Bu makale, Andreas Malm’ın ödüllü kitabı Fosil Sermaye: Buhar Enerjisinin Yükselişi ve Küresel Isınmanın Kökenleri’nden kısaltılarak hazırlanmıştır.
Şu an en büyük umudumuz, akışa hemen geri dönmek. CO2 salımlarının sıfıra yaklaştırılması gerekiyor: Herhangi bir salım üretmeyen bazı enerji kaynakları Dünya’yı dokunulmamış coşkulu bir ışıltıyla yıkıyor. Güneş, sadece bir saatte insanların bir yılda tükettiğinden daha fazla enerjiyi gezegenin üzerine salıyor. Farklı bir ifadeyle, güneş ışığının Dünya üzerine düşen oranı, insanların yakalayabildiği mevcut tüm enerji akısından yaklaşık 10.000 kat daha yüksektir, elbette bu tamamen teorik bir potansiyel, ancak uygun olmayan yerler hariç tutulsa bile geriye bir yıllık tüketilen fosil yakıt stokundan bin kat daha büyük bir güneş enerjisi akışı kalıyor.
Sadece rüzgarın akışı bile dünyaya güç verebilir. Doğrudan güneş ışınımının aşırı büyük kapasitesi ile karşılaştırılacak kadar değil ancak teknik olarak mümkün enerji tedarik miktarının, mevcut enerji talebinin bir ila yirmi dört katı arasında olduğu tahmin edilmektedir. Diğer yenilenebilir kaynaklar – jeotermal, gelgit, dalga, su – da önemli katkılarda bulunabilir, ancak bunlar güneş ve rüzgârın vaat ettiklerinin gerisinde kalmaktadır. Eğer akarsu kaynakları fosil ekonomisinden önce akışın ana kaynağını oluşturduysa, ışık ve hava onun ardından bu görevi devralabilirdi.
AKIŞA GEÇİŞ
Kaynağını doğrudan Güneş’ten alan ve biyosferin içinden akıp geçen tüm bu enerji kaynaklarına, yani akışa geçiş ne kadar hızlı uygulanabilir? Amerikalı araştırmacılar Mark Z. Jacobson ve Mark A. Delucchi, bugüne kadar yapılan en kapsamlı çalışmada, 2030 yılına kadar tüm yeni enerji tedarikinin rüzgar, güneş, jeotermal, gelgit ve hidroelektrik kurulumlarından elde edilebileceğini öne sürüyorlar. Üretim kabiliyetlerini ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yönlendirerek dünya, kömürle çalışan – hatta nükleer ile- bir enerji santrali, havagazı fabrikası, içten yanmalı motor veya benzin istasyonu daha inşa etmek zorunda kalmayacaktır. Bir yirmi yıl daha sonra, stoklara dayalı eski ekipmanların tümü devre dışı bırakılabilir, böylece 2050 yılına kadar tüm dünya ekonomisi – imalat, nakliye, ısıtma: her şey – yenilenebilir elektrikle çalışır, güneş ve rüzgar bunun kabaca yüzde 90’ını sağlayacaktır. Bu iş zaten geliştirilmiş teknolojiler tarafından yapılabilir.
Gerçek dünyada, akış her yıl üstel olarak artan rüzgar ve güneş enerjisi sonucu bir tür patlama yaşıyor gibi görünüyor. Finansal krize rağmen, küresel rüzgar enerjisi kapasitesi 2009 yılında yüzde 32 oranında artmış; güneş panelleri olarak da bilinen fotovoltaikler için ise bu rakam yüzde 53’e ulaşmıştır. Nisan 2014’te sona eren on sekiz aylık sürede, ABD’de önceki otuz yıldan daha fazla güneş enerjisi kurulumu yapıldı; 2013’te, Massachusetts ve Vermont’ta elektriğin mevcut kapasiteye ek olarak yeni üretilen kısmının yüzde 100’ü güneşten gelirken, Çin herhangi bir ülkede bir yıl içerisinde yapılandan daha fazla fotovoltaik kurdu.
Buna rağmen akış, fosil deryasına bir damla olarak kaldı ve bariz bir şekilde emisyon patlamasını azaltmada hiçbir işe yaramıyordu. 1990 ile 2008 arasında – ilk IPCC raporundan dördüncü rapora – dünya ekonomisinde yenilenebilir enerjiden 57 kat daha fazla fosil güç devreye girdi; 2008 yılına geldiğimizde rüzgar birincil enerji arzının % 1.1’lik gayet önemsiz, fotovoltaikler ise % 0.06’lık mikroskobik bir kısmını oluşturuyordu; hidroelektrik hariç, yenilenebilir kaynaklar elektriğin yalnızca yüzde 3’ünü üretiyordu. 2013 yılında dünya ekonomisine diğer yakıtlardan daha fazla kömürden enerji girmiştir. Bu nasıl olabilir? Neden insanlık, fosil ekonomiden çıkıp akışı temel alan bir yaşama doğru koşmuyor? Hangi engeller yolunu kapatıyor?
