2021 yılının son ayları Türkiye’de, ekonomide çeşitli manevralarla ertelenen sorunlar, iktidarın doğrudan temsilcisi olduğu sermaye grubu ve toplumsal tabanın çıkarları doğrultusunda faiz indirimleri gibi çubuğu enflasyonun yükseleceği tarafa büken hamleleriyle artık daha fazla ertelenemez hale geldi. Döviz kurlarının yükselişi Türkiye gibi üretimi önemli oranda ithal girdiye bağlı olan ülkelerde doğrudan enflasyon demek. Ama bunun ötesinde kamu-özel işbirliği projeleri denilen doğrudan sermaye sınıfına servet aktarım mekanizmalarında da garanti ödemeler ve dövizle ihalerlerle dövizin belirleyici olması, şirketlerin kârdan zararlarının kamu bankaları aracılığıyla toplumsallaştırılması ve şimdi de bir avuç döviz zengininin faiz gelirinin hazine garantisiyle yine toplumsal borç haline getirilmesiyle durum daha açıktan bir şantaj ve soyguna dönüştü. Bu hazine garantisinin doğal yansıması da daha fazla vergi, yani yine daha fazla enflasyon demek.
Tabi buna ekonomik kriz denemiyor, zira teknik tanımıyla bir ekonomi iki çeyrek üst üste daralma yaşamıyorsa krizdedir denemez ve aksine Türkiye ekonomisi büyüyor! Elbette ekonomi siyasetten, yani sınıf mücadelesi, sınıfsal güç ilişkilerinden kopuk sadece toplam nicel bir büyüklüğe indirgenirse bu doğru olur. Ama bugün karnını doyuramayan, kış soğuğunda ısınamayan, kendini insani olarak geliştirebileceği hemen hemen tüm sosyal imkanları elinden alınmış insanların, yani mülksüzlerin, yeryüzünün lanetlilerinin hissettiği tek büyüme içlerindeki öfkenin artık kabına sığamaz oluşu. Bıçak kemikte! Kapitalizm böyle bir sistem: Bir yanda insanların canı, kanı pahasına devasa servetin biriktiği diğer yanda açlığın, hastalığın, sefaletin biriktiği katliamcı bir üretim tarzı ve bunun sonucu ortaya çıkan toplumsal düzen. Market rafları dolu ama insanlar aç, üretim geçen yıla göre rekor kırıyor ama üretenler ürettiklerine ulaşamıyor, üretim dışında kalanlar umutsuzluk içinde bireysel çözümlere itilip hayata tutunamaz hale getiriliyor.
Polen Dergi’de tüm toplumsal meseleleri ekolojik boyutuyla ele almaya çalışıyoruz. İşte halkın yaşadığı bu sefaletin bir parçası olan yüksek enflasyonun en temel kalemlerinden olan enerjiye gelen son zamları da toplam etkisiyle ele almaya çalışacağız. Yaşamda kullandığımız her şeyin üretiminde enerji, üretimin bir girdisi olarak yer alır. Fosil ya da yenilenebilir enerji kaynaklarından ısı ya da doğrudan elektrik biçiminde elde edilen enerji, üretimde, belirli bir verim düzeyiyle üretilen metalara aktarılır. Ancak enerji, üretimin yanı sıra emeğin yeniden üretimi alanında, günlük yaşamımızda evde kullandığımız elektrik, yine konut ve diğer kapalı mekanlarda ısınma ve ulaşımda kullanılan yakıt olarak da doğrudan karşımıza çıkar. Buradaki “doğrudan”, enerjinin kullanımı üzerinde en azından bir düzeyde söz hakkımız olması anlamında. Bunlar toplumsal yeniden üretim alanının temel ihtiyaçlarından, yani emekçilerin ertesi gün tekrar işe dönmek için kendilerini yeniden üretmelerinin olmazsa olmazlarından. Bir noktaya kadar emek-sermaye çelişkisinde enerjinin hem emeğin örgütlülük gücünün yüksekliği sayesinde hem de sermaye birikim düzeyinin henüz yaşamın tüm alanlarını kuşatmamış olmasından bu şekilde kullanımı meta alanına dahil olmamıştı. Özellikle 1980 sonrası dönemde neoliberalizm diye bilinen emperyalist küreselleşme evresinde enerji sistemleri özelleştirme ve kuralsızlaştırma yoluyla piyasalaştırılarak enerjinin kendisi meta alanına dahil edildi. Sanayide, ulaşımda, vb. alanlarda birincil enerji kaynağı olarak kullanılan ısı enerjisinin dışında elektrik enerjisinin üretim, iletim ve dağıtım gibi tüm aşamalarında özelleştirme ya da yukarıda değinilen kamu-özel işbirliği projeleriyle bu alan büyük oranda sermayeye devredildi.
