Daha önce birkaç defa şahsının “çevrecinin daniskası” olduğunu iddia eden Erdoğan, 5 Temmuz günü 439 MW gücündeki 52 HES’in toplu açılış töreninde (ki toplu HES açılışı kabul edelim ki kendine seçtiği bu ünvana uygun bir tarz) başka bir dizi açılışla alakasız konunun yanında şunları söylüyordu:
“Türkiye’nin ilk yerli entegre güneş paneli fabrikasının açılışını Ağustos’ta gerçekleştireceğiz.(…) Çevrecilik ve benzeri kisveler altında koparılan yaygaraların amacı, bu yatırımları sekteye uğratarak Türkiye’yi enerjide dışa bağımlılığa mahkum etmektir. 2020 yılının ilk 5 ayında yerli ve yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretimimizi yüzde 66’ya yükselttik. Geçtiğimiz yıl yenilenebilir kaynaklara dayalı elektrik enerjisi üretiminde Avrupa’da ikinci sırada yer aldık.”
1 Temmuz’da ise YEKA (Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları) GES-1 projesinin ortağı olan CTEC (China Electronic Technology Corporation) şirketi ve Çin’in çok geniş kapsamlı “Kuşak ve Yol” projesi yetkililerinden oluşan heyetin 14 günlük karantina süresinin dolmasının ardından gerçekleştirilen teknik gezide Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, Erdoğan’ın bahsettiği, Ankara Başkent OSB’de önümüzdeki ay faaliyete geçmesi planlanan entegre fotovoltaik panel üretim fabrikasıyla ilgili son detayları paylaşıyordu. Son detaylar diyoruz, zira bakan, fabrikanın Aralık 2019’daki “işe başlama” töreninde de (bakın “temel atma” değil, o Aralık 2017’de idi ve o zamanlar projenin ortağı Güney Koreli Hanwha Q-Cells şirketi idi) bu fabrika ve fabrikanın ilk 3 yıllık üretiminin tamamının gönderileceği 1 milyar dolar maliyetli Konya’daki Karapınar GES1 ile ilgili şimdikinden bazı farklılıklar içeren bir açıklama yapmıştı. Covid-19 salgınından önceki bu törende projenin “yerli” ortağı, devletin pek kayırdığı meşhur 5’li inşaat grubundan Kalyon’un, Güneş Teknolojileri Üretim AŞ Genel Müdürü Ahmet Taşkın, ilk panelin Nisan 2020’de üretileceğini belirtiyordu ama salgın araya girdi. Mart ayında ise üretimin 15 Haziran’da başlayacağını söylüyordu. Taşkın ayrıca, CETC şirketinin fabrikayı kurduğunu ve anahtar tesliminden sonra şirketin 2 yıl boyunca fabrikanın işletmesine de teknik katkı sağlaması için anlaştıklarını bildiriyordu. Yine, Konya Karapınar GES inşaatı şantiye şefi Davut Deniz Gürcü’ye göre 1000 MW’lık tam kapasiteye Ankara’daki fabrikanın üretim kapasitesine bağlı olarak 36 ay içinde ulaşılacakmış.
Henüz somut hiçbir katkı sunmamasına ve projenin bariz şekilde aksamasına rağmen ara ara yapılan törenler, teknik geziler ve açıklamalarla bu fabrika ve santral, toplamda 1,4 milyar dolarlık yatırım ve 1400 kişilik istihdam vaadiyle iktidara “çevreciliğinin” yanında artık pörsümüş ve kimsenin dinlemediği propaganda makinesi için yine de iyi bir malzeme sağlıyor. Bu açıklamalar karşısında “çevrecilik ve benzeri kisveler altında” bir yaygara koparmak istiyorum ama amaçlarım arasında “yatırımların sekteye uğratılması” yok, zira bu bizim değil, emperyalist kapitalist sisteme göbeğinden bağlı Türkiyeli sermayenin derdi olabilir ancak. Teknik detaylarla ilgili daha ilk anda fark edilen garipliklere dair bazı gözlemleri paylaşacağız sadece. Gelecek ay uğrayacağımız propaganda sağanağı öncesi gerçekte olan biteni konuşalım.