Birincil şüpheli fiyatlar: basitçe, fosil yakıtlar daha ucuza kalıyor. Ve gerçekten de yeni bin yılın on yılı geride kaldığında, yenilenebilir kaynaklar halen geleneksel dayanaklardan ortalamada daha maliyetlidir. Ancak bu fark hızla kapandı. ABD’nin pek çok yerinde, karada esen rüzgar çoktan fosil enerjiyle kafa kafaya geldi, türbinlerin fiyatı otuz yıl boyunca yılda yüzde 5 oranında düştü. Fotovoltaiklerinki bundan iki kat daha hızlı düştü. 2014 yılında, sadece üç yılda yüzde 60’lık bir düşüşün ardından, güneş panelleri 1975’tekinin yüzde birine mâl oluyordu. On dokuz bölgesel ve ulusal pazarda, sübvansiyonların desteği olmadan geleneksel kaynakları yakaladıkları ya da geçtikleri anlamına gelen “şebeke denkliğine” ulaştılar.
Fosil enerjiye 2013’te yenilenebilir enerji kaynaklarına yapılandan altı kat daha büyük olan ve hiçbir düşüş belirtisi göstermeyen devlet sübvansiyonları olmasaydı güneş ve rüzgar göreceli olarak daha düşük fiyatlara sahip olabilirdi. Fosil yakıtların piyasa fiyatına iklim değişikliği, hava kirliliği, ölümcül kazalar ve diğer “dışsallıklar” dahil edilseydi, hiç şansı kalmazdı.
Akışın fiyatlarındaki süregelen büyük düşüş, temelde onun yapısının bir işlevidir: yakıt zaten oradadır, almak için ücretsiz durmaktadır, Marx’ın diliyle söylemek gerekirse “doğanın armağanı” ya da Gratisnaturkraft‘ıdır. Değişim değerine sahip olan tek şey, yakıtın enerjisini yakalama, dönüştürme ve depolama teknolojisidir ve tüm teknolojiler gibi, ölçek ekonomisine tabidir: seri üretim panellerin ve türbinlerin maliyetlerini düşürür. Fotovoltaik tesislerin kümülatif hacmi her iki katına çıktığında, piyasa fiyatları kabaca yüzde 20 azaldı.
Dahası, performansı arttırmak ve maliyetleri düşürmek için sayısız potansiyel vardır. İklim tartışmasının iyimserlikle ve ütopyaya yakın bir hararet ve hevesle dolu belki de tek alt alanında uzmanlar hem güneşin hem de rüzgârın 2025’ten önce fosil yakıtlardan daha ucuz olacağını tahmin ediyorlar. Kömür, petrol ve doğal gazın yalnızca temiz alternatiflerinden çok daha pahalıya mal olmaları sebebiyle yer altında bırakılacağı bir “fosil yakıt tepe noktası”na yaklaştığımıza dair söylemler gündemde.
GRATISNATURKRAFT’IN KEDERİ
Şimdi, düşen fiyatların güneş ve rüzgar için kusursuz bir nimet olması gerektiğini hayal etmek kolaydır. Ne yazık ki, sonuç o kadar kolay ve doğrudan olmuyor.
Yirmi birinci yüzyılın başlarında, güneş enerjisi endüstrisindeki en büyük oyunculardan ikisi, her ikisi de bu yeni keşfedilmiş eğilimlerini büyük bir halkla ilişkiler etkisine tahvil etmek üzere kullanan BP ve Shell idi. BP kendini “Beyond Petroleum” (Petrolün Ötesinde) diye yeniden adlandırıyor, Shell “yeni enerji geleceğine” olan inancını dev iki sayfalık ilanlarla ortaya koyuyordu. Bir süre, bu petrol devleri dünyanın en büyük ikinci ve dördüncü güneş paneli üreticileriydi, görünürde dev kaynaklarını sektörde kullanmaya kararlıydılar, tam da genişlemek için ihtiyaç duydukları şeydi bu.
