İklim değişikliği/krizini durdurmak adına konuşan resmi ağızlar ülkeler arasındaki arasındaki ekonomik büyüme, gelir, altyapı ve hizmetler gibi alanlardaki eşitsizlikleri; mâli, teknolojik ve askeri bağımlılık ilişkilerini; ülke içindeki işçiler, yerli topluluklar, göçmenler ya da ırksal eşitsizliğe maruz kalanlarla zengin azınlık arasındaki eşitsizlikler ve adaletsizlikleri; bunların nedenleri ve sonuçları ile iklim değişikliği/krizi arasındaki bağları hiçbir şekilde gündeme getirmiyor. Küresel ısıtmanın bu eşitsiz sonuçlarıyla yüzleşen ve yükselen iklim adaleti hareketi son yıllarda uluslararası siyaseti ve kitlesel aktivizmi nasıl etkiledi ya da önümüzdeki dönemde nasıl etkilemesini bekliyoruz?
BM’de cisimleşen mevcut kurumsal yaklaşım iklim krizine karşı genel itibariyle, fosil yakıtların sınırlandırılması, yenilenebilir enerji kaynaklarının geliştirilmesi, karbon ticareti ve denkleştirme, karbon tutucu ya da giderici yeni teknolojilerin kullanılması ve nükleer enerji yatırımları yapılması gibi bir dizi piyasa aracı ile kamu adına devletin gerek düzenleyici olarak gerekse de mâliye ve vergi politikaları ile etkin bir rol aldığı bir geçiş öngörüyor. Bu “geçiş süreci”nin maliyetinin kim tarafından nasıl karşılanacağına dair ise devletler arasında bir kısmı hibe, bir kısmı ise kredi olarak yapılandırılması planlanan Yeşil İklim Fonu (GCF) gibi bir fonlama mekanizması uzun süredir gündemde.
BM çatısı altında yapılan iklim müzakerelerinde en hararetli tartışmaların yaşandığı bir konu olan “karbon bütçesi”, ortalama sıcaklıklardaki artışın 2 °C’nin altında tutulabilmesi için atmosfere salınabilecek karbondioksit miktarını, yani maksimum toplam (tarihsel birikimli) küresel sera gazı emisyonunu ifade eder. Kısaca dünyadaki kapitalist üretim faaliyetleriyle bu sıcaklık eşiğine kadar ne miktarda karbon yayılabileceğine dair bütçedir. 2 derece eşiği için atmosfere salınabilecek toplam karbondioksitin 3650 milyar ton, sanayi devriminden bu yana atmosfere salınan miktarın 2000 milyar ton olduğu bilimsel çalışmalarla hesaplanmıştır. Geriye kalan en fazla 1650 milyar tonluk değere “küresel karbon bütçesi” deniyor.
Devletlerin emisyon azaltımı için Paris İklim Anlaşması kapsamında ulusal katkı beyanları (NDC) adıyla sundukları taahhütlerini, sera gazı emisyonlarının artışındaki tarihsel sorumlulukları ve mevcut kapasitelerine göre yapması bekleniyordu. Ancak hukuki bağlayıcılığı olmayan anlaşmanın bu konuda da net bir kuralı yok. Devletler kendi ekonomik ya da siyasi çıkarlarına göre kendi karbon bütçelerini belirlediğinden tarihsel olarak oluşmuş eşitsizlikler aynen devam ediyor. “Gelişmekte olan” ya da “az gelişmiş” ülkeler, yüzyıllardır yüksek emisyonları sürdüren ülkelerle aynı sorumluluğu paylaşmadıklarını savunarak kendi “kirletme haklarını” talep ediyorlar ya da daha doğrusu insani gelişim için kapitalist kalkınma modelini tek seçenek olarak bir kez ortaya koyunca sera gazı emisyonları üzerinden geçmişe dönük bir adalet tartışması yürütebiliyorlar. ABD ve AB gibi emperyalist bloklar ise “hızla gelişmekte olan” ülkelerin katkı beyanlarının daha büyük karbon emisyon azaltımını öngörmesi gerektiğini savunarak bunu, bu ekonomilere karşı üstünlüklerini elde tutmanın bir aracı haline getiriyorlar.