Emek gücünü satmaktan başka çaresi olmayan milyonlarca işçi ve emekçi için temel toplumsal ihtiyaçların karşılanmasında biyolojik ihtiyaçların asgari teminine doğru itilmesinde bir sınır olmadığı bir kez daha görülmüş oldu. Burada su ve gıdadan, yaşanabilir bir mekâna ve enerjiye biyolojik sınırlar sermayenin, yeniden üretim alanına, toplumsal olana el koymasıyla işçilerin sağlıklarını bozarak yavaş işlenen cinayetler biçiminde halihazırda aşılabilmiştir. Demek istediğimiz şu: her bir işçi asgari biyolojik ihtiyacı olarak belirli miktarda gıda ve suyu tüketmelidir, ancak bunlar işçiye yapısı bozularak (kirlilikle, genetik oynamalarla, tektipleştirilerek, giderek daha yetersiz olarak vb.) da sağlanabilir ve işçi yaşamının çalışabilir evresinde sağlığını adım adım kaybeder; ya da aynı şekilde kışın soğukta evdeki zamanını titreyerek geçirebilir, tüm sosyalleşme kanallarını kapatıp ulaşıma ve diğer sosyal mecralara yapacağı harcamayı kısabilir. Tüm bunların işçiler aleyhine geriletilmesinin sınırı yoktur, hele de milyonlarca insanın yedek emek gücü olarak sıra beklediği, birer zombi olarak yaşamaya mecbur bırakıldığı düşünülürse. İşte burada sınırı belirleyen şey sınıf mücadelesidir. Yoksulluk, enerji yoksulluğu dahil, böyle göreli bir durumdur. Üretenler ürettiklerinden ne kadar pay alıyor, nesnel olan budur, üretenin biyolojik olarak hayatta kalması değil.
Enerjinin metalaştırılması işçi sınıfına yönelik neoliberal saldırı dalgasının temel biçimlerinden birisi olageldi ama bununla da sınırlı değildi. Bir kez kârın doğrudan kaynağı haline gelince diğer üretim alanlarında girdi olmasının yanında kendine yeni üretim alanları açabildi. Enerji üretimi katlandı. Yeni enerji üretim tesisleri ormanlık ya da tarım arazileri üzerine kurulurken yeni bir ilksel birikim süreci yaşandı. Emekçi köylülük geçiminden olurken ormansızlaştırma, santrallerin atıkları ve elbette sera gazı emisyonlarıyla doğa tahribatı katlanarak büyüdü. Üretilen enerji metasının satılarak kârın realize edilmesi için buna uygun kentsel mekanlar oluşturuldu. Dev alışveriş merkezlerinden diğer inşaat projelerine ve kişisel tüketim araçlarına daha enerji yoğun bir yaşam kurgulandı. Emekçiler açısından yaşam daha hızlı olduğu için daha kolay gözükse de bireycileşmiş ve daha da yoksullaştırılmış oldu. Ekolojik yıkım ise milyonlar için bunun bile ötesine geçen katlanılmaz sonuçlar doğurdu.
Evet, hâlâ elektrik ve doğalgaza gelen zamlarla ilgili konuşuyoruz. Daha fazla enerji üretiliyor ama artık daha pahalı. Kentler ışıl ışıl, avm’ler kışın sıcak, yazın serin ama evde kombinin ayarı giyotin gibi, elektrik sayacı gerilim filmi gibi. Türkiye petrolün %90’ını, doğalgazın %98’ini ithal eden, elektriğin ise %45-50’ye yakınını ithal doğalgaz ve kömürle üreten bir ülke olarak enerji konusunda döviz kurlarına özellikle hassas bir ekonomiye sahip. 2020’nin tamamında enerji ithalatına 29 milyar dolar ödendi. TÜİK dış ticaret verilerine göre Kasım 2021’de ise bir önceki yılın aynı ayına göre enerji ithalatına ödenen miktar %160 artarak 6,6 milyar doları buldu.
Elektrik zamlarıyla ilgili en derli toplu değerlendirmeyi sendika.org’daki yazısıyla Elektrik Mühendisleri Odası’ndan Neriman Usta yaptı. Zamların farklı sektör ve dağıtım, iletim bedeli gibi farklı aşamalarının detaylarına, meskenlere aileler için 230 kWh’lik insani kullanım miktarının altında olmasına rağmen 150 kWh’lik sınırın altı ve üstüne getirilen farklı zam oranlarının faturaları nasıl etkileyeceğine, üretimde özel şirketlere ait santrallerin nasıl kayrıldığına, elektrik dağıtımının özelleştirilmesi nedeniyle Elektrik Üretim AŞ’nin elektrik satış bedeliyle dağıtım şirketlerinin faturalara yansıttığı zam arasındaki farkla halkın nasıl bir kez daha soyulduğuna bir dizi somut veriyle ışık tutuyor. Onun da işaret ettiği üzere elektrik üretim ve dağıtımı ile doğalgaz dağıtımının özel şirketlerin elinde olması nedeniyle kapasite yeterli olmasına rağmen kârlılığı tehlike altına girdiğinde şirketler arz güvenliğini bir kenara bırakıp enerji kesintileri yapabiliyorlar ve yanı sıra halkın ödemesi gereken fatura dağıtım bedeli, garanti ödemeler, yenilenebilir enerji kaynaklarını destekleme mekanizması gibi yollarla, EÜAŞ ya da BOTAŞ’ın bu özel şirketlere sattığı fiyatın birkaç katı düzeyinde gerçekleşiyor. Türkiye’de elektriğin %80’ini özel şirketlerin ürettiği ve tüm dağıtım sisteminin yine özel şirketlere (özellikle de “yandaş” denenlere) ait olduğu düşünülürse halk tam bir kapana kısılmış durumda.
