Bu yazı, 26-27 Haziran 2021 tarihlerinde çevrimiçi olarak düzenlenen Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’nun Ekoloji Mücadelesinde Hukuk başlıklı 4. oturumunda yapılan sunumun gözden geçirilmiş halidir. Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’ndaki oturumların tamamını izlemek için youtube’daki oynatma listesine ulaşabilirsiniz.
Başlık benim değil, sempozyumu düzenleyen arkadaşların başlığı. Ancak var olan durumu da iyi anlatıyor. Ekoloji hukukunun uygulamasının ne hale geldiğini, bunun hukukla düzeltilme arayışını çağrıştırıyor. Benim sunumum da bunun denemesi olacak.
Bergama ile Başlayan Altın Madenciliği
Madenciliğin ve Çevre Hukuku ile çelişkisi 1990 yılların başından itibaren Bergama’da başladı. Altın madenciliği Türkiye’ye Ovacık Altın Madeni ile girdi. Önce taşımız toprağımız altınmış diye sevinen Bergamalılar, işin gerçeğini öğrenince, eşine ender rastlanır bir yaşamı savunma hareketini yarattılar. Bilimsel çalışmalar, hukuksal girişimler, sivil itaatsizliğin en güzel örneğinin sergilendiği çoğunluğu kadınlardan oluşan etkili toplumsal direnişiyle, Bergama hareketi 1990 yıllarda iz bıraktılar.
Bugün Türkiye’nin neresinde olursa olsun, bir çevre sorunu ve ona karşı mücadele varsa, Bergama hareketinin izlerini taşır. Bergama hareketine yönelik dezenformasyon ve psikolojik hareket örneklerinin aynısı zaman zaman diğer hareketler için de gündeme gelir. Alman Vakıfları yalanı bunun en çok kullanılanı. Bergama hareketinin sloganlarından birisi “her yer Bergama, hepimiz Bergamalıyız”dı. Bunun bir anlamı şuydu;“kirli altın madenciliğini Bergama’da önleyemezsek, ülkenin her tarafına yayılacak”. Bergama hareketinin, en önemli yanı etkili toplumsal hareket olmasıydı, bir diğer yanı da alınan yargı kararları, AİHM kararlarıyla çevre hukukuna kazandırdıklarıydı.
Bu kazanımların önüne geçmek için uluslararası maden şirketlerinin hazırladığı metinler kanun haline getirilerek Maden Kanunu ile madenciliğin yarattığı kirlilik ve yıkımı önleyen yasalarda ciddi değişikler yapıldı, madencilik adeta dokunulmazlığı olan faaliyete dönüştürüldü. Söz konusu olan madencilik olduğu zaman, temiz suya erişim hakkı, mülkiyet hakkı, ormanların korunmasına dair anayasal güvenceler, kültürel ve doğal varlıkların korunmasına ilişkin yasal düzenlemeler, imar ve planlama zorunlulukları yok sayıldı yerel yönetimlerin ruhsatlandırma ve denetleme hakları ortadan kaldırıldı. Artık her türlü izin ve ruhsat merkezi iktidar ile onun ildeki temsilcisi Valilik tarafından veriliyor, yerel yönetimlerin su havzasında olan madenleri bile denetleme yetkileri yok. Madenciliği önceleyen yasal düzenlemelerle artık, ormanlar, meralar, su havzaları, sit alanları, geçimlik topraklar artık korumasız. Kazdağları’nın büyük bölümünün ruhsatlandırılmış olması her gün bir yerlere sondajlar vurulması, dağların madencilerin istilasına uğraması, Bergama’dan başlayan siyasi ve hukuki sürecin sonucudur.
Bugün artık Bergama-Ovacık Altın Madeninden Cerattepe’ye, Fatsa’dan İliç’e, Kazdağları’ndan Kışladağ’a, Efemçukuru’ndan Bakırtepe’ye, Madra’dan Mastra’ya, Amasya’dan, Tokat’tan Emirdağ’a, Muratdağı’na altın olan ülkenin her karış toprağı altın madenciliği için delik deşik ediliyor, tehlikeli kimyasallar ve ağır metallerle geri dönüşü olmayacak şekilde kirletiliyor.