Fakat asıl sorun şu ki, halihazırda ulusal olarak belirlenmiş bu katkılardaki azaltımlar tamamıyla yerine getirilse bile Paris Anlaşması’nın öngördüğü 1,5 ve 2 °C hedefleri aşılacak ve tahmini 2,4 °C’lik bir ısınmaya neden olacak. Bu nedenle de kalan “karbon bütçesi”nin tamamının sıfırlanması üzerine bu kadar rekabet edilmesi, tam bir riyakârlık ve aymazlık. Bu tür bir yaklaşım bütçeyi tüketmeye odaklandığı gibi halihazırdaki ısınmanın yıkıcı etkilerini kabul edilebilir gibi gösteriyor.
Kapitalistler ellerindeki fosil yakıtları son damlasına kadar kullanmanın hesaplarını ve bu arada da rakiplerinin ayağını bağlamanın planlarını yapıyorlar. ABD, iklim krizine karşı mücadelede başarının Çin, Rusya, Hindistan, Güney Afrika, Brezilya ve “bir dizi ülke”den gerçek bir eylem olmadan gelemeyeceğini iddia ediyor. Ne yazık ki, bu tür bir başarı aynı zamanda çok daha fazla uluslararası iklim finansmanı gerektiriyor. Yeni başkan Biden, ABD iklim finansmanı taahhütünü yıllık 11,4 milyar dolara çıkarma sözü verdi, ancak bu sayı Amerikan iç politikasının sıkışık denklemleri içinde hesaplandı ve ne küresel ihtiyaçla ne de ABD’nin adil payıyla hiçbir ilgisi yok.
İklim Eylem Ağı’nın (CAN) ABD şubesi, ulusların tarihsel sorumluluklarını ve harekete geçmek için mali kapasitelerini önceliklendiren bir metodolojiyi kullanarak 2030 yılına kadar ABD emisyonlarını ülke payı açısından “adil” bir hedef olan 2005 seviyesinin % 195 altına düşürmesi için çağrıda bulundu. Birleşik Krallık için 1990 seviyesinin % 200 altında benzer bir azaltma hedefi çağrısında bulundular. ABD ve İngiltere’nin kendileri için belirledikleri mevcut yurt içi hedefler sırasıyla % 50-52 ve % 68. Aradaki fark devasa.
İklim adaleti tartışmasının temelindeki en önemli kavram belki de iklim borcu. İklim borcu, erken sanayileşmiş ulusların ve yanı sıra kirletici şirketlerin Küresel Güney diye ifade edilen ülkelere borçlu olduğunu varsayan sömürgecilik ve eşitsiz ilişkilerin sonucu ortaya çıkmış meşru bir talep. Bu borçluluk anlayışı 1990’ların başında ortaya çıkan ve Ekvadorlu STK Accion Ecologica tarafından tanımlanan bir fikir olan “ekolojik borç” kavramının bir uzantısıdır: Küresel Kuzey’deki erken sanayi ülkelerinin şimdi gelişmişliklerinin, Güney ülkelerinin kaynaklarını yağmalama, orada çevresel tahribat yaratma, sera gazı salımlarını oraya taşıma, iklim ve çevre felaketleri karşısında bu ülkelerin yönetme kapasitelerini ellerinden alma gibi doğrudan ya da mâli araçlarla dolaylı olarak işgal edilmesine dayanmasından dolayı Güney ülkelerine ve halklarına karşı borçludurlar, der. Dolayısıyla bu borç, bugün Güney ülkelerinin “kalkınmak” ve büyümek için karbonsuz bir yolu tercih etmeleri için örneğin rüzgâr türbinleri inşa etmek veya sel savunması inşa etmek için gereklidir. Elbette kavramı, kapitalizmin emperyalist küreselleşme aşamasını açıklamada yeterliliği tartışmaya açık Kuzey-Güney teorisi üzerinden ele almak zorunda değiliz. Ancak tartışmanın genel çerçevesi açısından tarihsel izleğini takip edelim.