Enerji fiyatlarındaki yükseliş Türkiye ile sınırlı değil. Saray iktidarının da en çok kullandığı savunma argümanı da zaten olan bitenin kendileriyle alakalı olmadığı, hatta dünyadaki gidişata göre halkı koruyacak önlemlerle daha kötüsünü önledikleri yönünde. Elbette buna karşı burjuva muhalafetin “kurallı kapitalizm”de bakın işler nasıl da güzel gidiyor söylemi de en az iktidar söylemi kadar halk düşmanı. İktidar ile “ana muhalefet” arasındaki fark sadece sermayeler arasındaki bölüşümde kimin ne kadar pay alacağı ile ilgili. İkisinin de vardığı yer işsizlik, hayat pahalılığı, geleceksizlik. Yazı uzunluğu açısından tüm boyutlarıyla ele alamasak da Avrupa başta olmak üzere dünyada da, salt koronavirüs salgını kaynaklı arz-talep dengesizliğinden kaynaklanmayan, kapitalizmin krizlerine bağlı olarak gelişen bir durum bu. Özellikle fosil yakıt fiyatları bölgesel siyasi gelişmelere ve kimi üretici ülkelerdeki ekonomik krizlere bağlı olarak dönem dönem dalgalanır. Avrupa’da doğal gaz fiyatları Rusya’dan sevkiyatın sorunlu olması, soğuk havanın bastırması ve Fransa’da bakıma giren reaktörler nedeniyle yükseliyor. Avrupa’daki gaz fiyatlarındaki artış %800’ü, elektrik fiyatlarındaki artış %500’ü buldu. Enerji fiyatlarındaki artış ağır metal sanayi gibi enerji yoğun sektörlerde üretimin kısılmasına yol açtı. Fransa’da geçtiğimiz aylarda artan üretimle elektrik arzının yetmemesi üzerine daha önce kapatılan 6 petrol yakıtlı elektrik santrali yeniden çalışmaya başladı. Daha önce kapatmayı vadettikleri nükleer santrallerin kapatılması ise 12 Ekim’de ertelendi. Hatta AB’ye nükleerin yeşil enerji olarak tanımlanması önererek mini nükleer santraller için 10 yılda 1 milyar avro yatırım planlandı. Yine ABD’nin kömürden elektrik üretimi 2014’ten sonra ilk kez 2021’de artmış oldu. 2020’ye göre kömürlü santrallerin kullanımı % 22 oranında arttı.
Üretim, iletim, dağıtım ve kamusal alanlardaki elektrikli alet ve araçlarda kullanımına kadar enerji sistemlerinin toplumsal mülkiyet altına alınması ve ekonomik planlamayla bütünleşik bir merkezi enerji planlamasının geliştirilmesi hem enerji fiyatlarını düşürecek hem enerji arz güvenliğini sağlayacak ama daha da önemlisi ekolojik yıkım projelerine geçit vermeyecek ve mevcutlarının (termik, doğal gaz çıkarımı, yeni fosil altyapı sistemleri, vs.) durdurulması için doğayla daha uyumlu bir yola sokacaktır. Burada kâr yok, toplumsal ihtiyaçların karşılanması var; demek ki kapitalizm yok. Ve kapitalizmin sonunu getirmek tedrici bir geçişin sonucunda olabilecek teknik bir konu değil, aksine tüm kararların hangi sınıfın lehine alındığını belirleyen siyasi iktidarın işçi sınıfı ve ezilenlerce ele geçirilmesi ve bu çürümüş, sermayeye bağlı yapının dağıtılıp yerine yenisinin kurulmasıyla olabilecek bir süreçtir. Ancak o zaman bolluk içinde kıtlık, ücretsiz olabilecekken enflasyon, önlenebilecek hastalıklar, boş duran evler, daha fazla enerji için ormansızlaştırma, sera gazı emisyonu ve atık kirliliği gibi konuları konuşmayı bırakıp sorunların ne kadar kolay çözülebilir olduğunu göreceğiz. Bize kombiyi kısmayı, kısa duş almayı, az yemeyi tavsiye eden iktidarın kulu olmuş alçakların sefa sürdüğü bu düzene mecbur değiliz, kış soğuğunda öfkemizi örgütlü mücadele ile bileyelim.
Kaynaklar:
http://etha28.com/haberdetay/zamlarla-halk-soguga-ve-karanliga-mahkum-edildi-153519
https://www.enerjigunlugu.net/fransa-nukleer-elektrigi-icin-acele-ediyor-46028h.htm
https://www.enerjigunlugu.net/turkiyenin-son-10-yillik-enerji-yolculugu-32010yy.htm