Foto: A Meat Stall with the Holy Family Giving Alms, Pieter Aertsen (1551)
Kapitalist gıda üretimi; ekolojik yıkım, emperyalizm, insanlık dışı emek uygulamaları ve insan sağlığının bozulmasına dayanır. Herkes için sağlıklı gıdayı garanti eden sosyalist bir program ise tek alternatiftir.
Gıda, Kapitalizm ve Metabolik Yarık
İnsanlık tarihindeki ilk artık gıdadır. Gıdanın emek tarafından üretilmesi gerekir ancak emek, üreticinin hayatta kalması için gerekenden daha fazla gıda üretebilir. Bu, başka işlere girişecek diğer insanları besleyebilecek bir artığı üretir. Tarımsal artıklar, bildiğimiz anlamdaki toplumun gelişmesinin ilk adımları olarak insanların kasaba ve kentlerde yerleşikleşmelerinin yolunu açtı. Gerçekten de, en eski zamanlardan bu yana gıda üretiminin ve tüketiminin ritmi kültürümüzün içine derinden işlemiştir. Yetiştiricilik ve komünal yeme ritüelleri her yerde yaygınlaşmıştır: hasat festivalleri, davetlilerin kendi yiyeceklerini getirdikleri grup yemekleri, Fısıh sederi (Yahudilerin hamursuz bayramı) ya da Hıristiyan komünyonları sadece birkaç örnek.
Bugün, milyarlarca insan hâlâ ekinlerin yetiştirilmesi işiyle içli dışlı durumda. Ancak, bunların dağıtımın bir örnek olduğunu söylemek güç. Dünya nüfusunun %70’ini çiftçiler oluştururken tarım işçileri endüstriyelleşmiş ülkelerde nüfusun sadece %2’sini oluşturuyorlar. Bu, Küresel Kuzey’deki insanların %98’i için gıdanın kapitalist piyasa yoluyla edinildiği anlamına geliyor. Kapitalizmin gıda üretimine girişi, gıda üretim ve tüketim tarzımızı tamamen değiştirdi. Gıdanın değeri elde edilebilecek kâra indirgendi ve atılan her adım bu kârı maksimize etmek için planlandı. Bir metanın tüketicileri olarak, gıdayla olan tarihsel ilişkimize yabancılaştırıldık, çevre ve sağlığımız için ağır sonuçlar buna eşlik etti. Gıdamızın arkasında yatan üretim sürecinin ve bunun çevre üzerindeki toplam etkisinin üzeri örtüldü. Biz yalnızca marul başları ya da sıkıca ambalajlanmış et parçaları şeklinde gıda üreticilerinin soyut emeğini görür olduk.
Gıda her zaman kapitalizmin döngüsü içinde değildi. Tarihsel olarak, çoğu tarımsal yöntem sürdürülebilir idi, doğa ve onun ritimleriyle derin bir ilişki içindeydi. Yöntemsel büyük çaplı çevresel zararlar yalnızca kapitalizmin gelişimiyle birlikte yükselişe geçti. Bu, çevresel zararlar daha önce yoktu demek değil, fakat kaynak kullanımı yoğun ve şeker, pamuk gibi ihracata yönelik, piyasa için yetiştirilen ürünlerin ortaya çıkmasıyla birliktedir ki ancak tarımsal yetiştiricilik, kazara zararlı olmaktan çıkıp planlama açısından sürdürülemez hâle gelmiştir.i Atlantik kapitalist köle ekonomisi oluşturulduğu sırada, plantasyon sahipleri “hak iddia edilmemiş” arazileri özelleştiriyor, toprağı giderek daha kısa üretim döngülerine sokarak aşırı bir şekilde sömürüyor ve daha sonra bir sonraki yere geçerek onu terk ediyordu. ABD’deki Güneyli köle plantasyonları sisteminin yavaşça batıya doğru kayışı bunun bir ispatı ve mirasıdır.
Metaların üretildikleri yerden çok uzağa ithalatıyla, besin maddeleri çıktıkları yere artık geri dönemez oldular. Bu toprak ile ürünleri arasında küresel bir “metabolik yarık”, tarım sisteminde girdi ve çıktılarda yaşanan bir kopukluk, olarak teorize edildi.ii Başlangıçta plantasyon sahipleri yenilenmesi on yıllar alacak tükenmiş toprağı arkalarında bıraktılar. Ancak eninde sonunda, üreticilerin gidecekleri yeni arazi kalmamıştı. Daha az ürün kazancıyla sürdürülebilir tarımsal döngülere geçmek yerine, gübre biçiminde besin maddelerinin toprağa geri getirilmesini sağlayacak alternatif arayışına girildi. Büyük miktarlarda kullanılan ilk gübre guano idi. İlk olarak Peru’da ve daha sonra Pasifik, Atlantik ve Karayipler’deki pek çok adada toplandı. Guano ticareti dünyanın dört bir yanına büyük kütlelerle besin maddesi taşınmasının başlangıç noktası oldu. Ve, kapitalist anlamda iyi bir tarzda, emperyalist genişleme ve çelişkilere yol açtı. ABD, 1856’da bireysel yurttaşların ıssız adalardaki guano yığınları üzerinde hak iddia etmesine izin veren Guano Adaları Yasası’nı geçirdi ve bunun ardından Karayipler’deki yaklaşık 100 adanın ilhakı gerçekleşti. Ancak en büyük guano katmanları daha da güneydeydi ve 1879-84 Pasifik Savaşı’nda Şili, Bolivya ve Peru hükümetleri bunlar için savaştılar.