Öncelikle Türkiye’nin güneş enerjisinden elde edilen ve toplam elektrik üretimine dair son verileri paylaşalım:
- Türkiye’de elektrik üretimi 2019’da, ekonomik krizin de etkisiyle %0,2 azalışla 304,25 milyar kWh olmuştu. Bunun yaklaşık %44’ü HES’ler dahil yenilenebilir enerjiden. (Kaynak: TEİAŞ)
- Güneş ve rüzgar gibi her an güç sağlayamayan enerji türleri hariç, literatürdeki tabiriyle “güvenilir enerji”den elektrik üretim kapasitesi hali hazırda yıllık yaklaşık 391 milyar kWh. Güneş, rüzgar gibi güvenilirliği düşük kaynaklar dahil tüm kapasite ise yaklaşık 477 milyar kWh. (Kaynak: Makina Mühendisleri Odası analizi)
- Belli bir sürede kullanılan elektrik enerjisi değil de anlık enerji ihtiyacı anlamına gelen kurulu güç kapasitesi ise Haziran 2020 sonu itibariyle 91.946 MW (2008’de 41.817 MW idi). Buna karşın puant (en yüksek) anlık talep ise (ki genelde Ağustos ayında olur) yaklaşık 45 bin MW. (Kaynak: Güneş Enerjisi Yatırımcıları Derneği)
- 2019’da yıllık tüketilen elektrikte güneşin payı %3,31 (10,07 milyar kWh) idi. 2020’de Haziran sonu itibariyle ise elektriğin %3,97’si güneşten üretildi.
- Haziran 2020 sonu itibariyle güneşte toplam kurulu güç ise 6.166 MW’a ulaştı.2 Bunun toplam kurulu güç (91.946 MW) içindeki payı %6,71.
- Türkiye’nin 2025’e kadar önlisans almış ek elektrik üretim kapasitesi artış projeksiyonu 16 bin MW. Üretim kapasitesinde ise güvenilir kapasite 494 milyar kWh’e, toplam kapasite ise 608 milyar kWh’e yükselecek.
Bu veriler ışığında entegre fabrika ve Karapınar GES güneşin elektrik üretimindeki payını %20 artırabilir mi?
Yıllık 500 MW kapasiteli bir fabrika 1000 MW’lık santral için neden 3 yıla ihtiyaç duyuyor sorusu ile başlamak lazım belki. Demek ki fabrika tam kapasiteyle çalışamayacak bir süre. Güneşin mevcut 6.166 MW’lık kurulu güç kapasitesini %20 artırmaktan bahsediliyorsa hemen bu yıl 1.233 MW’lık kurulum yapılması gerekir; zira Karapınar GES’in 1000 MW’lık kurulumu 3 yıl sonra tamamlandığında her yıl artan küçük ölçekli GES’ler hesaba katılırsa %20 artış için gereken kapasite artmış olacaktır. Eğer güneşin yüzdelik payının %20 artışından bahsediliyorsa bu yıl tahmini olarak %3,6 oranında gerçekleşecek güneşin toplam elektrik üretimindeki payının %4,32’ye yükselmesi gerekir. Buna göre, 1000 MW’lık bir güneş santrali, Türkiye’nin güneşlenme süresiyle yılda ortalama yaklaşık 1,54 milyar kWh elektrik üretebilir. Ancak yapılan açıklamaya göre santral yılda 2,5 milyar kWh elektrik üretecek ve 1 milyondan fazla hanenin enerji ihtiyacını karşılayacak. 2019’daki elektrik üretimi olan 304,25 milyar kWh sabit kalsa bile, bu miktarın %4,32’si 13,14 milyar kWh eder. Yani, Türkiye’de başka hiç yeni elektrik santrali kurulmasa bile Karapınar’ın, şu anki 10,07 milyar kWh’in üstünü tamamlaması için 3,07 milyar kWh’lık bir üretim gerçekleştirmesi gerekiyor, 2,5 milyar değil.
Üretilen her bir kWh elektrik için 500 gr CO2 salımı nasıl engellenecek? Yenilenebilir enerjiden kim kazanıyor?
