Gıda krizi, yıllar boyu, kaçınılmaz olarak geldiğinin sinyallerini verdi ve şimdi, kimsenin yadsıyamayacağı bir boyutta global şekilde yaşanıyor. “Gıda Egemenliği” kavramına gelmeden önce, resmi olarak kabul görmüş, en temel insanlık haklarımızdan olan, fakat günümüzde, ihtiyaç duyulan gerçek çözümlerin uzağında, en basit “karın doyurma” eylemini ifade eden gıda güvencesi ve güvenliği kavramlarının bile hiçe sayıldığının altını çizmek gerekiyor.
Gıda güvencesi ya da gıdaya erişim hakkı, insan hakları bildirgesinde “bütün insanların her zaman aktif ve sağlıklı bir yaşam için gerekli olan besin ihtiyaçlarını ve gıda önceliklerini karşılayabilmek amacıyla yeterli, sağlıklı, güvenilir ve besleyici gıdaya fiziksel ve ekonomik bakımdan sürekli erişebilmeleri” şeklinde tanımlanıyor. Bahsedilen bu hak, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik olarak eksik tanımlanmış, bu güvencenin nasıl sağlanacağının yollarını göstermeyen, gıdanın nereden ve nasıl geldiğini açıklamayan, dolayısıyla sürekliliğini sağlamaktan yoksun; görüntüde insanları hayatta tutan ancak aslında yalnızca kapitalist “yemek” üreticilerinin sürekli para kazanmalarını güvence altına alan bir kavram olarak kalmıştır.
Gıda güvenliği kavramı ise, en yalın haliyle yediklerimizin bizleri hasta etmemesi ya da öldürmemesi için alınması gerekli minimum önlemleri ifade ediyor. Ancak bu insani hakkın aksine, yediklerimizin üretim, taşıma, depolama şartlarının ne kadar sağlıklı olduğunun güvencesini hiç bir kurumdan alamadığımız gibi; ne kadar insani, ekolojik, adil ya da sürdürülebilir koşullarda tabaklarımıza geldiğinin güvencesini veren bir sorumlu kurum dahi bulunmuyor. En yakın zamanda yaşadığımız, salmonella bakterisi nedeniyle ulaştığı her yere ölümcül hastalık yayan küresel çikolata şirketi örneği, bu en temel gıda güvenliği hakkının bile global sermayelerce nasıl kolayca yok sayılabildiğini gösteriyor. Özet olarak gıda egemenliği ile iç içe anılan hatta bazen karıştırılan gıda güvencesi ve güvenliği kavramları, aslında kapitalist sermayenin satış sürekliliğini ve üretim kolaylığını temele alan; tüketici insanları da satın almaya devam etmeleri için rahatlatan kavramlar olarak, bahsettikleri güvenceleri sağlamayan, işlevsiz metinler haline dönüşmüşlerdir.
Gıda egemenliği kavramı, bütün bu ihtiyaç duyulan gerçekçi çözümleri üretmek, görmezden gelinen problemleri ortaya koymak ve halkın kendi gıda üretim mekanizmalarını kendi ellerine almalarını sağlamak üzere, ilk olarak uluslararası çiftçi örgütü La Vía Campesina tarafından , 1996 Dünya Gıda Zirvesi’nde, “insanların ekolojik olarak sağlam ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilen sağlıklı ve kültürel olarak uygun gıdaya sahip olma hakkı ve kendi gıda ve tarım sistemlerini tanımlama hakkı” olarak ortaya atılmıştır.