Pasifik Savaşı’nda Şili’nin elde ettiği zafer, onun Güney Pasifik üzerinde hegemonya kurmasını sağladı ve komşularına kıyasla daha üstün bir servetinin oluşmasına katkı yaptı. Ancak, guano madenciliği yeterli değildi, coğrafi açıdan sınırlıydı ve ilk dünya savaşında tehlikeye girdiği görülen geniş tedarik zincirlerini gerektiriyordu. Guanonun gübre olarak kullanımını yerinden eden, azot, hidrojen ve büyük miktarda enerjiden amonyak üretilmesini sağlayan endüstriyel Haber-Bosch sürecinin geliştirilmesi oldu. Bu süreç, yapay gübrelerin kitlesel bir şekilde üretimine imkan verdiğinden toprak şimdi on yıllar boyunca üretken tutulabiliyordu. Fakat, girdi-çıktı kopukluğu giderilmiş değildi, yalnızca yeni bir çerçeveye kavuşmuştu. Metabolik yarığın bu modern versiyonu John Bellamy Foster tarafından tanımlandı: tarım sistemindeki girdiler (ticari gübreler, pestisitler, tohumlar ve yakıtlar gibi) büyük bir enerji maliyetiyle birlikte gelir ve halka satılmak üzere perakende satış dükkanlarına gönderilmeden önce tekrar tekrar işlemlerden geçen “gıda endüstrisinin akışında yer alan ürünler” haline getirilirler.iii Sistemde döngüsel akışların yokluğu, enerji ve besin maddelerinin geri dönebileceği bir dengeden yoksun şekildeki akışında kendini gösterir ve sürdürülemez bir sistem yaratılmış olur.
Gıda üretimi ve dağıtımındaki değişim son yüzyıl boyunca giderek hızlandı. Sermaye yediğimiz her şeye nüfuz etti. Gıdanın kontrolü ve dağıtımını küçük üreticilerin elinden çekip kopardı ve hayatta kalmak için gereken temel bir ihtiyacı metalaştırdı. Bugün, küçük çiftçilik, ihracata dayalı ürünlere, monokültüre ve fabrika çiftliklerine yerini kaptırdı. Bu hakimiyet sayesinde kapitalist tarım çevreye verdiği zararı onlarca kat artırdı, aşırı gübre ve pestisit kullanımı yoluyla tükenen tarım arazilerini çorak işe yaramaz topraklara çevirdi. Ve eğer üretime devam etmek için su çok kirli ve toprak çok kirlenmiş ise sermayenin doğasında yer alan hareketliliği, faaliyetlerin basitçe başka yere taşınmasını gerektirdi. Geçim kaynakları yok edilmiş ve artık kendileri için gıda üretemeyecek insanlar umurlarında değildi, onları ya ithalata bağlı kılmaya ya da aç kalmaya zorluyorlardı. Modern çiftçilik her şeyi kâr uğruna yok ediyor, zorla gasp edip yağmalıyor.iv
Satış noktaları da tamamen bir dönüşüm geçirdi: yerel ve mevsimsel pazarlar, devasa manav dükkanları, fast-food restoranları ve süpermarketlerle yer değiştrdi. Küresel bir pazarı işe koşmak avantaj gibi görünebilir. Belirli meyve ve sebzeler, her daim mevsimindeymişçesine raflarda bulunur, zira küresel tedarik zincirleri mevsimleri ortadan kaldırmıştır. Şili veya Yeni Zelanda’dan getirebiliyorsanız sanki her mevsim elma için uygundur. Ancak bir süpermarkette yapabileceğimiz tercihler sınırlıdır. Kâr, manav raflarında neyin tutulacağını belirler, yani şeker, mısır ve soya gibi kullanımından çok ticari değeri için üretilen işlenmiş ürünler kapitalizmin favorileri olurlar ve neredeyse satın alabileceğimiz her şey bunlardan yüksek miktarlarda içerirler. Kâr ayrıca korkunç sonuçlarıyla birlikte gıdanın nasıl depolanacağını da belirler. Ürünlerden haddinden fazla bulundurmak süpermarketler için daha kârlı olduğundan perakende tedariğinde çok büyük miktarda atık gıda üretilir. Rakamlar devasadır: endüstiyelleşmiş ülkelerde bir yılda kişi başına yüz kilonun üzerinde gıda çöpe atılır.
Meseleleri birleştirmek gerekirse, yiyeceklerimizin üretimine daha da yabancılaştıkça, özellikle Küresel Kuzey’de gıdayla bağlantılı önlenebilir hastalıklarda büyük bir artış gördük. Kalp hastalıkları, diyabet ve kanser gibi hastalıklar artık ABD’deki en büyük ölüm sebepleridir. Ve kapitalizmin çarpık mantığı nedeniyle, bu hastalıkların tedavisi veya hafifletilmesi ilaç şirketleri için son derece kârlı hale gelmiştir. Liberal bir bakış açısıyla bakılırsa, devlet devreye girmeli, endüstriyel süreçlerde ekonomik açıdan “dışsallaştırılmış” tahribatları düzenlemeli ve yaratılan büyük ekolojik zararı önlemelidir. Ancak durum böyle değil; aksine, düzenleyici kurumlar, Marksist devlet teorisinin yaşayan kanıtıdırlar. Devlet kurumları, bariz güvenlik ihlallerini görmezden gelen ya da hatta satışları ve kârları artırmaya koltuk çıkmak için bu işletmelerle birlikte çalışan eski ve gelecekte görev yapacak tarım şirketi yöneticileri ile doludurlar. Vergi düzenlemelerindeki boşluklar, gevşek işyeri düzenlemeleri, göçmen ve hapishanelerdeki tutsak emeğinin kullanılması ve dışsallaştırılmış ekonomik kalemlerin vergi ödeyen yurttaşların sırtına yıkılması tarım ticareti şirketlerinin milyarlarca dolar kâr yapmasını sağlar.
Öyleyse gıda için sosyalist bir program nereden başlıyor? Böyle bir program kapitalist üretimin neden olduğu tüm etkileri hafifletmeye ve ortadan kaldırmaya çalışmalıdır. Sorunların adını koyarak başlamalıyız. Makalenin geri kalanında, en acil olanlardan bazılarını, yani (1) gıdanın emperyalist bir mızrak olarak mevcut kullanımını, (2) et ağırlıklı beslenmenin çevre üzerinde yarattığı aşırı etkiyi ve bu et tüketimi düzeyinin nasıl sürdürülemez olduğunu, (3) et endüstrisindeki emeği ve (4) gıda dağıtımını etkileyen sistemik ırkçılığı detaylandıracağız.