Öncelikle iklim krizine ve ekolojik krize karşı mücadeleyi sadece atmosfere salınan sera gazı miktarını azaltmak üzerinden ele alan bakış açısı, piyasada ucuzlamasıyla birlikte sermayenin gönüllü bir şekilde “yeşil” teknolojilere geçişiyle ve devletlerin yasal mevzuatlarını yenilenebilir enerjinin dağıtık, yani daha ufak kapasiteli ama daha yaygın santraller üzerinden üretilmesi özelliğine uygun hale getirmesi ve bunu iklim kriziyle mücadele ediyormuş gibi göstermesiyle uyumludur. Bu açıdan yenilenebilir enerjiyi daha bütünlüklü ele almak gerekir.
TÜİK’in Nisan 2020’de açıkladığı 2018 yılı verilerine göre Türkiye yılda 520,9 milyon ton karbondioksit eşdeğeri sera gazı salımı gerçekleştirerek dünyada yaklaşık %1’lik payıyla 17. sırada yer aldı. Bunun %35,5’i, yani 184,92 milyon tonu elektrik ve ısı üretiminden kaynaklanıyor. Bahsedilen 500 gr/kWh’lik karbon salımına en yakın enerji kaynağı 490 gr/kWh’lik salımıyla doğal gazlı termik santrallerden kaynaklanır. Yani 1000 MW’lık bir GES’in kendi üretim ve kurulum süreçlerindeki salımları3 dışında Türkiye’de en az kendi kurulu güç kapasitesinde doğal gazlı termik santrali kapatması gerekiyor. Ancak yine MMO’nun Türkiye’de Enerji Görünümü raporuna göre Ocak 2020 itibariyle ilerleme oranı %35’in üzerinde en az 1654,6 MW’lık fosil yakıtlı elektrik santrali yatırımı bulunuyor. Mevcut santrallerin kapatılmasının ise filtresiz santrallerin yeniden açılması örneğinde olduğu gibi düşünülmediği açık.
Esasında bu, yenilenebilir enerjiye kapitalizm içinde geçişin olağan ilerleyişinin bir göstergesi. Sıklıkla “taş devri taşlar bittiği için bitmedi” şeklinde dile getirilen, fosil yakıttan çıkışın piyasa işleyişine ve burada devletin düzenleyici olarak daha fazla rol üstlenmesine bağlı olarak toplam enerji kullanımı artarken yenilenebilir enerjinin oranının peyderpey yükselmesi beklentisinin bugün gerçekleşen hali. İnşaat ve enerjinin aynı şirketler üzerinden yükselmesi, devletin kentsel mekanı, doğal alanları bunların talanına açması ve üretilen mekan ve enerjinin sermayenin istediği buna uygun bir yaşam tarzını da üretmesi, Türkiye’de neden bir enerji planlamasının olmadığının da cevabıdır. Dahası toplum hiçbir zaman bu hızlı dönüşümün öngördüğü alım gücüne ulaşamadığı için devletin tıpkı inşaatta yolcu-hasta-araç geçiş garantileri vermesi gibi enerjide de alım garantileri vermesi sermayeye tipik bir servet aktarım sürecidir.
Enerjinin ihtiyaca göre planlanmaktan çok uzak ele alındığını, elektrik kurulu güç kapasitesiyle ilgili farklı kamu kuruluşları tarafından ciddiyetsiz ve bilimsel temelden uzak hazırlanannın “plan”larda da görebiliriz: Türkiye Ulusal Yenilenebilir Enerji Eylem Planı’nda 2023 hedefi 120 GW ve 2019-2023 Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı (ETKB) Strateji Planı’nda 2023 hedefi (Mayıs 2020’de yayınlandı) 110 GW iken 2020 Ocak itibarıyla lisans verilmiş ve belli bir yüzdede ilerlemiş toplam projelerin stoku 123,2 GW. (Elbette eldeki proje stokunun bu sayıya ulaşamamasındaki en büyük etken yerellerde yürütülen ekoloji mücadelesidir.) Türkiye’nin 11. kalkınma planında 100. yıl hedefi ise güneşte 15 bin MW’a ulaşmak. Kurulan her bir GES, JES, RES’e karşılık bir yerlerde bir fosil santrali kapatılmadığını düşündüğümüzde kapitalizmin üretim anarşisinin yenilenebilir enerjiye geçişi yönetemediğini de görürüz.