Ancak 2006 yılında, Shell güneş iştirakini sattı. 2008’de, dünyanın en büyük açık deniz rüzgâr çiftliği olması planlanan London Array’den çekildi ve ertesi yıl şirket bu girişimden tamamen çekildiğini açıkladı: Güneşe veya rüzgâra daha fazla yatırım yapılmayacaktı. Neden? “Portföyümüzdeki diğer yatırımlarla rekabet etmekte zorlanmaya devam ediyorlar” – ki bunlar petrol ve doğal gaz – diye belirtiyordu sözcü Linda Cook. BP güneş paneli fabrikalarını yavaş yavaş kapattı, 2011’de güneşten “para kazanamadığından” şikayet ediyordu ve iki yıllar sonra, Shell’in gittiği yolu takip etti: “Güneşte havlu attık. Güneş enerjisinin uygulanabilir bir enerji kaynağı olmadığından değil, ancak 35 yıl boyunca çalıştık ve bundan gerçek anlamda hiçbir zaman para kazanmadık” diye açıklıyordu CEO Bob Dudley bu durumu, şirket ABD’deki tüm rüzgar sermayesini iyi bir fiyata elden çıkarmaya devam etti.
Daha spesifik olarak, her iki şirket de güneşten çekilmelerini panellerdeki sert ve ani fiyat düşüşlerine bağladılar. Yakıtı çıkarıp piyasaya satamadıkları için, kendiliğinden genişleyen değere tabi olan tek şey teknolojiyi üretmek olacaktı; ancak kazanç marjları, herhangi bir kâr kalana kadar yıldan yıla daralıyordu, ki bu da ana işlerinde eşdeğeri olmayan bir eğilimdi. “BP onu [güneşİ] kârlı hale getiremedi. Sanayiye ayak uyduramadılar ve buraya ayırmaları gereken sermaye payı hoşlarına gitmedi. Petrol varil başına 100 dolar olduğunda, yönetim kurulu kazançlarını maksimize etmek için yaptıkları şeye odaklanmış olarak kalmak istedi” diye hatırlıyor kararın arkasındaki gerekçelendirmeyi BP Alternative Energy’nin eski bir stratejisti: işin içinde kâr yapmak için bulunan birisi için istikrarlı ve yüksek fiyat, düşük ve düşmekte olandan daha iyidir.
“Petrol piyasasında, fiyatlar döngüsel olarak artar ve azalır. Güneş enerjisi fiyatı ise sadece tek bir yöne gidiyor, aşağı” diye acıklı bir şekilde yakınıyor faaliyette olmayan Shell Solar’ın eski bir yöneticisi ve stoğa dayalı sonsuz sabit sermaye durumunu tekrar ortaya koyuyor: “Petrol şirketleri otuz yıl boyunca çalışması gereken tesislere yatırım yaparlar, öte yandan bir güneş enerjisi üretim tesisine yapılan yatırım beş yılda rekabet edemez hale gelir. Bu, petrol şirketlerinin heveslerini kursaklarında bırakıyor.”
Ancak müzmin petrol şirketleri, ucuz ve giderek çok daha ucuz olma yolundaki akıştan uzak durmada tek değil gibi görünüyor. 2012 yılında Siemens, dalışa geçen fiyatlardan dolayı güneş enerjisi faaliyetlerini donduracağını açıkladı; Bosch aynı yönde gitti; Almanya’da halka açık ilk güneş enerjisi şirketi olan Solon iflas etti. Daha çok ses getiren bir ölüm, Çin’deki panel üreticileriyle rekabete dayanamayan Kaliforniya güneş enerjisi şirketi olan Solyndra’nın ölümüydü: Önce Alman pazarında tetiklenen, ardından mali kriz sonrasında devlet kredileriyle süren, seri üretimde kusursuzlaşan Çinli panel fabrikaları kapasitelerinin üstünde gelişti. Bu, şu an hiç olmadığı kadar güneş enerjisine ihtiyaç duyan bir tür için başka bir nimet gibi gözükecektir, ancak aksine endüstriyi sarstı, temerrüde düşmüş bir şirketin eski yöneticisinin intihar ettiği Çin’de de dahil olmak üzere, bir dizi iflası tetikledi ve AB’yi her renkten kapitalistin iştahını mahvedecek ithalat vergileri uygulamaya yöneltti.
2011’deki zirveden 2013 yılına kadar, yenilenebilir enerjiye küresel yatırımlar yüzde 23 oranında düştü. Avrupa’da, bu rakam çarpıcı bir şekilde yüzde 44 oldu. Güneş tökezledi; rüzgar daha dayanıklı olduğunu kanıtladı; spekülatif risk sermayesi ve özel sermaye şirketleri, bıçak gibi keskin sınırlardan kurtuldu, sektöre katılımları 2005 seviyelerine geriledi. Hükümet harcamaları olmasaydı, – ki hala yükseliyor, ancak fark edilmeyecek düzeyde – düşüş daha da keskinleşmiş olacaktı.
