir fikir krizi. Söylediğim gibi –ve bunu tamamen emek hareketinin içine doğmuş, hareketin istese de kaybedemeyeceği bir dostu olarak söylüyorum– sonuçlarından bağımsız, daha fazla üretimi önlenebilir yoksulluğu ortadan kaldırmanın yöntemi olarak görmeye devam ederse, sadece kendi genel lüzumsuzluğunu üretecek. Söylemeye çalıştığım, bu hakkında belirli bir tunç kanunu olan bir süreç. Şu anda endüstriyel mücadelelerde biteviye kavgası verilen şey, baskın kapitalist üretim modelin kabul etmeye devam edip etmeyeceğinizle ilgili. Emek hareketi, zayıf ve maruz konumu sebebiyle bunu şimdiye kadar kabul etmek zorunda kaldı. Öte yandan buna karşı, –ve burası tam da en güçlü anlamda ekolojik düşünce tarzıyla yakınlaşmanın başlayabileceği yer– başka bir sosyal düzen düşünmeye başlayabilirsiniz.
Şimdi, geçmişe bakıp “emek hareketini yolundan saptıran, yoksulluğa zaruri ve yeterli bir çare olarak üretim mefhumuydu, belirsiz koşul olarak ücretli emek mefhumuydu, müşterek kaynakların özel mülkiyetinin kabullenilmesiydi” demek bir şey. Geçmişe bakmak bir şey. Bu analizi, tüm karmaşıklığı ve acil sorunlarıyla günümüze taşımak ise başka bir şey. İşsizlerin çoğunun bu seviye işsizliği kaçınılmaz bulduğu gerçeği korkunç bir sosyal sonuç. Bu insanları suçlamak için söylemiyorum bunu, bu münasebetsizlik olur. Tam da sunduğumuz modellerin başarısızlığını vurgulamak için söylüyorum. Emek hareketi, açıkça kapitalist partilerle, ancak aynı sistemi daha iyi yönetebileceğini öne sürerek mücadele edecek noktaya kadar geriledi; daha fazla üretmek, farklı faydalar için üretmek üzere. Bu noktaya, şimdilerde daha iyi anlaşılan temel iddianın birkaç nesil savsaklanmasıyla geldik. Şu anda tam da bu öncelik tercihinin yıkıcı ve kalıcı uzun vadeli etkilerini hissettiğimiz dönemdeyiz.
Peki bu iddia nedir? Bana göre önce basit sorulardan başlamalıyız, çevre kirliliği, trafik sıkışıklığı, vs. gibi, ve üretime dair asla söylenemeyen, kapitalistlerin asla söyleyemeyeceği şeyi söyleyelim: tali ürün diye bir şey yoktur. Tali ürün yoktur, yan etki yoktur. Tali ürünler üretim sürecinin parçasıdır, çoğu tamamen öngörülebilir. Yan etkiler, bilgi sahibi olunabilecek herhangi bir durumda, sadece etkilerdir, yan etkiler değil. Buradan bize sunulan üretim mefhumunu sorgulayıp, başka bir kavrayışla yeniden başlıyoruz. Ve bu kavrayış aslında epey eski, bu sıradışı dinamik aşamayı önceleyen bir kavrayış, ve ben sosyalist ve ekolojik hareketlerin bu kavrayışın çevresinde yakınlaşmasını bekliyorum. Bahsettiğim kavram, geçim kavramı. Üretimden çok daha derin ve çok daha beşeri bir kavram. Çünkü üretim brüt bir kavramdır. Ne ürettiğinizden, hangi kalitede ürettiğinizden, bu üretimin başkaları ve başka çeşitler üzerindeki etkisinden bağımsızdır. Buradan yola çıkıp daha kapsamlı şekilde beşeri ve sosyal konuları tartışmak, ancak ikincil etkiler parantezinde mümkün olabilir. Aksine geçim mefhumundan başlarsanız, tamamen pratik bir yerden başlıyorsunuz demektir. Bu kalabalık ada için [Britanya] hızlandırılmış bir geçimlik tarım ve zanaate dönüş programı önerenlere şüpheyle yaklaşan emek hareketini suçlamak güç. Bu tür önerilere benim de karnım tok. Geçimlik tarım ve zanaate derin bir sempatim var, ama içinde bulunduğumuz sosyal düzen tarafından yaratılmış ve günümüzdeki kadar büyük bir nüfus için makul değil. Mesele bu değil, mesele geçim. Çünkü geçim fikrinden başlarsanız beşeri bir yerden, ilgili herkesin menfaatlerinden başlıyorsunuz. Bu bir üretme tarzı değil, bir yaşama tarzı.
Ekoloji hareketi diğer uçtan, yeryüzüne yapılanlardan, insanlara yapılanlardan başlayarak, uzun süredir kapitalist üretim olarak adlandırmak istemediği şeyin önceliklerini sorgularken, endüstriyel toplum, modern toplum gibi yumuşak isimlendirmelerle sert siyasi tercihler yapmaktan şimdiye kadar kaçınarak yok edilmiş, masum, yeşil, barışçıl bir dünya için zarif bir keder olarak kalabildi. Burada önemli olan şu: ekoloji hareketi, tanımladığı şeyin yalnızca modern dünya veya endüstriyel üretim değil, bilhassa kapitalist sosyal düzen olduğunu saptayacak konuma gelebilir, buradan –bunun için emek hareketinin bileşenlerinin hatırı sayılır bir değişime hazır olmaları gerekiyor– yüz elli yıl önce başlayan tartışmayı devam ettirecek bir temel bulabilir. Geç on sekizinci, erken on dokuzuncu yüzyıllarda (William Cobbett bunun en etkileyici parçasıdır) başlayan tartışma: altüst edilen, insanların olağan ve doğal geçimidir.
Bu çaba başarılı olursa ortaya çıkacak olan bir yakınlaşmadan fazlası, sosyalizmin nitel bir başkalaşması olacak, ki ben bunun artık tarihsel olarak kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Fakat aynı zamanda, bu ekoloji ve çevrecilik için kayda değer bir siyasi dönüşüm anlamına gelecek. Ekolojik hareketler şimdiye kadar, tehlikeleri saptayıp dünya liderlerine veya kamuoyuna anlatabilirlerse, söz konusu tehlikeleri ortadan kaldırmak için yeterli tepkiyi alabilecekleri varsayımıyla hareket ettiler. Bunun böyle olmayacağını biliyoruz. Bu sorunlarla yüzleşebilecek tek kuvvet, çoğunluğun menfaatleri ve toplumun tamamının vazgeçilmez geçimini temsil eden bir kuvvettir. Bu kuvvet –şimdiki koşullarda değil, ideal olarak– emek hareketidir. Bu yakınlaşmanın ne kadar süreceğini bilmiyorum, ama uzun sürecek bir şeye başlayacaksanız, ne kadar erken başlarsanız o kadar iyidir.
Kaynak: https://raymondwilliams.co.uk/2020/09/01/part-two-ecology-and-the-labour-movement-by-raymond-williams/