MMO raporunun ilgili kısmında Türkiye’nin elektrik üretimindeki doğal gaz-hidrolik payının karşılıklı ilişikisine dair “Elektrik üretimindeki payı 2014’te %47,1 olan, 2016’da % 32,5’e gerileyen doğal gazın payı, 2017 ve 2018’de %36,3 ve %30,3 idi; zira bu iki yılda su gelirleri azaldı ve hidroelektrik üretiminin toplamdaki payı %19,8 ve %19,7’e düştü. Hidroelektriğin toplamdaki payının %29,2 gibi en üst noktaya ulaştığı 2019’da ise doğal gazın payı %18,6’ya düştü. Bu veriler, enerji yönetiminin herhangi bir planı olmadığını göstermektedir. TEİAŞ ve ETKB, yasa gereği uzun dönemli elektrik enerjisi üretim planlaması yapmak zorunda oldukları halde bu yükümlülüklerini yerine getirmemiş ve 2004 yılından bu yana böyle bir çalışma yayımlanmamıştır.” yorumu yapılmaktadır.
Başkent OSB’deki fabrika gerçekten ilk mi? Yerli entegre tesis ne demek?
Erdoğan’ın açıklamasında Ankara’daki fabrikanın ilk yerli entegre fabrikası olacağı söyleniyor. Bu muhtemelen doğru bir bilgi; zira Çinli ortakların desteğiyle 400 milyon dolara mâl olan fabrikada ingot (güneş hücresinin malzemesi olan silisyum kütüğü), wafer (bu kütükten kesilen ince silisyum diski), hücre (wafer’dan üretilen elektrik üreten en küçük birim) ve modül (belli sayıda hücrenin birleşmesiyle oluşan yapı, modüller birleşerek metal ve elektriksel aksamlarının da montajıyla panelleri oluşturur) üretimi entegre bir tesis içinde yapılacak. Ancak 2014’te Denizli’de kurulan Parla Solar fotovoltaik hücre ve güneş panel üretim fabrikası aslında bu alanda ilk olduğunu iddia ediyor.4 Yine GÜNDER Uluslararası Güneş Enerjisi Topluluğu Türkiye Bölümü’nün bildirdiğine göre Türkiye’de panel üretimi yapan 29 yerli, 1 yabancı firma mevcut; ancak bunlar ithal parçaların yerli metal aksamlarla montajını yapıyorlar. Bu firmaların bir kısmı ayrıca EPC (Engineering Procurement and Construction), yani “Mühendislik, Tedarik ve Kurulum” hizmeti veriyor.
Peki, bu entegre fabrikayı Kalyon şirketi ülkenin yenilenebilir enerji alanında yerli üretimi artsın diye mi tercih etti? Hayır, çünkü YEKA ihalelerinin kriterlerinden olan en az %60 “yerlilik” oranının tutturulması için daha önce bileşenleri ithal edilip Türkiye’de sadece montajı yapılan güneş panellerinin bileşenlerinin bir kısmının ülke içinde imâl edilecek olması, yenilenebilir enerji alanındaki mevcut boşluğu eldeki inşaat sermayesinin birikimiyle doldurmak için atılan bir adımdır. Fabrikada üretim yapacak makinaların üreticisi Çinli firmanın esasında sadece belli bir tip güneş hücresi üretimi için bir teknoloji transferi sağladığı göz önünde bulundurulursa Türkiye’de kapsamlı bir enerji planlaması ve temel bilimlerle, mühendislik çalışmalarıyla bütünleşik bir üretim sistemi olmaksızın bu alanda yılda 117 GW’lık panel üretimi yapan Çinli firmalara rakip olunması çok mümkün değildir.