Fotovoltaik ve türbinlerin fiyatları hiç oladığı kadar hızlı düştüğü için, bu yıllar yine de aktif kurulu kapasitelerin artışına tanık olurken Bloomberg Yeni Enerji Finansmanı gibi bir aktöre kısıtlı bir teselli sundu: “Yatırımdaki düşüş, sanayi için ve enerji sistemlerinin dekarbonizasyonuna dolar taahhütlerini artıran yatırımcılar ve finansörler görmeyi umanlar için hayal kırıklığı yarattı.” Bir başka deyişle, sermaye, birçoğunun beklentisinin aksine, enerji geçişiyle uğraşmadı. Buna çoğunlukla, akıştan elde edilen enerjinin iklim değişimini yavaşlatan toplumsal kullanım değerinin paha biçilemez şekilde yükselmesi ve aynı zamanda değişim değerini çok büyük oranda kaybetmesi sebep oldu.
LAUDERDALE PARADOKSUNU AŞMAK
Bu trendlerin devam edip etmeyeceğini söylemek için henüz çok erken, ancak burada “Lauderdale paradoksunun” bir versiyonunun ana hatlarının farkına varıyoruz: Işık ya da hava gibi yaşamsal bir gereksinime bağlı değişim değeri ne kadar düşükse sermaye bunu piyasa için bir meta olarak üretmeye o kadar az ilgi gösterecektir. Veya, akıştan elde edilen enerjinin fiyatı, yakıtın sıfır maliyetine ne kadar yaklaşırsa, kâr yapma olasılığı o kadar az ve özel yatırımlar o kadar yetersiz olacaktır. Bunu doğru kabul edersek, kapitalist mülkiyet ilişkileri temelinde güneş ve rüzgâr potansiyelinin gerçekleşmesi, bir noktada, bir diğer kendi kendinin altını oyan içe dönük bir girişim olacaktır.
Akışın hem zamansala hem mekânsala bağımlı doğası, fosil sermayenin ilkel birikimi kadar kazançlı olacak hiçbir şeye izin vermez: yakıtı ayrı bir odada gizlenmediğinden, aksine herkesin dalından koparıp alacağı bir meyve gibi boşlukta sallanıp dururken üretiminden çıkarılıp alınacak çok az artık değer vardır, enerji kaynağının yeri ile sermaye ve emek arasındaki uçurumun yeniden üretilebildiği tüketicilerin yeri arasında bir boşluk yoktur. Bazılarına göre, res communes (ortak komünler) rahatsız edici olarak kalır. Dolayısıyla, genel bir aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık durumunun geçişi dondurduğu görülür (ya da sıklıkla ve oldukça uygun bir şekilde ifade edildiği üzere, çıkışı). Bu durumdan çıkmayı başaracaksak, akışın somut doğası ya da komünist eğilimiyle uyumlu olacak şekilde, toplumsal ilişkilerin daha komünal bir yönde ilerlemesi zorunlu gibi görünüyor.
Su, ışık ve hava komünleri (res communes) Blackstone ile hâlâ “sürekli hareket ve durmaksızın değişim halinde” veya bir Fransız hukuk akademisyeninin sözleriyle “muğlak ve kaçak bir nitelikte”. Bu doğal güçleri yakalamak bugün teknik olarak uygulanabilir görünüyor, ancak bugüne kadar görülmemiş bir düzeyde planlama ve koordinasyon şartları altında.
Burada akılda tutulması gereken ilk şey, herhangi bir geçişin normalin dışında bir ölçekte yatırım gerektirmesidir. Uzun vadede daha ucuz elektrik üretebilse de, akışı yoğunlaştırmaya yönelik teknolojiler ancak yüksek başlangıç maliyetlerinde devreye alınabilir. Rakamlar etrafta uçuşuyor – Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), dünyanın yenilenebilir enerjilere geçmek için 2050 yılına kadar yılda 1 trilyon dolar harcaması gerektiğini söylüyor – ancak nasıl hesaplanırsa hesaplansın, ihtiyaç duyulan yatırımların muazzam büyüklükte olduğu ve sermayenin buna vesile olmayacağı açık: 2012’deki toplam harcama, IEA tarafından öngörülen seviyenin üçte biri kadardı. Kararlar özel aktörlerin elinde kaldığı sürece tüm göstergeler “iş işten geçtikten sonra”ya kalınacağını işaret ediyor.
Para konusunda bir eksiklik olduğundan değil: dünya finans aktörlerinin emrinde yüzlerce trilyon dolar var. Riskli projelerden çekindiklerinden değil: servetleriyle en tehlikeli spekülasyonlarda kumar oynamaya hazırlar. Bunun yerine, İsveçli araştırmacılar Robin ve Staffan Jacobsson’un iddia ettiği gibi, finansallaşmanın dinamikleri, özel yatırımcıları bir geçiş için para kaynağı sağlamaya tamamen elverişsiz hale getirdi, anlık kârın peşinde sürdürülen kovalamaca onları bir süper güç şebekesinden veya açık deniz çiftliğinden daha da uzaklaştırdı. Ortalama bir hisse senedinin kime ait olduğu sadece yirmi iki saniyede bir değişiyorsa niçin çok az miktarda garantilenmiş gelir sunan akıştan faydalanmak için uzun vadeli projelerin altına imzalarını atsınlar?