İklim borcu kavramı, emperyalist kapitalist devletleri çileden çıkaran bir kavram: Çünkü iklim değişikliği politikalarının kalbine gidiyor. İklim borcu, Kuzey ile Güney, zengin ile yoksul, sömürenler ile sömürülenler arasında 500 yılı aşkın süredir devam eden eşitsiz ilişkilere dokunuyor. Tarihsel sorumluluk ve kimin kime neden borçlu olduğu temel sorusunu gündeme getiriyor. Ve “borç”u finansal bir sorundan ziyade sistemik bir sorun olarak yeniden tanımlayarak, geleneksel zengin-fakir ilişkisini altüst ediyor. Genellikle alacaklılar, yoksullardan ödeme talep eden zenginlerdir, ancak iklim borcu bunu tersine çevirir: şimdi borçlarını isteyenler kişisel kazanç için değil, “insanlık ve Toprak Ana” için gelecek arayan dünyanın yoksulları.
İklim borcu, sera gazı emisyonları radikal bir şekilde azaltacak şekilde şehirler organize etmek, tüketim tarzları geliştirmek ve küresel ticareti yeniden organize ederek tüm insanların temel hizmetlere erişimini sağlamak ve ülkelerin kendi kendine yeterlilikleri için yeterince sanayileşmelerinin sağlamak için telafi edilecek bir “kalkınma borcuna” eşdeğerdir.
Son dönemde bir darbe sürecini atlatan ve yerli halklardan gelen başkanı ile Bolivya hükümeti iklim borcu hesaplamasına iki madde daha ekliyor: Uyum, azaltma ve emisyon borcuna ek olarak, kısıtlayıcı göç uygulamalarının kaldırılması ve tüm insanlara onurlu bir şekilde davranılmasıyla telafi edilecek bir “göç borcu” ve son olarak da Toprak Ana’ya olan borç. Bolivya hükümetine göre, bu borcun “tamamen telafi edilmesi imkânsız, çünkü insanlık tarafından işlenen vahşet korkunç bir boyutta. Ancak, bu borcun asgari tazminatı, verilen zararı tanımak ve aynı suistimallerin bir daha asla tekrarlanmamasını sağlamak için Birleşmiş Milletler Toprak Ana’nın Hakları Bildirgesi’ni kabul etmekten ibarettir.”
Nihayetinde borcun geri ödenmesinin tek yolu, tarihsel eşitsizlik ilişkilerinin kesin olarak kırılmasını ve hiçbir “yeni” borcun birikmemesini sağlamaktır. Bu hem Kuzey’de hem de Güney’de sistem değişikliğini gerektiriyor. İklim borcunun bu kadar yıkıcı bir fikir olmasının nedeni budur. Mevcut durumda zengin ülkeler – ve özellikle kümülatif tarihsel emisyonları en yüksek olanlar – borçlarını ödemeye istekli değil. Zengin Avrupa ülkeleri, ABD, Japonya, Avustralya ve Kanada, hem doğanın tahribatı ve kaynakların çıkarılması yoluyla yoksulların sırtından servet ve güvenlik biriktirerek hem sadece azaltım ve adaptasyon değil, aynı zamanda kendi müsrif tüketimlerini değiştirme açısından da gerçek faturayı ödemeyi reddediyorlar. Sadece kendi emisyonlarını azaltmayı reddetmekle kalmıyorlar – dolayısıyla azaltımın yükünü başkalarına yıkıyorlar – aynı zamanda suçu, mevcut emisyonları hızla artan Çin, Brezilya ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelere kaydırmaya çalışıyorlar.