Bugünlerde haberlerde sık sık duyduğumuz 36 ilde 74 farklı noktada gerçekleştirilecek toplamda yine 1000 MW güce ulaşacak mini-YEKA güneş enerjisi santrali proje ihaleleri, YEKA GES-3 projesinin bir parçası olarak, hem de bu kez 15 yıl alım garantisi ile TL üzerinden verilen fiyatlarla gerçekleşecek. Türkiye’de 9 Ekim 2016’da yapılan yönetmelik değişikliğiyle son halini alan, yenilenebilir enerjide kullanılan iki stratejiden biri olan YEKA, kamuya ait büyük arazilerin, enerji santralleri için değerlendirilmek üzere tahsisidir. GES’ler, kapladıkları yere göre ürettikleri enerji miktarı diğer enerji türlerine göre az olduğundan ve güneşlenme süresi yüksek alanlar gerektirdiğinden kamu arazilerinin tahsisi bu enerji türü için kritiktir.
2011’de çıkan yasayla yürürlüğe giren ve Aralık 2020’de sona erecek diğer strateji YEKDEM (Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme Mekanizması) ile lisanssız yenilenebilir enerji santrallerinden dolar paritesi üzerinden alım garantisi veren devlet, bu teşvikin 2016’da kurun yükselmesiyle geri tepmesi sonucu çareyi elektrik faturalarını yükseltmekte bulmuştu. Yani enerji piyasasına yatırım yapan sermayeye bir dönem için avantaj sağlamıştı. Şimdi ise ekonomik krizle birlikte çöken sanayi üretimini korumak zorunda. Bu nedenle YEKA’larda TL üzerinden ihale usulüne geçildi. Yenilenebilir enerji piyasası için ise yine Ağustos’ta yürürlüğe girecek olan YETA isimli elektrik tarifesi hazırlandı. Buna göre tükettiği elektriğin yenilenebilirden sağlanmasını isteyen kullanıcı için özel bir fiyatlandırma öngörülüyor.
Türkiye, Avrupa’da yenilenebilir enerji alanında 2. sırada mı?
2019’da Türkiye’de %29’u HES’lerden olmak üzere elektriğin %44’ü yenilenebilir enerji kaynaklarından üretildi. Enerji alanında çalışan birçok bilim insanı HES’leri yenilenebilir enerji kaynağı olarak görmese de Erdoğan’ın bu istatistiği kullanmaması için bir sebep yok. AB ülkelerinin toplamında ise bu oran %10,8’i HES’lerden olmak üzere %34,6. Buradaki aldatmaca şurada yatıyor: HES’ler dahil edilmediğinde Türkiye’nin yenilenebilir enerji yüzdesi %15’i bulurken nükleer hariç olmasına rağmen Danimarka’nın %47, Almanya’nın %30, İrlanda’nın %28 olmak üzere tüm AB’nin ortalaması %18’i bulmaktadır.
Aslında Türkiye’de 2019’da yenilenebilir enerjinin elektrikteki payının artışındaki en büyük paya sahip hidrolik enerjinin yükselişi, enerjinin sermayeye bir servet aktarım aracı olmasının dışında, Türkiye’nin doğal gazda Rusya’ya olan bağımlılığını azaltma arayışının da bir sonucu. Doğal gaz termik santralinin yüzdesini HES’ler alıyor. Yani, HES’lerle ekosistemler üzerindeki yarattığı tahribatı artık bilinen bir gerçek olan hidrolik enerji dışa bağımlılığı azaltır görünürken ülke içinde sermayeye servet aktarımının başlıca yollarından biri olarak gelişiyor.
“Yerli ve milli” güneş coğrafyanın kaderi mi? ‘Made In Türkiye’ yazılı güneş panellerine Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yer var mı?
Türkiye’nin emperyalist sistem hiyerarşisindeki konumu, onun sanayi ve teknolojideki düzeyinin de bir göstergesi aynı zamanda. ABD ve AB’ye olan mâli ve ekonomik bağımlılık ilişkileri Türkiye’deki sanayi üretimini ihracata dayalı ve ithal ara malına bağımlı kılıyor. Bu durum yenilenebilir enerji teknolojileri bakımından ise henüz iç pazar oluşumunu tamamlamadığı için biraz farklı. Ayrıca, yenilenebilir enerjinin coğrafya spesifik özelliği ve sahip olduğu doğal özellikler sayesinde emperyalist sistemdeki konumunun ötesinde bir avantaja sahip.