Gıdadaki Emperyalist Uygulamalar ve Biyoteknoloji Endüstrisi
Uluslararası serbest piyasa politikasının gıdanın satın alınabilirliği üzerindeki olumsuz etkileri uzun bir geçmişe sahiptir. İrlanda’da kapitalizm, İrlanda Patates Kıtlığı’na yol açtığı şekli aldı. 1800’lerin sonlarında Hindistan ve Çin’in zorla kapitalist pazarlara açılması, bu bölgelerdeki büyük kıtlıkların yeniden ortaya çıkmasının sorumlusu süreçlerdir.v Bugün ise zor kullanmak yerine kapitalizm daha ince biçimler alıyor. Amerikan ve Avrupalı tarım ticareti tekelleri, uluslararası pazarda baskın konumlarını genişletmek için genellikle Dünya Ticaret Örgütü’nün yardımına ihtiyaç duyarlar. Daha önceki emperyalist akış tersine dönmüştür: 1800’lerin sonlarında Hindistan ve Çin’de olduğu gibi yerel halkı gıda pazarından dışlayan uluslararası ihracattan elde edilen kârlar yerine, serbest ticaret politikalarının dayatılması, yerel pazarın ucuz ithal gıda ürünleriyle dolmasına neden oluyor. Bu, Küresel Kuzey kendi kendine yetmeye devam ederken bu bölgelerde yerel üretimin ortadan kaybolmasına yol açar. Bu da gıda açısından kendi kendine yeterliliğinin kaybı anlamına gelir. Bunun varacağı yer ancak çok geniş ölçekli bir boyunduruk altına almadır. Yerel yönetimler ve ulusal hükümetler tarafından büyük oranda kontrol edilemeyen uluslararası fiyatlar yeniden yükseldiği anda, gıda satın alınamaz hâle gelir. Kıtlıklar, büyük ölçüde ortadan kayboldukları bölgelere geri getirilir. Buna uyan örnekler, 1960-70’lerde Afrika Boynuzu’na dayatılan ve günümüzdeki kıtlıklarla doğrudan bağlantılı olan neoliberal politikalardır.
Yerel tarım faaliyetlerinin bu şekilde yok edilmesinin ardından Küresel Güney’deki ülkeler piyasada satabilecekleri ihracata yönelik nakit getirici ürünler üretmek için genellikle aynı “zora dayalı ve yağmacı” kapitalist tarıma yönelirler. Diğer yandan ise Dow, Monsanto ve DuPont gibi kimya şirketleri kendilerini biyoteknoloji şirketleri olarak yeniden markalaştırdılar ve böylece gözü doymaz kâr hırslarının üstünü örtmek için “dünyayı besleme” misyonuyla kendilerine kılıf uydurdular. Bu şirketler biyomühendislik yapıyor ve daha sonra, pestisitlerin ve herbisitlerin yoğun kullanımına dayanıklı olacak şekilde mısır ve soya gibi spesifik, piyasa mahsullerinin tohumlarının patentini alıyorlar.vi Çiftçiler artık tohumlarını saklayıp ertesi sezon yeniden ekemiyorlar, bunun yerine her yıl şirketten tohum ve bunlara karşılık gelen böcek ilaçlarını satın almak zorunda kalıyorlar. Bu işleyiş, bu şirketler için oldukça kârlı, ancak çiftçileri, Hindistan’daki çiftçi intiharları salgınında olduğu gibi, sonunda topraklarının ve hatta hayatlarının kaybına yol açan bir borç sarmalı döngüsüne hapsediyor.
Pek çok ülke, bütçelerini dengelemek için şeker, kakao veya kahve gibi birkaç ya da hatta tek ürüne bağımlı hale geliyor. Bu sadece çevresel bozulmanın hızlanmasına neden olmakla kalmıyor, aynı zamanda ülkelerin yaşamsal kaynaklarını piyasanın kaosuna tabi kılıyor. Fiyat dalgalanmaları ekonomileri kurtarabilir ya da yıkabilir. Nitekim dünya pazarında düşen kakao fiyatının ardından Gana’nın içine düştüğü ekonomik istikrarsızlık, pan-Afrikacı Kwame Nkrumah’ı iktidardan uzaklaştıran darbeye yol açan faktörlerden biriydi.vii Fiyat dalgalanmaları, devletteki iyi niyetli olmayan kesimlerin döviz kurlarındaki manipülasyonlarla stok yaparak halkçı solcu liderlerin olduğu yönetimleri istikrarsızlaştırmak için bile kullanılabilir. Gıda, böylelikle emperyalizmin bir mızrağına dönüşür çünkü sizi besleyenler sizi kontrol eder hâle gelir. Temel ihtiyaçlar maddi açıdan karşılanamaz hâle getirilebilir ve böylece emperyalizme karşı herhangi bir “isyancı” lider, kitlesel açlık tehdidiyle kolayca dize getirilebilir. Bu, Venezuela’daki seçimlerden hemen önce Chavismo’ya karşı muhalefeti yükseltmek için defalarca yapıldı. Bu bağlamda, Thomas Sankara’nın öncelikli vurgularından birinin gıdada kendi kendine yeterlilik üzerine olması ya da Zapatist hareketinin mücadeleyi mısır etrafında odaklaması pek şaşırtıcı gelmiyor.viii
Et Tüketimimizin Sürdürülemezliği: Çevresel Etki ve Birim Enerji Yatırımından Sağlanan Enerji (EROEI)
Yiyeceklerin tümüne eşit şekilde yaklaşılmaz. Bazı yiyeceklerin üretilmesi diğerlerinden çok daha fazla pay alır. Bu “değirmen hakkı” diğerlerinden fazla olan yiyecekler arasında batı ülkelerinde yoğun olarak tüketilen iki ürün de bulunur: endüstriyel et ve süt ürünleri. Bu sektörlerin geçen yüzyıldaki yüksek kârlılığı, son 60 yılda et üretiminin dört katına çıkmasına yol açtı. Bunun nedeni, yalnızca ona daha fazla miktarda artı emek sömürme fırsatı veren, yani üretim süreci boyunca daha yüksek kâr getirmesi anlamına gelen üretim yapısı değil, aynı zamanda büyüme hormonları ve yaratıcı mühendislik yoluyla üretim döngülerinin kısaltılabilmesidir. Dahası, yemlik soya gibi fazladan üretilmiş piyasa mahsullerini eritmek için kârlı bir suç mahalli sağlamıştır.