Başta değindiğimiz gibi 2009’da sanayileşmiş – veya Ek-2’de yer alan – ülkeler, daha yoksul ülkelerde iklim eylemini desteklemek için 2020 yılına kadar yılda 100 milyar dolara yükselen fonlar sağlamayı kabul etti. 2008 büyük finansal krizde büyük şirketleri kurtarmak için bir anda trilyonlarca dolar gözden çıkarılırken hemen o yıllarda neden sadece 100 milyar dolar? Bu rakam nasıl belirlendi? Herhangi bir bilimsel kritere göre değil, tamamen keyfi. BM’ye göre, gelişmekte olan ülkelerde iklim adaptasyonunun gerçek maliyetleri 2050 yılına kadar yıllık 500 milyar dolardan daha fazla ve bu miktar kriz derinleştikçe her geçen gün artıyor.
Ekim 2020 Oxfam raporu, gelişmekte olan ülkelerin, kredi geri ödemeleri ve faizleri düşüldükten sonra, 2017-18’de iklim finansmanı olarak kendilerine teslim edilen 60 milyar dolardan yalnızca 25 milyar dolarını alabildiklerini ortaya koydu. Oxfam raporuna göre, iklim finansmanının %80’i hibe yerine kredi olarak (örneğin bir güneş enerjisi projesi için) verildi. Ayrıca, Oxfam’a göre, 2017-18’deki fonların yalnızca yaklaşık %3’ü gelişmekte olan küçük ada devletlerine (SIDS) gitti.
UNEP Üretim Açığı Raporu’na göre ülkeler şu anda 2030 yılına kadar Paris Anlaşması’nın sırasıyla 1,5 °C ve 2 °C hedefleriyle uyumlu olandan % 120 ilâ % 50 daha fazla fosil yakıt üretmeyi hedefliyor. Küresel Kuzey ülkeleri ve Dünya Bankası, kendi fosil yakıt kullanımları azalırken bile, genellikle Güney ülkelerindeki fosil yakıt projelerini finanse etmeye devam ediyorlar. Birleşik Krallık, Fransa ve İsviçre gibi içeride kömürden çıkış hedefleri olan Ek-1 ülkelerindeki ticari bankalar, yabancı kömür geliştiricilerini finanse etmeye devam etti. 2012-2019 yılları arasında yabancı iş geliştiricilere toplamda 413 milyar dolar verildi, % 80’den fazlası Ek-1 ülkelerindeki bankalardan geldi – özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’dan – ve çoğunlukla Ek-1 dışı ülkeleri doğru aktı.
ABD’den gelen kurumsal yatırımcılar, 80 milyar dolarla en büyük tutarı oluşturdu ve bunun % 86’sı yurt dışına gitti. Bunu büyük ölçüde Japonya ve Hindistan’dan gelen yerli yatırımcılar izledi. Avrupa ve Kanada’dan yatırımcılar, çoğunlukla yabancı geliştiricileri finanse ettiler ve bu nedenle, aşağıdaki sağdaki grafikte gösterildiği gibi, sınır ötesi yatırımın çoğunluğunu oluşturdular.
İklim adaleti hareketleri tarihsel sorumlulukları itibariyle “gelişmiş” ülkelerin emisyon azaltımı konusunda en hızlı ve büyük adımı atmalarını savunuyor. Doğal olarak temel taleplerden biri, zengin ülkelerin emisyonlarla ilgili tarihsel sorumluluklarını kabul etmeleri ve ısınmayı 1,5 °C ile sınırlamak için çarpıcı kesintilerle yanıt vermeleri. Kimi iklim adaleti savunucuları ise “karbonsuz ekonomiye geçiş” için “gelişmiş” ülkelerin “gelişmekte olan” ülkelere daha doğrudan ilişkilerle yardım etmesi gerektiğini savunuyor. Ayrıca kuşaklar arası adaletsizlik, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, siyah ve yerli halkların maruz kaldığı adaletsizlikler de “iklim adaleti” kapsamında ele alınıyor. Yerli toplulukların, siyahi halkların “geçiş süreci”nin maliyetleri ve iklim felaketleri karşısında savunmasız bırakılması tarihsel suçların devamı olacaktır. Bu açıdan iklim hasarını atlatmak, ancak var olan diğer tüm eşitsizlikleri de düzeltmekle mümkün, çünkü iklim adaletsizliği hem tüm bu adaletsizliklerin sonucu hem de onları güçlendiren bir olgu. Bu yüzden bazı iklim adaleti hareketleri, iklim adaletinin “[küresel] Güney’in, yerli ve yerel toplulukların toprak ve kaynaklar üzerindeki egemenlikleri için ve sömürgecilik karşıtı verdikleri mücadelenin bir uzantısı olduğunu” savunuyor.