Şu an için bileşen parçaların ithalatına dayalı olsa da özellikle güneş ve rüzgarda üretim iç piyasaya yapılıyor. Güneş ve rüzgar yatırımlarının orta-büyük ölçekli şirketler için 4-5 yıla kadar düşen amorti süresi, enerji maliyetini düşürmek isteyen sanayi işletmeleri için bunları tercih edilir hâle getiriyor. Ayrıca lisanssız üretimle ve belediyeler başta olmak üzere kamu kuruluşlarının projeleriyle özellikle güneşin küçük ölçekli kullanımı yaygınlaşıyor.
Salgın sürecinde sıkça dillendiren tedarik zincirlerini yerelleştirme ve üretimde Çin’e bağımlılığı azaltma istemi tüm ülkelerde genel bir eğilim. Türkiye gibi küresel işbölümünde konumunu güçlendirmek isteyen ülkeler için enerji alanı bu eğilimlere özellikle uygun. Fosil yakıtlar için Akdeniz’deki mücadele ve boru hatlarına dair politik gerilimler konunun merkezinde dursa da hızla düşen maliyetleri ve iklim krizi üzerinden oluşan basınca karşı verilecek bir yanıt olması açısından yenilenebilir enerji de giderek önem kazanıyor. Salgınla birlikte düşen yatırımlarla 1980 yılından beri ilk kez dünya genelinde güneş sektöründe düşüş yaşanması beklenirken Türkiye’nin bu ilk fabrika girişimiyle attığı mütevazi adım, onun bölgesindeki politik planlarıyla da ilintili aynı zamanda. Fabrikanın ilk 3 yılın ardından ihracata yönelik panel üreteceğinin belirtilmesi ve bunun için de güneşi bol Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki henüz doygunluğa ulaşmamış pazarın işaret edilmesi bu planların bir parçası.
Ancak GÜNDER Başkanı Kutay Kaleli’nin, “Hücre fiyatlarının gelecekte daha da düşebilme ihtimaline karşı, yüzde 60’lık yerlilik oranının tutturulamama riskini halen mevcut görmekteyiz.” şeklinde ifade ettiği Türkiye’nin Çin firmaları ile maliyet açısından yakın gelecekte rekabete giremeyecek olması özellikle güneş yatırımlarındaki amacın iç piyasadaki farklı sermaye grupları arasındaki rekabette yapılan tercihlerle ilgili olduğu anlamına gelirken fabrikayla ilgili açıklamaların içi boş propagandadan öte bir şey ifade etmediği anlamına geliyor.
Fas ve Tunus’ta güneşten elde edilen enerjinin Avrupa’ya taşınması için planlanan 400 milyar dolarlık projeyle ilgili Cezayirli ekolojist Hamza Hamouchene, projeyi savunan Avrupalı çevrecileri yeni-sömürgecilikte suçlamıştı. Hamouchene; “Sahara, seyrek nüfuslu; Avrupa’ya elektrik sağlamak için altın bir fırsat oluşturan geniş boş bir arazi olarak tanımlanıyor; böylece abartılı tüketime dayalı yaşam tarzına ve savurgan enerji tüketimine devam edilebilir. Bu, sömürgeci güçlerin, uygarlaştırıcı görevlerini meşrulaştırmak için kullandıkları aynı dil. Ve ben, bir Afrikalı olarak, ne yazık ki bu tür mega projeler ve çoğunlukla ‘iyi niyetli’ nedenler kisvesi altında uyguladıkları vahşi sömürü ve düpedüz soygun hakkında epey şüpheliyim”, diyordu 2017’de yazdığı bir yazıda.
Yabancı yatırımcıya aç Türkiye ekonomisi, uzun vadeli teknolojik atılım yaparak bağımlılığı azaltmaktansa kısa vadeli kâr ve kaynak için sahip olduğu güneş potansiyelini bu tür mega projeler için kullanmak isteyebilir. Yenilenebilir enerji için coğrafyanın sunduğu imkân tam tersi bağımlılığı artırıcı bir işlev görebilir.
Peki bu tekil örnek üzerinden Türkiye’de yenilenebilir enerjiye geçişte adil dönüşümün imkanlılığı üzerine ne söylenebilir?