Madencilik, Çevre Hukukunun Kemiriyor
Madencilikte çevre hukukunun temel ilkelerinin yok sayılması henüz arama faaliyetleri aşamasında başlıyor.
Çoğunlukla daha önce MTA tarafından tespiti yapılan maden sahaları, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü tarafından ihaleye çıkartılıyor, ihaleyi alan şirkete arama ve işletme ruhsatı ve izni veriliyor.
Arama faaliyetleri aşamasında çevresel etki değerlendirmesi dahi yapılmıyor. Bu konuda uzun yıllardır elde edilen hukuksal kazanımlar var, ama ne yazık ki bugün tersine dönmüş durumda.
Çevre Kanunu’nun 10.maddesindeki “Petrol, jeotermal kaynaklar ve maden arama faaliyetleri, ÇED kapsam dışıdır” düzenlemesi, Anayasa Mahkemesi’nin 8.7.2009 tarih ve 27282 sayılı R.G.’de yayımlanan, 15.1.2009 T. 2006/99 E. ve 2009/9 K. Sayılı kararı ile iptal edilmişti. Mahkeme kararı önemli değerlendirmeler içermekteydi.
Anayasa’nın 56. maddesinin birinci ve ikinci fıkrasında “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” hükmü yer almaktadır.
Anayasa’nın 56. maddesinin gerekçesinde, vatandaşın korunmuş çevre şartlarında, beden ve ruh sağlığı içinde yaşamını sürdürmesini sağlamanın Devletin ödevi olduğu, Devletin hem kirlenmenin önlemesi hem de tabiî çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri alması gerektiği belirtilmiştir.
Yasa’nın değiştirilen 10. maddesinde belirtilen çevresel etki değerlendirmesi, aynı Yasa’nın değiştirilen 2. maddesine göre gerçekleştirilmesi plânlanan projelerin çevreye olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerinin belirlenmesinde, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde ve projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaları ifade eder.
Günümüzde çevrenin kirlendikten veya bozulduktan sonra eski hale getirilmesinin çok külfetli olması, hatta kimi durumlarda olanaksız bulunması nedeniyle, kirlenen çevreyi temizleme veya bozulan çevreyi onarma yerine, olumsuz etkileri baştan önlemenin yöntemleri aranmaktadır. ÇED, kalkınma ve ekonomik gelişme için yapılacak yatırım ve faaliyetlerin, doğayı tahrip etmeden ve çevreyi kirletmeden gerçekleştirilmesinde kullanılan yöntemlerden birisidir. ÇED ile korunmaya çalışılan temel unsur, çevre ve bu çevre içerisindeki varlıklardır.
ÇED kapsamı dışında tutulan arama faaliyetlerinin, biyolojik çeşitlilik üzerinde ya da doğada değişiklikler meydana getirebileceği, bu değişikliklerin uzun dönemli etkilerinin olabileceği, bu nedenle çevre için riskler taşıdığı açıktır. Bu açıdan kural kapsamındaki arama faaliyetinde, mevcut risklerin ortadan kaldırılabilmesi ve önlenebilmesi için ÇED’in öngörülmesi, Anayasa’nın 56. maddesinde Devlete verilen çevrenin korunması yükümlülüğünün bir gereğidir.
Kuralla, petrol, jeotermal kaynaklar ve maden arama faaliyetlerinin çevresel etki değerlendirilmesi kapsamı dışında tutulması Anayasa’nın 56. maddesine aykırıdır. Kuralın iptali gerekir.