La Via Campesina (köylü/çiftçi yolu) örgütü, 1993 yılında Belçika’da bir araya gelen farklı ülkelerden küçük çiftçiler, köylü ve tarım işçileri örgütlerinden 46 temsilcinin katıldığı bir toplantıda kuruldu. Bu dönem tam da, sonucunda Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulduğu, GATT(Gümrük tarifeleri ve ticaret genel anlaşması) son turlarının görüşüldüğü, küresel ekonomiye geçişin ve dolayısıyla yerel, küçük üreticilerin sonunun hazırlandığı bir dönemdi. La Via Campesina bu durumun farkında olarak, Dünya Ticaret Örgütü’nü köylünün, çiftçinin, küçük üreticinin ve ekolojik, sağlıklı, yerel gıda üretiminin düşmanı ilan ederek, gıdayı küresel sermayenin tekeline bırakmaya karşı duracak demokratik ve eşitlikçi bir mücadele cephesi oluşturdu. Zamanla bu çok uluslu çiftçi ve köylü örgütü, mücadele başlıklarını genişleterek; kadına karşı şiddetle mücadele, cinsiyet eşitliği, toprak reformu, su ve
tohum hakkının savunulması, biyoçeşitlilik, adil temsil hakkı, gençlerin tarıma yönlendirilmesi vb. bir çok konuda çalışmalar yürütmeye başladı.
Bir dönüm noktası niteliğinde olan “Nyeleni 2007: Gıda Egemenliği Forumu” 80 ülkeden katılan 500 den fazla temsilcinin ortak bildirgesiyle sonuçlanarak, Gıda Egemenliği kavramını oldukça geniş bir tabanın vazgeçilmez talebi olarak küresel sermayenin karşısına koydu:
“Gıda egemenliği, halkların ekolojik mantık dahilindeki sürdürülebilir yöntemlerle, kültürel olarak uygun, sağlıklı gıda üretme ve kendi gıda, tarım sistemlerini tanımlama hakkıdır. Piyasaların veya şirketlerin talebini değil, gıdayı üretenleri, dağıtanları ve tüketenleri gıda sistemleri ve politikalarının merkezine koyar. Gelecek nesillerin çıkarını ve içerilmesini savunur. Halihazırdaki şirket ticareti ve gıda rejimine direnerek onu parçalayacak bir stratejiyi ve yerel üreticilerin gıda, çiftçilik, göçerlik ve balıkçılık sistemlerini belirlemesine ilişkin yönelimleri sunar.
Gıda egemenliği, yerel, ulusal ekonomileri ve piyasaları öncelikli tutar; köylü ve aile çiftçiliğine dayalı tarıma, küçük balıkçılığa, göçerlerin yön verdiği otlatmaya, ve çevresel, sosyal ve ekonomik sürdürülebilirliğe dayalı gıda üretimi, dağıtımı ve tüketimine imkan verir. Gıda egemenliği tüm halklar için adil bir gelirin sağlanmasını güvence altına alan saydam bir ticareti ve tüketicilerin gıda ve beslenme üzerinde kontrol hakkı olmasını destekler. Gıda egemenliği, topraklarımızı, bölgelerimizi, sularımızı, tohumlarımızı, hayvanlarımızı, biyo-çeşitliliğimizi, kullanma ve yönetme hakkının gıdayı üreten ellerde olmasını teminat altına alır. Erkekler, kadınlar, halklar, ırksal gruplar, toplumsal sınıflar ve nesiller arasındaki eşitsizliğin ve ezme-ezilmenin olmadığı yeni toplumsal ilişkileri ifade eder.”
Bugün Gıda Egemenliği kavramı, çıkmazda olan ve bizleri sağlıksız, adaletsiz ve güvencesiz bir geleceğe doğru sürükleyen kapitalist gıda sistemine karşı; kendi sağlıklı, ekolojik, adil ve sürdürülebilir gıda sistemlerimizi kurmamız, üretimden gelen gücümüzü kullanmamız ve örgütlü bir mücadele verebilmemiz için zemin oluşturmakta ve bizlere yol göstermektedir. Tüm dünyada milyonlarca savunucusu olan ve giderek büyüyen bu köylü/çiftçi hareketi, aynı idealleri paylaşan her birimizin desteğiyle gıda sistemini ve yanlış kurgulanmış toplumsal ilişkileri kökünden değiştirecek güce ve kararlılığa sahiptir.