Adil dönüşüm deyince ilk akla gelen fosil santrallerinin yenilenebilir enerji santralleriyle yer değiştirmesinde fosil yakıtlı santralde çalışan işçilerin haklarının korunması ve yeni iş kolu için eğitimi, Türkiye’de süreç inşaat sektöründeki şirketlerin aynı zamanda enerji yatırımı yapması nedeniyle farklı işlemektedir. Özellikle son 2 yılda inşaat sektöründeki büyük daralmayla burada yaşanan kitlesel işsizliği bu şirketlerin yenilenebilir enerji inşaatlarına yönlendirmesi düşünülebilir. Ancak örneğin YEKA GES-3 kapsamında 74 ayrı bölgede kurulumlarda çalışacak iş gücü ihtiyacı 5 bin dolaylarında olacak. Üstelik bunların çok büyük bir kısmı yine inşaat süresiyle kısıtlı bir süre için istihdam edilmiş olacak.
Yine, Türkiye’de mevcut siyasal atmosferde, iktidar bir başka burjuva düzen partisine geçse bile, bir “Yeşil Yeni Düzen” (YYD) programı nasıl olur diye düşünmek istesek elektrikteki bu plansızlıkla el ele yürüyen devlet teşvikini gözümüzün önüne getirmemiz gerekir.
YYD’nin öngördüğü devletin enerjide geçişin yürütücüsü olması konusu hali hazırda Türkiye’de işleyen bir süreç esasında. Hatta, devletin bu yürütücü rolünün yenilenebilir enerjiye geçişi yavaşlattığını savunanlar bile var. Solarbaba platformu kurucusu Ateş Uğurel salgın döneminde verdiği söyleşide devletin henüz izin vermediği bir durumla ilgili şöyle diyor: “Bu (güneş enerjisi yatırımcısı büyük firmalar) da, bizim gündeme getirmeye çalıştığımız, yenilenebilir enerji tedarik anlaşmalarını, ikili sözleşmeleri gündeme getiriyor. Yani ben Konya’da hiçbir destek almadan, kendi mali kaynaklarımla bir güneş enerjisi santralı kuruyorum; İstanbul’da bir fabrika da kendisi için ucuz ve temiz olan bu enerjiyi almak istiyor ve biz kendi aramızda, mesela 10 yıllık, bir anlaşma yapıyoruz. Farkındaysan burada ne bir destek var, ne de devlet var. Tamamen serbest piyasa koşulları geçerli.”
Elbette buna izin verilmemesinin sebebi tamamıyla AKP döneminde özelleştirilen elektrik dağıtım hizmetini üstelenen şirketlerin baskısı. Dağıtım hatlarını satın alan şirketler, buraya en az 30-40 yıllık yatırım yaparken dağıtımın tekelinden çıkmasına izin vermek istemeyecektir elbette. Söyleşinin devamında Uğurel, kimsenin zarar görmemesi için şu an GÜYAD Güneş Enerjisi Yatırımcıları Derneği, GENSED Güneş Enerjisi Sanayicileri Derneği, GÜNDER Uluslararası Güneş Enerjisi Topluluğu Türkiye Bölümü olarak üç farklı yapıda örgütlenen güneş enerjisi sermaye gruplarının tek ses olarak dağıtım şirketlerinin karşısına çıkmasını öneriyor. Böylece, adil dönüşümün anlamını bu şekilde “sermayeler arası adil dönüşüm” olarak revize etmiş oluyor. İşçi sınıfının adı, adil dönüşümde bile en fazlasından serbest piyasada belirlenen elektriğin ucuzlaması beklentisiyle alım gücü üzerinden geçmiş oluyor.