Ulusötesi maden şirketlerinin siyasi iktadara ve hatta muhalefet partilerine yönelik lobicilik faaliyetleri etkili olmuş olsa gerek, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına rağmen, üzerinden 7-8 yıl geçmeden Maden Kanunun 17.maddesine son fıkra eklenerek Anayasa Mahkemesi kararı aşıldı. 28.11.2017 tarihli 7061 sayılı Kanunun 48. Maddesi ile “…Jeolojik haritalama, jeofizik etüd, sismik, karot, kırıntı ve numune alma ile bunlara yönelik sathi hazırlık işlemleri içeren faaliyetler için çevresel etki değerlendirmesi kararı aranmaz” düzenlemesi getirildi.
7061 Sayılı Kanunun iptali için de Anayasa Makemesi’ne başvuruldu, ama her nedense, daha önce AYM tarafından anayasaya aykırı bulunan maden aramalarına ÇED muafiyeti getiren 48.madde iptal dilekçesine dahil edilmedi.
Not düşmekte yarar var; Anayasa Mahkemesi’nin 05.07.2018 tarihli 2018/7 Esas 2018/80 karar sayılı (RG 06.10.2018) iptal davası Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Engin ALTAY, Özgür ÖZEL, Engin ÖZKOÇ ile birlikte 127 milletvekili tarafından açılmış.
Bu madde sayılan arama yöntemleri dışındaki maden, petrol ve jeotermal kaynak arama projeleri de ÇED Yönetmeliği’nin EK-2’de SEÇME-ELEME KRİTERLERİ UYGULANACAK PROJELER LİSTESİNDE yer aldığını not düşmeden geçemeyeceğim, yani çoğunlukla ÇED gerekli değildir kararı veriliyor.
Çevresel Etki Değerlendirilmesi (ÇED) nden muaf tutulması ya da ÇED Gerekli Değildir kararı verilmesi ile ruhsat sahibi madenciye her yolu açıyor.
ÇED de Güvence Yaratmıyor, 2009/17 sayılı Genelge Vakası
Yukarıdaki tespitten, çevresel etki değerlendirmesinin güvence yarattığı anlamı çıkmasın. ÇED sürecinin en önemli unsuru olan karar süreçlerine katılım yani halkın katılımının hiçbir önemi kalmamış durumda. Halk projeyi kesinlikle istemese de ve hatta toplantı yapılmasına izin vermese de bu hiç dikkate alınmadan ÇED olumlu kararı verilebiliyor.
ÇED raporlarının çoğunluğu kopyala/yapıştır kolaycılığı ile hazırlanmış, proje alanında yeterli bilimsel çalışma yapılmadan çalakalem hazırlanan bir kırtasiye yığını.
Diğer yandan ÇED raporlarını hazırlayan kişilerin ücretlerini doğrudan proje sahibi şirketten almaları da rapor hazırlayıcıların bilimsel ve objektif olabilmelerinin önlerinden en büyük engellerden birisidir.
Dönemin Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun imzası ile yayınlanan “ÇED Yönetmeliği Uygulamaları” konulu 13.02.2009 tarihli “2009/7 sayılı Genelge” ÇED’in güvencesini ve hukuk güvenliğini ortadan kaldırmıştır. Genelgede,” … ÇED olumlu kararları hakkındaki yürütmenin durdurulması/iptal kararları hakkında ÇED olumlu kararı verilen ÇED raporunun bir ya da birkaç bölümüne ilişkin ise yürütmenin durdurulması/iptal kararı, ÇED raporunun diğer bölümlerini olumsuz etkilemiyor, yani kararın tümünün yeniden ele alınıp değerlendirilmesini gerektirmiyorsa, ÇED raporunun hazırlanmasına ilişkin tüm sürecin en baştan tekrarlanmasına gerek bulunmamaktadır.” Denilmektedir. Uygulamada genelgenin bu düzenlemesi de aşılarak, mahkemenin iptal gerekçesi ne olursa olsun, yer seçimi yanlışlığı da olsa kararın uygulanmasına geçilmeden 2009/7 sayılı genelgeyle yeni bir ÇED olumlu kararı veriliyor.