Yanılsamaları bir kenara bırakan Jacobssonlar, devletlerin ellerine iki tane balyoz almasını öneriyorlar: finansal sektörün tamamen yeniden yapılandırılması ve büyük borç verme kapasitesine sahip kamu yatırım bankalarının kurulması. Böylelikle altyapı sıfırdan inşa edilebilir.
PLANLAMANIN KAÇINILMAZLIĞI
Devletler tek başına yatırımları üstlenmeye hazırsa, zorunlu kararları da devletler ve belediyeler gibi diğer kamu otoriteleri tek başlarına alabilirler. Ancak Naomi Klein’ın ayrıntılı olarak belirttiği gibi, neoliberalizmin tüm mantığı böyle bir geçişin temel şartlarına aykırıdır: yatırım için kaynaklar yerine, giderek daha fazla içi boşalan halkın kasasına elimiz atarız; müdahalenin tam tersi, devletler sistematik olarak piyasaları serbest bıraktı; sadece nüfuzlarını genişletme düşüncesinden tiksintiyle uzaklaşarak, sektörleri birbiri ardına özel sermayeye terk ettiler. Bilim insanlarının küresel ısınmanın büyüklüğünün ayırdına varması ve elbette neoliberal hipnoz altında tam da kendi kendini yöneten piyasaya müdahale etme fikrine boyun eğen hükümetler gibi sert bir radikal değişim çağrısı yapmaları gerçeği, gerçekten de iklim zamansallığının başka bir önemli yönü, “epik bir kötü tarihsel zamanlama örneğidir.”
Bu görüşler daha az radikal olan düşünürler tarafından paylaşılmaktadır. Yenilenebilir kaynaklara bir U dönüşü, yalnızca Jacobson ve Delucchi’nin ihtiyatlı sözleriyle ifade edilirse “geleneksel ekonomik teşviklerin ötesindeki uyumlu sosyal ve politik çabalar” yoluyla gerçekleştirilebilir. Komünizme sempati duyması nedeniyle nadiren suçlanan Anthony Giddens bile, devletin iktidar gücünün “küresel ısınmaya karşı ciddi bir etki yaratılmak isteniyorsa çağrılması gerektiğini” kabul ediyor: “öyle ya da böyle bir biçimde planlamaya dönülmek zorunda” olduğunu açıklıyor. Sovyetler Birliği’nde, beş yıllık planlar genellikle hedeflerini tutturamadılar; bizim böyle olmayan planlara ihtiyacımız var. Başka alternatif yok: planlama “kaçınılmaz”dır. Ekonomimizde hâkim olan herhangi bir paradigmanın izin verdiğinin ötesinde çok daha derin bir müdahale gereklidir ve iklim değişikliğinin alarm boyutu, yani zaman tamamen dikkate alındığında daha da derinden makas vurulmalıdır.
Atmosfere ne kadar çok CO2 salınırsa, küresel ısınmayı sınırlamak için kapsam o kadar küçük kalır. Hepimiz çoktan 2 derece hedefinin güç alanı dahilindeyiz, bu hedefi küresel ısınmanın tehlikeli eşiği olarak değil, pozitif geri bildirim mekanizmalarının her tarafı yerle yeksan edebileceği tehlikeli ve aşırı tehlikeli arasındaki bir sınır olarak görün. En azından bir düzene sahip medeniyeti sürdürme konusunda makul bir şansa sahip olmak için, ortalama sıcaklık yükselişini bu çizginin altında tutmalıyız; ancak, yirmi birinci yüzyılın başlarında ortaya çıkan emisyon patlaması, iklim sistemlerini bu çizgiye tehlikeli bir şekilde yaklaştırdı. 2 derecenin altında kalmak için elimizde bulunan karbon bütçesi tüketilme sürecinde: küresel emisyonlar 2014 seviyelerinde kalırsa, otuz yıl içinde tamamen tükenecek.
Ancak, emisyonlar elbette hızlı bir şekilde artıyor; mevcut projeksiyonlar, yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılı boyunca yüzde 3’lük bir büyümenin devam ettiğini göstermektedir. Bir manevra savaşı için bir alan oldukça dar da olsa hâlâ var. En son bilimsel konsensüse göre, küresel emisyonların 2020’den önce zirve yapması ve ardından yılda en az yüzde 3 oranında düşmesi gerekecekti (şu anki emisyon artış hızıyla aynı tempoda), emisyonlardaki patlama emisyonlardaki kesintiler seline çevrilecek, işlerin aynı tas aynı hamam gidişi tamamen tersine çevrilecekti. Peki ya tepe noktası 2020’den sonra, belki de on veya yirmi yıl sonra gerçekleşirse? Bu durumda, herhangi biri hâlâ 2 dereceyi hedeflemeye cesaret ederse, emisyonların daha da acımasızca kesilmesi gerekecektir. İklim değişikliğinin yıkıcı, değişmez aritmetiği budur.