Ancak bu öyle basit değildir. Yılda yaklaşık 60 milyar canlı hayvan yetiştirmek ve kesmek için besin, su, toprak ve ilaç gerekir. Açık ara ürettiğimiz en kaynak yoğun besindir.ix Et ve süt ürünleri, dünya çapında besinlerden sağlanan kalorinin sadece %18’ini ve proteinin %37’sini sağlarken, tüm tarım arazilerinin % 83’ünü kullanıyor ve özellikle metan ve azot oksit olarak tarımsal sera gazı emisyonunun %60’ını üretiyor. Bu, sürdürülebilirliği en düşük sebze ve tahıl yetiştiriciliğinden bile yine de çok daha fazla çevresel zarara neden olan, en düşük etkiye sahip et ve süt ürünleri için bile geçerlidir. Bunun nedeni trofik (besinsel) değişimdir, yani bir organizmanın besin ağında işgal ettiği konum. Hayvansal kalorileri üretmek, onları besleyen bitkisel kalorileri üretmeyi gerektirir ve bir hayvana, onu besin olarak tükettiğimizde elde edeceğimizden çok daha fazla kalori gider.
Bunu ölçmenin bir yolu, Yatırılan Enerjinin Geri Dönüşü (Energy Returned on Energy Invested, EROEI), yani enerji girdisinin kalori çıktısına oranıdır. Enerji tüketimini ve karbon ayak izini azaltmak için, daha yüksek EROEI’ye sahip gıdalara geçmek kritik bir yer tutmaktadır. Ayrıca bunu yaparak dünya çapında gıda üretimine ayrılan arazi miktarını da azaltmış oluruz. Et ve süt ürünleri tüketimi içermeyen yeterli bir diyete geçilerek, küresel tarım arazisi kullanımı %75’ten fazla azaltılabilir; ABD, Çin, Avrupa Birliği ve Avustralya’nın toplam yüzölçümüne eşdeğer bir alan. Besi hayvanı etinin EROEI’si o kadar düşük ki, yalnızca ABD’de çiftlik hayvanlarını beslemek için kullanılan tahıl yaklaşık 800 milyon insanı besleyebilir. Sürekli artan et arzusunu tatmin etmek için, sermaye döngüsüne sürekli olarak ek toprak sağlanır. Sonuç olarak, toprağın et üretimi için kullanılması, habitat kaybı ve türlerin yok olmasına en büyük katkıyı yapan faktör olur: yağmur ormanlarının tıraşlanmasında %70’ten fazla bir oranda et üreticiliği sorumludur ve vahşi yaşamın mevcut kitlesel yok oluşunu ve ekosistem çeşitliliğinin azalmasını daha da ileri düzeyde teşvik etmektedir. Et üretimi aynı zamanda suda yaşamın var olamayacağı ölü bölgeler oluşturan okyanus asitlenmesinin de önde gelen nedenidir. Örneğin, Meksika Körfezi’ndeki en büyük ölü bölge, neredeyse tek başına gıda tekeli Tyson Foods kaynaklı oluşmuştur.
Çevresel zarar herkesi eşit şekilde etkilemez. Et şirketleri genellikle yerel halkın tepkisinden çok da korkmadan çevreyi kirletebilecekleri yoksul, kırsal toplulukların yaşadıkları yerlerde bulunur. Bu, çevresel ırkçılığın bir biçimidir. Ancak fabrika çiftliklerinin inşa edildiği her yerde, özellikle Kuzey Carolina’da, bazı karşı koyuşlar da var. Geçen yıl, can sıkıcı iki ayrı dava, bölge sakinleri tarafından kazanılmış ve domuz çiftçilerini yerel halka on milyonlarca dolar tazminat ödemek zorunda bırakmıştır. Kuzey Carolina’da domuzların nüfusu insanlarınkinden fazla olmakla kalmıyor, domuzlar aynı zamanda 8-10 kat fazla dışkı atığı da üretiyorlar. İşlenmemiş atıklarla ilgili gevşek çevre düzenlemeleri nedeniyle, domuz çiftçileri tüm ham atık malzemeyi boşaltmak için “lagün” adı verilen futbol sahası büyüklüğünde hendekler kazıyorlar. Lagünler normal pompalama için çok fazla dolduğunda, fazla atık sıvılaştırılır, bir dizi püskürtücü aracılığıyla pompalanarak doğrudan havaya püskürtülür. New York Times’ta yayınlanan bir makaleye göre: “Bu lagünlerdeki bakterilerin yeraltı sularını ve yüzey sularını kirlettiği ve yakındaki toplulukların havasına zehirli dumanlarla nüfuz ettiği biliniyor. Bu lagünler, Florence Kasırgası’ndan sonra da yakındaki sel sularına ve toplulukların yaşadıkları alanlara domuz gübresini püskürterek sızdı. Bu lagünlerin yakınında yaşayan insanlar, astım, ishal, göz tahrişi, depresyon ve diğer sağlık sorunları açısından yüksek risk altındadır.” Duke Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Julia Kravchenko tarafından kaleme alınan 2016 tarihli bir rapor, domuz çiftliklerinden gelen atıklara maruz kalma ile akut kan basıncı artışı, nörodavranışsal ve akciğer fonksiyon bozuklukları arasında kimi bağlantılar buldu. Kravchenko’nun raporu ayrıca domuz yetiştiriciliği atıklarından kaynaklanan kimyasalların neden olduğu kanserojen etkileri de ilk kez ortaya koydu.
Etin çevreye ve özellikle iklim değişikliğine olan feci etkisi bilinmesine rağmen, sermaye hâlâ yakın gelecekte et tüketiminde artışlar öngörüyor. Öldürme dürtüsüyle hareket ediyor ve bu ürünleri aktif olarak sübvanse ederken gıda endüstrisi tarafından aşırı üretilen satılmamış fazla ürünleri düzenli olarak satın alıyor. 2016’da ABD, bunu aktarabileceği bir piyasa talebi olmadığı halde 1,2 milyar pound (~545 bin ton) fazladan peynir üretimine sahipti. Bu miktar, süt tüketiminde yakın zamanda yaşanan düşüş ve Trump yönetimi tarafından ABD mallarına uygulanan ithalat vergileri nedeniyle artıyor. Bu aşırı üretimi şirketlerde küçülmeye giderek halletmek yerine, bu ürünlerin mümkün olduğunca çoğunu süpermarket rafındaki gıdaların içine tekrar koyabilmek için devlet tarafından yeniden işleme ve sıkıştırma işlemlerinde yaratıcı çabalar gösterildi. Süt ürünleri için federal olarak zorunlu kılınan kontrol işareti koymadan alınan bedellerle finanse edilen bir şirket olan, süt ürünleri endüstrisinin yarattığı Dairy Management Inc. ile ortaklaşarak ABD Tarım Bakanlığı (USDA), süt tüketimini artırmak için her yıl 140 milyon dolar harcıyor. Dairy Management, ABD halkının beslenme alışkanlıklarına giderek artan miktarda peyniri soktu: Örneğin, 2018’de, Dairy Management, Pizza Hut’ı tüketicilerin daha fazla pizza istediğine ikna ettikten sonra şirket, ürünlerine fazladan peynir eklemesi için baskı gördü.