Yenilenebilir enerjiye geçiş devlet teşviki öncülüğünde mi, yoksa yenilenebilirin artık en az fosil kadar ucuzlamasıyla serbest piyasa koşullarıyla mı olacağının esasında bir önemi yok. Bu geçişin durduk yere bir talep değil iklim krizinden kaynaklanan bir zorunluluk olduğu bir an bile akıldan çıkarılmamalı. İklim krizinin işaret ettiği 2030, 2050 gibi yıllara kadar tamamen fosilden çıkılması şart. Türkiye gibi elektrik atıl kapasitesi 10-20 yıl boyunca yeni kapasite artışını gerektirmeyecek bir ülkede geçiş, fosil ve yenilenebilirin el ele büyüyerek göreceli olarak oran değiştirmesiyle değil, enerji arzında güvenilirliği garanti ederek fosil santrallerin hızla kapatılması ve yenilenebilirin uzun vadeli planlanmasıyla gerçekleşebilir. Sermayenin giderek doğrudan bir temsilcisi olmasının ötesinde, emperyalist kapitalist sistemin yapısına ve oradaki rekabete göbekten bağlı burjuva devlet tekelinde böyle bir geçişi gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır. İklim krizini bir yatırım kriteri olarak alması eşyanın tabiatına aykırı olan burjuva devletten bunu bekleyenler, bugün sanki sosyal demokrat bir hükümet olsa her şey değişebilirmiş yanılsamasıyla büyük bir kafa karışıklığı yaratıyorlar. Yenilenebilir enerjiye geçiş için de, adil dönüşüm için de durumu değiştirecek tek şey elbette devrimci bir dönüşüm sürecidir, devrimdir. O noktaya kadar olan bugünkü süreç, yenilenebilir enerjiye yapılan yatırımlar bize bir zemin sunacaktır, ama iklim krizine çözüm olmayacaktır. Hele de Orta Doğu monarşileri, dünyanın üretim üsleri Çin, Hindistan ve diğerleri, her ülke için ayrı düşünülürse dünya çapında fosil yakıttan tamamen çıkışın büyük tarihsel bir eylemi gerektirdiği daha açık görülecektir.
Ağustos’ta artık çok da izlenmeyen ekranlarda bolca göreceğiniz güneş enerjisinin ne kadar güzel bir şey olduğu, iktidarın ne kadar çevreci olduğu ve şirin sermayedarların bizi iklim krizinden kurtarmak için ne kadar çabaladıklarına dair haberlere karşı şimdiden uyarmış olalım ve bu bahsi şimdilik kapatalım.
1 “Konya Karapınar Güneş Enerjisi Santrali, inşaat sürecinde 800, operasyona başladığında ise 100 kişiye istihdam sağlayacak. Bir ucundan diğerine 12 kilometrelik uzunluğa sahip santralde, yaklaşık 3,5 milyon güneş paneli kullanılacak. 22 bin hektarlık alana kurulacak olan santralin büyüklüğü 14 bin 386 futbol sahasına eşdeğer olacak.”
2 Bu kurulu gücün 174,7 MW’ı 18 santralde lisanslı, 5.977,3 MW’ı ise 7062 santralde lisanssız elektrik üretim santrallerinde. Güneş dışındaki diğer enerji kaynakları dahil toplam 6450 MW olan lisanssız elektrik üretiminde güneşin payı %92,3. Buna göre Nisan 2020’de satılan lisanssız elektriğe ödenen paranın %97’si yine güneş santrallerinden. Lisanssız elektrik üretimi için daha önce 1 MW olan üst sınır, Mayıs 2019’da yapılan değişiklikle 5 MW’a çıkarıldı.
3 Güneş paneli üretiminden kaynaklanan sera gazı, 4 MW’tan büyük ölçekteki santraller için yaklaşık 38 gr/kWh, Karapınar GES’te kullanılacak monokristal güneş hücrelerinden oluşan paneller için yaklaşık 60 gr/kWh’tir. Her farklı coğrafyadaki farklı güneşlenme süresine göre bu değerler Türkiye için ayrıca hesaplanmalıdır. (Kaynak)
4 Parla Solar’ın sitesinde “Türkiye’de ilk ve tek yerli teknolojisiyle üretilen güneş hücresini üreten Parla Solar, yenilenebilir enerjide yerli sanayi zincirinin oluşturulması noktasında hizmet vermektedir. 2014 yılından bu yana Türkiye’nin en büyük güneş paneli üretim tesisi olarak faaliyetlerini sürdüren Parla Solar, fotovoltaik güneş panelleri üretimi yapmaktadır.” denmektedir.