SAVAŞ EKONOMİSİNE Mİ DOĞRU?
Bu durum diğer herkeste olduğu kadar marksistler üzerinde de bir baskı oluşturur. “Tek çözüm – devrim” ya da daha az kısaltılmış haliyle “iklim değişikliğiyle mücadelede sosyalist mülkiyet ilişkileri gereklidir” hattında geliştirilen herhangi bir argüman artık savunulamaz durumdadır. Geçtiğimiz iki yüzyıldaki deneyimler, sosyalizmin ulaşılması oldukça azap verecek şekilde zor bir durum olduğunu gösteriyor; onu 2020’den önce dünya ölçeğinde inşa etme ve daha sonra emisyonları azaltmaya başlamayı öneren herhangi bir teklif yalnızca gülünç değil aynı zamanda kayıtsız bir teklif olacaktır. Zamanın bu anında, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin iklimsel tahribatına ilişkin bir sorgulamaya gitmenin amacı yalnızca, bir geçişi engelleyenin ne olduğuna dair gerçekçi bir değerlendirme olabilir. Engeller gün geçtikçe daha da büyüyorlar.
Ancak iklim değişikliğinin zamanlaması devrimcileri biraz pragmatik olmaya zorlarsa, başkalarını da devrimci önlemleri düşünmeye zorlar. Diyelim ki fosil ekonomisinin sökülmesine atmosferdeki CO2 konsantrasyonunun günümüzdeki gibi 400 değil de milyonda 355 parça olduğu 1992’de UNFCCC’nin (BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) imzalanmasından sonra başlanmış olsaydı, yapılması gereken numara en azından teorik olarak piyasanın bazı nazik dürtüklemeleriyle gerçekleştirilebilirdi, biraz vergi şuraya, biraz gümrük oraya, bazı indirimler elektrik araçlarına, vb. Ancak erteleme ne kadar uzarsa, başladığında yıkım o kadar hararetli olur.
Eğer küresel emisyonlar yılda yüzde 3 oranında azalacaksa, zengin ulusların azaltımının, gelişmekte olan ülkelere yer açmak için yüzde 5 veya 10 veya daha fazla oranda olması gerekebilir. Azaltım senaryoları konusunda uzman olan Kevin Anderson’a göre, emisyonlar 2045’ten önce sıfıra düşerse insanlık yüzde 50’lik bir 2 derecenin altında kalma şansını elinde tutabilir, ancak daha sonra “uçmak, araba kullanmak, evlerimizi ısıtmak, cihazlarımızı kullanmak, yani temelde yaptığımız her şeyin, karbon sıfır olması gerekir, ve altını çizmek gerekir ki sıfır karbon sıfır karbon anlamına gelir.” Salımları bu büyüklükte kesmenin tarihte bir emsali yok. Sovyetler Birliği’nin çöküşü rekor kırmıştı, 1990’larda birkaç yıl boyunca emisyonlar yüzde 5 düştü. Öyleyse, böylesine son bir gayret nasıl başarıya ulaştırılabilir?
Anderson malumun ilanını yapıyor: piyasa bunu yapamaz. “Geleneksel piyasa ekonomisi, küçük (marjinal) değişiklikler yapmayı ve bu anlayışı öncül olarak alıyor. Ancak konu iklim değişikliği olunca küçük değişikliklerden bahsedilemez; standart piyasa teorisi dünyasının dışında, çok büyük değişikliklerin olduğu bir dünyayla uğraşıyoruz.” Peki ya alternatif? Anderson ve meslektaşı Alice Bows alternatifin “planlı ekonomik durgunluk” olduğunu savunuyor. Bunu yüksek sesle söylemiyorlar, ancak planlı bir ekonomik durgunluk elbette nesnel olarak sermayeye karşı bir savaş anlamına gelecektir.
Popüler bir benzetme, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalmadır. Şimdiye kadar iklim politikaları hakkında en açık görüşlü makalelerden birinde, Avustralyalı araştırmacılar Laurence L. Delina ve Mark Diesendorf, iklim değişikliğinin hızlı bir şekilde hafifletilmesi için bir model olarak savaş zamanı seferberliğinin bir örnek teşkil ettiğini belirtiyorlar. Pearl Harbor’dan sonra muazzam bir savunma bütçesi yaratan Amerikan devleti, uçaklardan cephaneye kadar her şeyin üretimini planladı ve uyguladı. Hükümetin yürütme organı, ulusun kaynaklarını yönetti, emeği, gereken mülkleri celbederek işe koştu, imalatçıları sözleşmeleri kabul etmeye zorladı, bazı malların üretimini feshetti – özellikle de özel arabalarınkini – ve kısacası, ekonomiyi bütünüyle düşmanı yenme yegane amacı için harekete geçirdi.