Et Endüstrisinde Emek
Et şirketleri sadece çevreye zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda en kötü iş gücü suistimallerine de ev sahipliği yapıyorlar. Bu, Upton Sinclair’in The Jungle’ından başlayarak 100 yılı aşkın süredir belgelenegelmiş bir durumdur. Son derece “uysal” düzenleyici kurumlarla birlikte düşünüldüğünde gıda endüstrisinde çalışma koşullarının berbat olması şaşırtıcı değildir, çünkü tüm kapitalist endüstriler, işçilerinden elde edebilecekleri kârı en üst düzeye çıkaracaklardır. Emekleri sömürülmesi en kolay olanlar oldukları için et endüstrisi adeta göçmenler ve mahkumların kanından beslenir. Et şirketleri, fabrika-çiftlik tesislerini bilinçli bir şekilde, daha kötü koşullar altında daha az kazançla çalışmayı kabul edecek çaresiz, beyaz olmayan kişilerden oluşan yedek emek ordusunun yaşadığı kırsal, düşük gelirli bölgelerde inşa ederler. Bu tesislerde tuvalet molaları, işleme hattının hızlı hareket etmesini engeller, bu nedenle işçiler çalışmak için çocuk bezi giyer ve kendi üzerlerine idrar ve dışkılama yapmaya zorlanırlar. Covid-19 salgınının en kötü yaşandığı yerlerden biri et fabrikaları oldu, zira bu süreçte fabrikalar yavaşlamayı ya da güvenlik standartlarını ciddiye almayı reddettiler. Buralarda kazalar olağanlaşmıştır. Sadece ABD’de, her hafta bildirilen iki ampütasyon vakası var. ABD et endüstrisindeki işçilerin, ciddi şekilde yaralanma olasılığı, ortalama bir Amerikalı işçiye göre üç kat daha fazladır; bu oran, domuz ve sığır eti işçileri için zorlanmadan kaynaklı tekrarlayan yaralanmalarla yedi kata kadar çıkmaktadır. Bu rakamlar, yaralarını bildirmeleri halinde cezalandırılmaktan korkan belgesiz işçilerin yaygınlığı nedeniyle muhtemelen gerçek sayının altındadır.
Yaralanmalar fiziksel olanların ötesindedir. Mezbaha işi son derece travmatiktir ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu ve daha az bilinen PITS (suçluluğun neden olduğu travmatik stres) dahil olmak üzere çeşitli bozukluklara yol açtığı bilinmektedir. Ayrıca, daha yüksek aile içi istismar vakaları, yanı sıra alkol ve uyuşturucu kullanımı da dahil olmak üzere suç oranlarındaki artışla da bağlantılı bir iş koludur. Eski bir Tyson kümes hayvancılığı fabrikası çalışanı ve artık bir çevre aktivisti olan Virgil Butler şunları söylüyor:
“Bir süre sonra, aklın almayacağı miktarda öldürme ve kan sizi gerçekten etkileyebiliyor. Özellikle de tüm duyguları durdurup robotlaşmış bir ölüm zombisine dönüşemezseniz. Kendinizi büyük bir ölüm makinesinin parçası gibi hissediyorsunuz ve hemen hemen aynı şekilde davranılıyorsunuz. Bazen tuhaf düşünceler kafanıza girer. Sadece siz ve ölen tavuklar var. Gerçeküstü duygular, davranışınızın barbarca doğası nedeniyle böylesine bir dehşete dönüşür. Binlerce çaresiz kuşu öldürüyorsunuz (bir gecede 75 ila 90 bin). Bir katilsinizdir.”x
Butler, kendisinin ve meslektaşlarının karşılaştığı izolasyonu daha da detaylandırarak şunları ekliyor:
“Toplumun bir parçası değil, toplumdan soyutlanmış hissediyorsun. Bir başına. Çoğu insandan farklı olduğunu biliyorsun. Kafalarında korkunç ölüm görüntüleri yok. Senin gördüğünü onlar görmediler. Ve görmek de istemiyorlar. Bunu duymak bile istemiyorlar.”
Sendika kurmak ve sendikalara katılmak, bu sektördeki ücreti, güvenlik standartlarını ve çalışma koşullarını artırma potansiyeline sahip; ancak tam da bu nedenle bu endüstriyel tarım devleri, işçilerin özgürce örgütlenme hakkına karşı oldukça sert mücadele ederler. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün “Haksız Çıkar” başlıklı raporu, Tyson, Perdue ve Smithfield gibi şirketlerin ortaya çıkabilecek herhangi bir işyeri örgütlenmesini ezmek için ne kadar ileri gidebileceklerini ortaya koyuyor: işçileri işten atma ve sınır dışı etme, casusluk, huzursuzluk ve taciz, sindirme ve işçilerin sendikalaşmaya çalıştıkları tesislerin tamamen kapatılması. 1970’lerde Perdue Farms, Delmarva Yarımadası’nda sendikalaşmanın olduğu birkaç kümes hayvanı fabrikasını satın aldı ve onları hemen kapattı. Tüm sendikalı işçileri işten çıkararak fabrikaları sendikasız tesisler olarak yeniden açtı. Tehdit ve sindirmenin daha dehşet verici örneklerinden biri, Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu’nun (NLRB) işçilerin tesisteki “KKK tarzı haç yakma” eylemi diye tanımladıkları, üzerinde haç işareti bulunan sendika tişörtünün yakılmasını bildirmesinin ardından Perdue’yu örgütlenmeyle ilişkili malzemelere el koyma, korkutma ve tehditten suçlu bulması olayında yaşandı. Bu tür taciz ve sindirmeler, hayvan yetiştiriciliği endüstrisinde olağan ve yaygındır.