2009/7 Sayılı genelge uygulamasında ÇED Raporunun hazırlanmasına ilişkin tüm sürecin en baştan tekrarlanmasına gerek yok, halkın katılımı toplantısı yapılmadan sadece eksik veya yetersiz görülen kısımların yeniden düzenlenerek hazırlanan ÇED Raporu Bakanlığa sunuluyor, İnceleme Değerlendirme Komisyonu (İDK) toplantısı sonucunda ÇED nihai yapılıyor, ne kadar itiraz gelirse gelsin ÇED olumlu kararı veriliyor.
Genelgenin kendisi tek başına yargı kararının yok sayılması ve dolayısıyla hukuk güvenliği ve hukuk devleti ilkesine aykırı, Halkın katılımı toplantısı atlanarak, çevre hakkının unsurlarından olan bilgi edinme ve karar alma süreçlerine katılma hakkı yok sayılıyor ve Çevre Hukukunun temel ilkesi olan İhtiyat ilkesi görmezden geliniyor.
Acele Edilerek, Hukuk Güvenliği Ortadan Kaldırılıyor
2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanuna 18.06.2014 tarihli 6545 Sayılı Kanunun 18.maddesi ile eklenen 20/A maddesi ile çevre davalarında uygulanmak üzere ivedi yargılama usulü getirildi.
İvedi Yargılama usulünde yargılamadaki süreler yarı oranında düşürüldü, yürütmenin durdurulması talebine ilişkin olarak verilecek kararlara itiraz yolu kapatıldı, daha da kötü yanı yasa yolu olan temyiz incelemesinde Danıştay evrak üzerinde yaptığı inceleme sonunda, maddi vakıalar hakkında edinilen bilgiyi yeterli görürse veya temyiz sadece hukuki noktalara ilişkin ise yahut temyiz olunan karardaki maddi yanlışlıkların düzeltilmesi mümkün ise işin esası hakkında karar verebiliyor.
Yani; doğal yargıcın yerinde yaptırdığı keşif ve bilirkişi incelemesi sonunda alınan raporlar, tarafların tartışmaları sonucunda verdiği hüküm, Danıştayca, hiçbir bilimsel ve yerinde inceleme yapılmadan, taraflar dinlenmeden bozuluyor ve davanın esası hakkında karar verilebiliyor, üstelik bu karara karşı itiraz yolu kapalı.
Bu şekilde, ivedi yargılama usulü uygulamasıyla, çevre davalarında, doğal yargıçlık, yüzyüzelik, silahların eşitliği, üst mahkemeye itiraz hakkı gibi adil yargılanma hakkının temel ilkeleri ortadan kaldırılmış durumda.
Hukuksuzluklara Karşı Hangi Hukukla Mücadele Edeceğiz?
İleri sürülebilecek meri hukuk normları halen var. Kısaca özetlemek gerekirse;
1972 Stockholm Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı Deklarasyonu’nun 1. maddesine göre; “…İnsanın, hürriyet, eşitlik ve yeterli yaşam koşullarını sağlayan onurlu ve refah içinde bir çevrede yaşamak temel hakkıdır. İnsanın bugünkü ve gelecek nesiller için çevreyi korumak ve geliştirmek için ciddi bir sorumluluğu vardır…”, 2. maddesine göre de; “…bugünkü ve gelecek nesiller için ihtiyaca göre özenli planlama veya yönetim ile dünyanın doğal kaynakları, hava, su, toprak, flora ve fauna dahil, özellikle de doğal ekosistemleri temsil eden örnekler korunmalıdır…”
T.C. Anayasa’nın 17/1. maddesine göre; “… Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” Anayasa’nın 56/2 maddesi “…çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir…” kuralını koymuştur.
1992 – Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Üzerine Rio Zirvesi Sonuç Deklarasyonu’na göre “İnsanlar, doğa ile uyum içinde sağlıklı ve verimli bir hayata layıktır. Çevre konuları en iyi şekilde, ancak ilgili bütün vatandaşların katılımı ile yönetilir”.
Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu çerçevesinde hazırlanan ”1998-Aarhus-Çevre Konularında Bilgiye Erişim, Karar vermeye Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi” Madde 3/9’a göre;Sözleşmeye taraf olan bir devletin ülkesinde herkes çevreyle ilgili bilgiye ulaşabilecek, bu alanlarda alınacak kararlarda söz sahibi olabilecek ve çevreyle ilgili konularda dava açabilecektir.
Anayasanın 90. maddenin son fıkrasının üçüncü cümlesiyle, evrensel ve bölgesel ölçekli uluslararası insan hakları hukukunun kaynaklarını oluşturan sözleşmelerden taraf olduklarımızı, denetim organlarının kararlarını da kapsayacak biçimde ulusal düzenlemelere üstün tutarak doğrudan doğruya uygulama yükümlülüğü getirilmiştir.
Diğer yandan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 2. maddesi yaşam hakkını mutlak ve vazgeçilemez temel insan haklarının başında saymaktadır. Çünkü yaşam hakkı, diğer temel hak ve özgürlüklere sahip olmanın ön koşulu olup, diğer hakların söz konusu olabilmesi, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının gereği gibi sağlanmasına bağlıdır. Çevre hakkı ile yaşam hakkı bu nedenle anlamlı bir bütünlük oluşturmaktadır. Çevre hakkının ise bilgiye erişim, karar alma süreçlerine katılım ve adalete erişim şeklinde 3 temel unsuru olduğu genel kabul görmektedir. Bunun düzenlendiği en önemli hukuk metni de yukarıda söz edilen Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi (Aarhus Sözleşmesi)dir. Bu sözleşme ile çevre hukukunun gelişiminde yeni bir dönem başlamıştır. Türkiye, bu sözleşmeye taraf olmamakla birlikte AB uyum sürecinde mevzuatını uyumlulaştırma yönünde taahhütte bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin bazı kararlarında da Aarhus Sözleşmesi hükümlerine dayanılmaktadır (Örneğin; (Anayasa Mahkemesi Bireysel Başvuru Numarası; 2013/2552, Karar Tarihi; 25.12.2016)
Diğer yandan Avrupa Konseyi Parlamentosu 27 Haziran 2003 tarihinde, çevre ve insan hakları konusundaki 1614 (2003) sayılı Tavsiyeyi kararında; “…İnsan Hakları Avrupa Anlaşmasının 2,3 ve 8. maddeleri ile anlaşmayı Kabul Protokolünün 1. maddesi ile garanti edildiği şekli ile aile ve özel hayata, sağlığa, hayata, şahsın fiziksel bütünlüğüne ve iyiliğine uygun bir korumayı sağlamak, aynı zamanda çevreyi koruma gereksinimi de özellikle hesaba katmak gerekmektedir. İnsanlara, sağlıklı, yaşanabilir ve haklara sahip bir çevrede yaşama hakkının tanınması, Devletlerin çevreyi milli yasalar ile, tercihen Anayasa düzeyinde koruma zorunluluğunu da kapsar. Aarhus Anlaşması tarafından tanınan, çevresel bilgilere, karar prosedürlerine ve çevre konulu mahkemelere halkın katılım hakkının ve bireysel hukuk haklarının garanti edilmesi”ni kararlaştırmıştır. Türkiye Cumhuriyet Avrupa Konseyi üyesi olmakla, 1614 sayılı tavsiye kararı gereğince, Aarhus Sözleşmesi hükümleri dayanabileceğimiz en önemli hukuksal metinlerdendir.
Hukukun Ekolojisi Tartışmaları
Geçen yılın ilk aylarından bu yana dünya koronavirüs (Covid-19) salgınıyla boğuşuyor. İlk olarak 1960’lı yıllarda görülmeye başlayan koronavirüs, mutasyon geçiren yeni haliyle ilk olarak Çin’in Hubei eyaleti Wuhan şehrinde ortaya çıktı ve tüm dünyaya yayıldı. Çok çabuk yayılan virüs, akciğer hastalığına neden olabilmekte ağır akut solunum yolu yetersizliği sonucu ölüme yol açıyor.