Görev, emisyonları yılda yaklaşık yüzde 10 oranında kesmek olduğunda, “Düşük Karbonlu Geleceğe Geçiş İçin Özel Bir Bakanlık” altındaki ekonomik karar alma gücünün benzer bir merkezileşmesinden daha fazla bir şey gerekli değildir. İstisnai imtiyazıların verileceği bu bakanlık fon toplayacak, emeği yönlendirecek, Ar-Ge’yi hızlandıracak, hisse senedine dayalı sabit sermayeye el koyacak, otobüslerden konsantre solar güç aynalarına kadar her şeyin seri üretimini organize edecek ve akıştan elde edilebilecek tüm güce erişip yayacaktır.
Fosil sermayenin ve temsilcilerinin iradesine karşı belirlenen miktarda yıllık emisyon kesintileri uygulanabilir. Delina ve Diesendorf, bu tür rejimlerin, yirmi beş ila otuz yıl içinde gelişmiş ülkelerde ve belki de bir bütün olarak dünyada kırk yıl içinde sıfır karbona geçişi gerçekleştirebileceğini hesaplıyorlar. Dört siyasi yapı – ABD, AB, Çin ve Hindistan – şu anda tüm emisyonların yarısından fazlasına neden oluyorlar: her birine özel bir bakanlık kurun ve böylece yola girmiş oluruz.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı analojisinin sınırları var. Büyük işletmelerin savaşa girmekten dolayı kaybedecekleri çok az şey vardı. Akışa ani bir geçiş, fosil sermayenin çıkarlarına karşıt güçler tarafından dayatılmalıdır: kitlesel bir hareketin yokluğunda “hükümetler, yaşamları tehdit eden iklim felaketleri meydana geldiğinde bile acil durum azaltım planlarına girişecek gibi görünmüyorlar.” Bazı güçler için, iktidardaki planlı bir ekonomi mutlak bir tiksinti kaynağıdır. Bu fikirle savaşacaklardır, ardından gelecek olan ise seller veya kuraklık.
ACİL DURUM FRENİNİ DEVREYE SOKMAK
İsyan çağrısını “sıkışıp kaldık, çünkü bize felaketi önlemede en iyi şansı verecek ve büyük çoğunluğun yararına olacak olan eylemler elit bir azınlık için son derece büyük bir tehdit teşkil ediyorlar” önerisine dayandıran Naomi Klein burada devreye giriyor. Yunanca apokalyptein kelimesinin tam karşılığı olan iki yüz yıllık fosil sermayesinin altında yatan toplumsal güç ilişkilerinin üzerindeki örtünün kaldırılması anlamına geldiğinden, bu bakış açısından iklim değişikliği servetin şaşırtıcı olmayan altüst oluşundan başka bir şey değildir. Gerçek, görüş alanından kaçırıldı, gizlendi; Mevcut an, uzun zamandır olup bitenin ne anlama geldiğini ortaya koyuyor.
Walter Benjamin’in tarih meleği “tek bir felaket görüyor, yıkım üstüne yıkım biriktiriyor ve ayaklarının dibine fırlatıp atıyor”; Theodor Adorno “normalite ölümdür” diyerek katılıyor, ancak korkunun sonsuzluğunun “her yeni biçimin eski biçime üstün gelmesi gerçeğiyle kendini ortaya koyduğu” vurgusunu yapıyor. Ve ekliyor: “Sabit olan, değişmeyen miktardaki ıstırap değil, cehenneme doğru ilerleyiştir: bu, uzlaşmazlıkların yoğunlaşması tezinin anlamıdır.”
En başından itibaren, en küçük ölçekte – sıcak fabrikada, dumanlı caddede, patlayıcı madde yüklü madende – bir motif ortaya çıktı – bazıları ilerleme dediğimiz fırtınayla süpürülüp giderler, diğerleri servetlerine doğru yelken açarlar – devamında bu motif büyüdü ve giderek daha büyük ölçeklerde kendini tekrar etti, ta ki iklim bilimcileri onu, kendine benzeyen bir fırtınanın şimdi üzerinde döne döne ilerlediği biyosferin bütününde, her yerinde keşfetmesine kadar. İklim değişikliğinin her etkisi, şimdiye kadar katlı kalmış bu geçmişin bir parçasını açığa vuruyor.