Bu sindirme taktiklerinin çoğu göçmen ve belgesiz işçileri hedef alma eğilimindedir. 2001’de Nebraska Beef işçileri, United Food and Commercial Workers (UFCW) sendikası ile temsil edilmek üzere NLRB’ye bir seçim başvurusunda bulundular. Oylamadan önceki haftalarda işçiler, sendikalaşmaya yönelik oy kullanımına karşı işçileri korkutmak için şirket tarafından kullanılan bir dizi gözdağı taktiğini ifşa ettiler: belgesiz işçileri hedef alan ve onları tek tek arayan şirket, eğer oylamada “evet” derlerse sınır dışı edileceklerini, ancak sendikalaşma çabalarına karşı çıkarlarsa, saatlik ücretlerine yüzde 25 zam alacaklarını söylemişti. Ayrıca işçilere yalan da söylediler ve onlara sendikalı olurlarsa sendikanın onların önemli durumlarda Meksika’ya gitmelerine izin vermeyeceğini söylediler. Nihayetinde bu sindirme taktikleri başarılı oldu ve sendikalaşma çabası yenildi. NLRB’nin incelemesi üzerine şirket yönetimi, seçimle bağlantılı dönemde çok sayıda işçi hakkını ihlal etmekten suçlu bulundu.
Yukarıda bahsedilenler gibi düzinelerce örnek var ve sendikalaşma çabalarını yok etmek için kullanılan bu tür yasadışı taktikler, tarım endüstrisinde şaşırtıcı derecede düşük bir sendikalaşmaya yol açmışlardır. Çalışma İstatistikleri Bürosu’na göre, 2017’de sendika üyeleri, tüm özel sektör tarım işçilerinin yalnızca yüzde 2,1’ini oluşturuyordu. Küçük bir direniş bile ciddi şekilde cezalandırılıyor: ABD tarihindeki Göçmenlik ve Gümrük Muhafazası (ICE) kurumunun en büyük saldırısı, fabrikada çalışan kadınlar 3.75 milyon dolarlık cinsel taciz davasını kazandıktan kısa bir süre sonra, bu tavuk işleme tesisinde çalışan işçilere yönelik gerçekleştirildi. Et işçilerinin hayatlarının tehlikede olduğu Covid-19 salgını karşısında ne tür bir örgütlenmenin gerçekleşeceği ise henüz belirsizliğini koruyor.
Gıda Dağıtımındaki Sorunlar: Gıda Çölleri ve Beslenme Üzerinden Irkçılık
Daha önce de belirtildiği gibi, bir süpermarkette sahip olduğumuz seçenekler sınırsız gibi görünse de aslında öyle değildir. Ne tükettiğimizi büyük ölçüde etkileyen bu seçeneklerin oluşumudur. Bazı belirli yiyeceklerin sağlığa ve çevreye olumsuz etkilerinin, hem kahverengi hem de siyah toplumunu orantısız bir şekilde daha çok etkilemesi ve onlara yakın süpermarketlerde bulunan ürünlerin çoğunu bu yiyeceklerin oluşturması yapısal ırkçılığın devreye girdiği noktadır. “Gıda çöllerindeki” yapısal ırkçılık (uygun fiyatlı ve besleyici gıdaya erişimin sınırlı olduğu ya da olmadığı yerler) ana akım söyleme kadar ulaştı. Ancak gıda dağıtımıyla ilgili diğer sorunlar o kadar da derinlemesine tartışılmamaktadır. Örneğin, standart ABD beslenme diyetindeki en büyük doymuş yağ kaynağı olan süt ürünlerini ele alalım. Süt ürünleri, gıdayla bağlantılı çok sayıda hastalığın kaynağıdır. Batı Avrupa kökenli insanlar, laktozu, süt alerjisi olmaya yatkın renkli halklardan insanların büyük çoğunluğundan daha iyi sindirirler. Ancak yoksul insanlar başka yiyecekler almayı öyle kolayca seçemezler. Daha sağlıklı alternatifler piyasadan dışarı itildiğinde, hayvansal ürünler, işlenmiş tahıllar ve şekerler, yüksek oranda sübvanse edildikleri ve dışsallıkları vergi ödeyen yurttaşlara ödetildiği için mevcut olan tek seçenek olur. Sağlıksız olmalarına rağmen, yapay olarak ucuz hâle getirilmiş fiyatları nedeniyle yoksul ailelerin satın alabileceği tek besin onlardır.
ABD’de her sekiz kişiden birinin “gıda güvencesizliği” (açlığın üstü kapalı söylenişi) yaşadığı tahmin ediliyor. ABD’deki çocuklara bakıldığında bu oran daha da yükseliyor: her altı çocuktan birinin “gıda güvencesi yok”. Pek çok aile, kendilerini ve ailelerini beslemek için yardım kurumlarından desteklere, refah yardımlarına ve okul öğle yemeği programlarına bel bağlamış durumda ve milyonlarca çocuk, kötü şöhretli, sağlıksız ve yüksek oranda işlenmiş gıdalardan oluşan okul yemeklerine dayanmak zorunda. ABD’de obezite ve gıdayla ilgili hastalıklarla başa çıkmak zorunda kalan çocukların sayısının, özellikle de düşük gelirli çocuklar arasında aniden yükselmesi şaşırtıcı değil. On yaşa kadar inen küçük çocuklarda, kalp hastalığının habercisi olan sertleşmiş arter belirtileri görülüyor. Journal of the American Heart Association’da yayınlanan araştırmaya göre, “Çocukların, 2-3 yaş gibi erken yaşlardaki sosyoekonomik konumları ile 11-12 yaşlarındaki şahdamarı ölçümlerindeki kalınlıkları arasında bir ilişki mevcut.”