Dünya Sağlık Örgütü, son yıllarda sürekli olarak iklim krizinin,21. yüzyılda en büyük sağlık tehdidi olabileceği uyarısında bulunuyor. İklim krizi daha bir süre daha ciddiye alınmazsa kutuplardaki buzullar tamamıyla eriyeceği, buzulların erimesi ile binlerce yıldır uyuyan i virüs ve bakterilerin yeniden canlanması öngörülüyor, insan vücudunun, bu bakteri ve virüsleri, koronavirüs kadar bile tanımadığı bir başka bir gerçeklik.
Bu kapsamda 2012 yılında yazılmış Hastalık Ekolojisi başlıklı bir makalede;
“…En önemlisi, Predict araştırmacıları ölümcül virüslerin var olduğu bilinen Brezilya ve Peru’daki Andes’in bir ucundan diğer ucuna, Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan yeni otoban boyunca olduğu gibi, insanların ormanları yok ettikleri ara yüzeyleri izliyorlar. EcoHealth’in başkanı Dr. Daszak “ormana müdahalenin haritasını çıkararak bir sonraki hastalığın nerede ortaya çıkabileceğini tahmin edebilirsiniz” diyor. “Bu yüzden köy sınırlarına gidiyoruz; madenlerin yeni açıldığı yerlere, yeni yolların inşa edildiği bölgelere gidiyoruz. Bu bölgelerde yaşayan insanlarla konuşuyor ve ‘yaptığınız potansiyel bir risk’ diyoruz” deniyor.1
9 yıl önce yazılmış makaledeki tespit ve değerlendirmeler, bugünlerde yaşadıklarımıza dair bizi düşünmeye zorluyor. Bir virüs yaşamı teslim aldı, çok kalkınmış, çok zengin olan ve ağır silahları olan güçlü iktidarlarla yönetilen ülkeler de dahil olmak üzere tüm dünya virüs karşısında aciz kaldı. Korona virüsün, mutasyon geçirerek yaban hayatından insana bulaştığı bilimsel olarak kanıtlanmış durumda.
Bu da bize şunu göstermektedir; dünyada insan yaşamının sürdürülebilmesi için insanın doğanın bir parçası olduğunu kabul edip, onunla uyumlu bir yaşam kurması zorunlu.
Şimdiye kadar geçerli olan, doğal varlıkların metaya dönüştürülmesi, doğaya hükmetme uygulamalarının dünyayı getirdiği nokta, yaşadığımız pandemi ve iklim krizidir.
Bu dünyada sadece biz yaşamıyoruz; doğanın hâkimi ve sahibi değiliz. Benzer pandemilerin önlenmesi, yaşamın sağlıklı sürmesi için, atılacak her adımda yaşam alanlarının ve varlıklarının korunmasını esas alınmalıdır. Bunun yolu da doğayla uyumlu bir ekonomiyi, doğayla uyumlu bir toplumsal hayatı oluşturmaktan, kısacası yaşamın bütününü ekolojik hale getirmekten geçiyor.
İşte ekolojinin hukukunun artık güvence yaratmaması sonucunda hukukun da ekolojik hale getirilmesi tartışılmaya başlanmış durumda. Kısaca; Özel mülkiyetin bir “doğal hak” sayıldığı, doğal varlıkların yeryüzünde yaşayan tüm canlıların müşterek varlığı olması gerekirken yağmalanıp sömürüldüğü bu düzenle daha fazla yaşayamayız. Küresel çapta yaşadığımız çevresel, sosyal ve ekonomik kriz, dünyayı bir “makine” olarak gören ve insanları da onun sahibi ilan eden mekanikçi yaklaşımın sonucudur. Değişimin yolu, hukukun ekolojik ilkeler ışığında yeniden ve bizzat topluluklar tarafından oluşturulmasından geçiyor.
Var olan ekoloji hukukunun güvencesiz hale gelmesi karşısında, yaşamın korunması için, düzenlemeleri ve uygulaması ile hukukun da ekolojik hale gelmesi zorunlu gözüküyor.
1 https://hemhal.org/makale/hastalik-ekolojisi