Neden kaybedilmiş bir davaya girişmeli ki?, diye sorabilir şüpheciler iklim değişikliğine karşı mücadeleyi isteyip istemediklerini dile getirebilirler ve nedensiz değiller. Fakat yenilgi konumuna yerleşip oradan mücadele etmek yeni bir şey değil: küresel ısınmanın kendisi de kaybedilmiş davaların bir toplamıdır esasında. Müşterekçiler ve makine kırıcılar ve fiş çekiciler ve sayısız diğer hüsrana uğrayıp ortadan kaybolmuş meydan okuyucular bizi, geçmişin bu en son tezahürünün verdiği güç aracılığıyla “tehlike anını” aşırı ve eşi benzeri görülmemiş bir şey olarak ele alıp yeniden düşünmeye sevk ederler. Veya, Benjamin’in olağanüstü öngörülü sözleriyle: “Geçmişin içinden gelen ümit kıvılcımını estirebilecek tek tarihçi, muzaffer olursa düşmandan ölülerin bile güvende olmayacağına kesin olarak ikna olandır. Ve bu düşman hiçbir zaman galip gelmekten alıkonulmadı.”
Benjamin’in tarih anlayışı – onun iradeci mesihçiliği, örgütlü karamsarlığı, devrimci melankolisi – ilhamını, bugünün nihai felaketini raydan çıkarmak üzere ezilenlerin mirasından alır. Ve bugün ihtiyaç duyulan şey, bir tür Plug Plot İsyanları’nın[1] küresel bir versiyonu değilse? Git ve ateşi söndür! Bu, son derece imkansız bir durum gibi görünebilir, ancak politik eylemler hiçbir zaman olasılık hesaplamalarına dayanamaz – bu akıntılarla boğuşmak veya fırtınaya yelken açmak olacaktır. Bu yazının yazıldığı sırada küresel bir iklim hareketi hız kazanıyordu. Bu iklim hareketi, besin zincirinin tepesinde, diğerlerinin üzerinde faaliyet yürüttüğü zeminde, o zeminin varlığını koruma görevini üstlenecek bir hareketlerin hareketi olmalıdır. Ancak soru – pek çok kişinin belirttiği gibi – bu payeye ulaşıp ulaşamayacağı ve düşmanın çıkarına olan “kalan çok az zamandan” daha büyük bir toplumsal güç biriktirip biriktiremeyeceğidir.
Fakat yine de, gerçekten devrimci her hareket, Benjamin’in anladığı üzere benzer bir çıkmazla karşı karşıya kaldı. “Marx, devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söylüyor. Ama belki de tam tersidir. Belki de devrimler, bu trendeki yolcular – yani insan ırkı – tarafından gerçekleştirilen birer acil durum frenini devreye sokma girişimidir.” Manzara kasvetli değil: bu nedenle gereken şey eylemli harekete sıçramak. Önceki acil durumlarda olduğu gibi, fakat şimdi her zamankinden daha fazla, 400 ppm’nin üzerine çıkmış olmamız gibi, “çöküş semptomlarını istikrarın özü olarak kabul etmeli ve mucizevi gibi görünene doğru ilerleme ve anlayışı yerleştirmek için kurtuluşu tek başına olağanüstü bir şey olarak görmeliyiz.”Bu mucizeyi canlandıracak, en azından varsayımsal bir yeteneğe sahip olanlar sadece insanlardır.
[1]Plug Plot İsyanları, Staffordshire, İngiltere’deki madenciler arasında başlayan ve kısa süre sonra Yorkshire ve Lancashire’deki imalathanelere ve Dundee’den Güney Galler ve Cornwall’daki kömür madenlerine yayılan 1842 genel grevidir. “Plug Plots” olarak da bilinen imalathanelerde ücret kesintilerinin dayatılmasına karşı bir direniş hareketi, İngiltere genelinde yaklaşık yarım milyon işçiyi kapsayacak şekilde yayıldı ve 19. yüzyıl İngiltere’sindeki en büyük işçi sınıfı hareketini oluşturdu. Mick Jenkins “1842 Genel Grevi”ni isyancı niteliği ve doğallığında Chartist hareketi ile bağlantılı olarak gören Marksist bir yorum sunuyor: “Açıkça ortaya çıkan şey, grevin değişen karakteridir, grevin asıl amacının Halk Charter’ı olduğu anlayışıdır”. (Kaynak: Wikipedia)
Andreas Malm, İsveç’in Lund Üniversitesi’nde İnsan Ekolojisi dersleri vermektedir. Isaac ve Tamara Deutscher Anma Ödülü’nü kazanan Fosil Sermaye: Buhar Enerjisinin Yükselişi ve Küresel Isınmanın Kökenleri (Verso, 2016) kitabının yazarıdır.