Kapitalizm, yoksulları ve işçi sınıfını, mevcut yemek kültürümüzle sağlık sorunları ve tıbbi borçlarla dolu yapay olarak kısaltılmış bir yaşam süresine mahkum ediyor. Çok az tamamen bitki bazlı gıdayla ve aşırı miktarda işlenmiş et, peynir, rafine tahıllar ve şekerle donatılmış bir diyet olan Standart Amerikan Diyeti, bize kapitalizm tarafından dayatılmıştır. Düşük gelirli ve gıda güvencesi olmayan bireylerin kronik hastalıklara yakalanma olasılıkları çok daha yüksektir. Bilimsel dergilerin belirttiği üzere “Bir dizi çalışma, gıda güvencesizliği ile kalp hastalığı, diyabet, hipertansiyon ve genel sağlık durumu dahil kendi kendini belli eden kronik hastalıklar arasında birbirini kesen ilişkiler olduğunu bildirmiştir.” Bu, “ölüm boşluğu” (death gap) olarak bilinen şeye yol açmıştır: Daha zengin Amerikalılar, düşük gelirli Amerikalılardan ortalama 10-15 yıl daha uzun yaşıyorlar. Renkli halklardan insanlara bakıldığında durum daha da çarpıcı bir hâl alıyor: Afrikalı Amerikalıların beyazlardan 1,5 kat daha fazla obez olduğu, kalp hastalığı ve felç geçirme olasılığının iki kat ve diyabet teşhisi konma olasılığının iki kat olduğu sonucuna ulaşılıyor. Bu rakamlar Latin toplulukları için de çok benzer. Dahası, obezite veya “şişmanlık”, kişisel başarısızlığın bir göstergesi olarak yeniden şekillendiriliyor ve popüler kültürde dışlanıyor. Bu sistemik arızanın sorumluluğunu kişisel bir sorumluluğa dönüştürerek, sistemi daha da korurken, milyonlarca insanın, özellikle de renkli halklardan olanların, özsaygısını ve fiziksel sağlığını da bozan bir yaklaşım.xi Bu, kapitalizmin bizi yalnızca, gıdadan tutalım sağlığımızın bozulmasına kadar yabancılaştırmakla kalmayıp, aynı zamanda bu yabancılaşmanın yerini alacak bir diyet ürünleri endüstrisini de yarattığı anlamına geliyor. Bu endüstri, “mucizevi” gıdalardan profesyonel psikolojik tavsiyelere kadar uzanan bir ürün kataloğuna sahiptir, ki çoğu zaman bunlar işe yaramazlar; çünkü burada temel neden asla ele alınmaz: yiyeceklerimizin sağlıksız, bağımlılık yapıcı olduğu ve eşitsiz bir şekilde dağıtılması gerçeği bir kenara bırakılmıştır.
Gıdayla ilgili hastalıkların yılda yaklaşık 25 milyar dolara mâl olduğu tahmin edilmekte ve bunun 2050’ye kadar yılda 50 milyar dolara çıkması beklenmektedir. Bu, sağlıklı gıdaların dağıtımı da dahil koruyucu hekimliğe yönelik hiçbir hevesi ve teşviki olmayan ilaç şirketlerinin muazzam kârlar elde etmesini sağlar. Besi hayvanlarını “sağlıklı” tutmak için antibiyotiklerin yoğun kullanımı ise kapitalist kâr elde etmek ile insanların sağlığı arasında daha da büyük bir çıkar çatışmasını yaratır (ABD’de kullanılan antibiyotiklerin yaklaşık % 70-80’i hayvancılıkta kullanılıyor).xii Nüfusun tamamı, hızla büyük bir sorun haline gelmekte olan, antibiyotiğe dirençli tehlikeli enfeksiyonlara maruz kalma riski altındadır. ABD’de her yıl en az iki milyon kişi antibiyotiklere dirençli bakterilerle enfekte oluyor ve her yıl bu enfeksiyonların doğrudan bir sonucu olarak en az 23 bin kişi ölüyor. Dahası, hayvanların bulundukları mekanların yakın çevresi viral enfeksiyonlar için bir üreme alanıdır. 2012’deki Orta Doğu solunum sendromuna (MERS) neden olan koronavirüsü, tıpkı 2005’teki kuş gribi salgınındaki virüste olduğu gibi, endüstriyelleşen deve sektörüyle doğrudan ilişkilendirilebilir. Burada, SARS ve Covid-19 salgınlarının da ilişkili olduğu, yabani türlerin artan oranda ticarileştirilmesinden ve eskiden kırsaldaki nüfusun zorla kentlileştirilmesinden bahsedilmiyor bile.
Sonuç
Sosyalistler olarak, programlarımızda gıda üretimini ve tüketimini merkeze almalıyız. Gıda egemenliği, filizlenen bir sosyalist proje için acil olarak atılacak bir adım olmalıdır. Son Covid-19 krizi, birçok şeyin üretiminin gereksiz olduğunu, ancak gıda olmadan öylece yaşayamayacağımızın altını çizdi. Toplumun hayatta kalması için tedarik zincirlerinin devam etmesi gerektiğinden, taşımacılık sektöründeki sürücülerin ve nakliye işçilerin çok kritik bir işlev gördüğü görüldü. Şimdilik, marketlerde stoklar dolu durumda. Ancak tarihte istikrarlı bir şekilde görüldüğü üzere ani değişikliklerin şoku, kıtlıklara yol açmıştır. Gıda üretim ağları genişledikçe ve küreselleştikçe, Covid-19’un gıda güvencesizliği yaratma potansiyeli bulunmaktadır.
Daha yerel bir ölçekte, giderek birçok grup dikkatini önce gıda dağıtımına, sonra da topluluk bahçelerinin kurulmasına veriyor. Böylesine bir güvencesizlik çağında, politik programlarda gıdanın önemi artıyor. İnsanlar onları kimin beslediğini unutmaz. Küba’nın dönüşümü gelecek vaat eden bir ufuktur: SSCB’nin çöküşünden sonraki özel dönemin acılarına rağmen, Küba, sürdürülebilir tarıma sahip dünyadaki tek ülke olmak için tarımını tamamen yeniden tasarlama şansını kullanmıştı.xiii
Gıda egemenliği esastır, ancak herhangi bir gıda bunu garanti etmez.xiv Sosyalistler sağlıklı ve sürdürülebilir gıda üretimini merkeze almalıdır. Gıda giderek bir meta olmaktan çıkarıldıkça, yiyecekleri artı değer elde etmek için işlemeye yönelik teşvik sosyalizmde büyük ölçüde azalacağından yüksek oranda işlenmiş gıdaların üretiminde keskin bir düşüş göreceğiz. Sosyalistler, hem çevre hem de sağlık meseleleri nedeniyle etin meta olmaktan çıkarılmasının, sosyalist bir program için gerekli bir dayanak olduğunu ciddi olarak düşünmelidirler. Ayrıca bize et satarken oldukça derine işlemiş “cinsiyetçilik” ve “av” imgelerinin nasıl kullanıldığının da farkına varmalıyız.xv Daha rasyonel bir planlama altında, et üretimi, vergi ödeyenlerin üzerine binen bir yük şeklinde daha az dışsallaştırılacağından büyük bir küçülme yaşamak zorunda kalacak ve üretiminin tersi yönde teşvikler söz konusu olacaktır. Küresel tarım arazileri böylece özgürleşebilir veya doğal alanlara dönüştürülebilirler ve ekonomi herkesin yararı için işleyeceğinden zararlı böcek ilaçları veya antibiyotiklerin kullanımının da büyük ölçüde azaltılması gerekecektir.
Enternasyonalist bir platform, gıda patentlerinin derhal kaldırılması ve yerli toplulukların tanınması ve güçlendirilmesi konularını içermelidir. Aslında Kolomb öncesi (coğrafi keşifler öncesi) toplumlar, dünyanın en büyük ziraat mühendisleriydi. Ancak şu an durum korkunç: Meksika, NAFTA’nın uygulanmasından sonra en büyük ikinci mısır ithalatçısı haline geldi ve yerli topluluklar mısırın evcilleştirilmesinin ve geliştirilmesinin sağlayıcıları olmalarına rağmen dahi, patentli ürün çeşitlerinin oraya sızmasına tanık oldular. Mısır tohumu takası üzerinden gelişen Zapatist direnişi, patentli monokültüre karşı direncin alabileceği şekillere bir örnek oldu.
Emperyalist kâr akışı denklemden çıktığı ölçüde, Küresel Güney’deki ülkeler ihracata yönelik piyasa mahsullerinin büyük çaplı üretimine artık zorlanmayacaktır. Tarımları sürdürülebilir faaliyetlerine dönebilir ve ormanları yeniden büyütülebilir. Kolomb geldiğinde %90 olan, devrimden önce %10’a düşen ve şimdi ise %30’a varan Küba’nın ormanlarının toplam yüzölçümüne oranı ekosistem tahribatına bir karşı örnek olarak yine sunulabilir.
Günümüzde, örgütlü emek hareketi monokültür, böcek ilacı ve herbisit kullanımının azaltılmasıyla birlikte daha yüksek güvenlik standartları talep edebilir. En önemli örneği Cesar Chavez liderliğindeki Birleşik Tarım İşçileri örneği olmak üzere, çiftçilerin örgütlenmesinde birçok başarı öyküsü mevcuttur. Et endüstrisi de örgütlenmek için olgunlaşmış bir sektördür ve mevsimselliğe bağlı değildir.
Sosyalistler barınma ve sağlık hizmetini bir insan hakkı olarak kabul ediyorlar, ancak sağlıklı gıdayı da bir insan hakkı olarak talep etmeye başlamanın zamanı gelmiştir. Sağlıklı ve dengeli, son derece besleyici ve çeşitli beslenme, sadece halklarımızı daha sağlıklı hâle getirmekle, kaynakları ve yaşamları daha da ileriye götürmekle kalmaz, aynı zamanda çevre ve dünyanın geri kalanıyla olan ilişkimizi de geliştirir. Gıda, işçi sınıfının bir meselesidir ve işçilerin yaşamları ve çevre pahasına aşırı gıda üretirken açlığı sürdüren bu sistem derhal ortadan kaldırılmalıdır, bu yüzden sosyalistler olarak ayağa kalkıp herkes için gıda adaleti amacıyla mücadele etme zorunluluğumuz bulunmaktadır.
iKapitalizmin gelişimiyle kaynakların sürdürülemez şekilde topraktan çıkarılışı arasındaki bağlantı J.W. Moore’un “Capitalocene Part I” makalesinde detaylı bir şekilde anlatılmıştır.
iiBu teorizasyonun tarihiyle ilgili bilgi için bkz: Marx’ın Ekolojisi, John Bellamy Foster.
iiiJ. B. Foster, B. Clark, R. York. The Ecological Rift: Capitalism’s War on the Earth.
ivVandana Shiva, Stolen Harvest: The Hijacking of the Global Food Market.
vMike Davis, Late Victorian Holocausts.
viUlusötesi şirketler daha sonra bu patentleri hukuk sistemi aracılığıyla uygularlar, örneğin PepsiCo/Lays, Pakistanlı çiftçilere patentli patates ektikleri için dava açmaktadır. (https://www.businessinsider.com/pepsico-suing-indian-farmers-accused-growing-unique-lays-potato-2019-4)
viiBasil Davidson, Black Star: A View of the Life and Times of Kwame Nkrumah.
viiiM. Brandt, Zapatista Corn: A case study in biocultural innovation.
ixGodfray ve arkadaşları. “Meat consumption, health, and the environment”, Science (2018). Bu makale, et tüketiminin çevresel etkisi üzerine en kapsamlı çalışmayı sunmaktadır.
xKişisel blogundan alıntı: https://cyberactivist.blogspot.com/2003/08/inside-mind-of-killer.html
xiDaha aşağılayıcı bir örnek “Amerikalılara, özellikle de renkli halklardan olanlara” salgın sırasında alkolden uzak durmalarını tavsiye eden genel cerrah idi:https://www.washingtonexaminer.com/news/surgeon-general-tells-americans-to-avoid-alcohol-during-coronavirus-pandemic
xiiBkz. Rob Wallace’tan “Big Farms make Big Flu” ve Mike Davis’ten “The Monster at Our Door”.
xiiiLevins (2005), “How Cuba is going ecological”. Ayrıca gıda egemenliği üzerine belgesele de bkz: “Agroecologia en Cuba” (2017): https://www.youtube.com/watch?v=O9-awhAqezk
xivRobert Biel, “Sustainable Food Systems”.
xvCarol Adams, “The Sexual Politics of Meat”.