İklim krizine adalet temelinde yaklaşılmasını savunan hareketler, ilk defa 2000 yılında Hollanda’nın Lahey kentinde yapılan 6. Taraflar Konferansları’na (COP6) paralel düzenlenen İklim Adaleti Zirvesi ile sesini duyurmuştu. Daha sonra hemen hemen bütün COP’lar öncesinde ve sonrasında geniş kapsamlı eylemler düzenlendi. Ancak “iklim adaleti” birçok hareket tarafından savunulmasına karşın hepsinin aynı çizgide olduğu söylenemez. 2002 Bali İklim Adaleti İlkeleri[1], 2010 Cochabamba Halklar Anlaşması ve 2013 Durban İklim Adaleti Diyaloğu Deklarasyonu “iklim adaleti” tartışmalarındaki temel metinleri oluşturdu.
Bali İklim Adaleti ilkeleri, iklim değişikliğinin insan hakları ve çevresel adaletle olan bağlantısını ortaya koymak amacıyla, Kuzey ve Güney ülkelerinden yerel hareketler tarafından oluşturulan uluslararası bir koalisyonca hazırlandı. İlkeler Bildirgesi’nin ilk maddesi iklim adaletinin, tüm toplulukların iklim değişikliğinin etkilerine ve çevresel bozulmanın diğer biçimlerine maruz kalmadan yaşama hakkına sahip olduğunu ifade eder. Bildirgede aynı zamanda iklim adaleti kapsamında yerli halkların temsil hakkına, şirketlerce desteklenen piyasa temelli çözümlerin reddedildiğine, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere ekolojik borcuna ve bu borçla ilgili olarak tam bir sorumluluğa tabi olmaları gerektiğine, kayıp ve zararın yine bu ülkelerce karşılanmasına dikkat çekilir. Bildirgeye göre iklim adaleti, doğanın ticarileştirilmesine ya da metalaştırılmasına karşı çıkar. Ayrıca iklim adaleti, yerli halkların kendi kültürlerinin, yaşamlarının, kaynaklarının ve kaderlerinin hâkimi olması gerektiğini vurgular ve bu toplulukların özyönetim hakkını onaylar. 2002’de çizilen tüm bu ilkeler uzun mücadelelerin sonucu elde edilen politik düzeyi yansıtır.
İklim adaleti için verilen küresel mücadelede temel bir doküman olan Cochabamba Halklar Anlaşması ise, 2009’da Kopenhag’da toplanan COP15 zirvesinin, iklim krizinden en fazla etkilen yoksul ülkeler ve yerli halklar lehine hiçbir karar almaması üzerine oluşturuldu. Kopenhag’da hukuki bağlayıcılığa sahip olmayan, azaltım hedefleri yetersiz, insan haklarına göndermede bulunmayan etkisiz bir mutabakat kabul edildi. COP15 zirvesi, polis kaynaklarına göre 30 bin, çevreci gruplara göre ise yaklaşık 100 bin kişinin katıldığı ve polisle çatışmaların yaşandığı eylemlere sahne oldu. Konferansı takiben Bolivya Devlet Başkanı Eva Morales, 20-22 Nisan 2010’da Bolivya Cochabamba’da gerçekleşen İklim Değişikliği ve Toprak Ananın Hakları Dünya Halkları Konferansı için çağrıda bulundu. Cochabamba, Bolivya’da neoliberal politikalar doğrultusunda suyun ve enerjinin özelleştirilmesi sürecinde uluslararası sermayeye karşı mücadele ile adını duyurmuştu. Cochabamba’da 142 ülkeden 35 bini aşkın kişinin katılımıyla gerçekleşen Konferans sonunda bu anlaşması kabul edildi.
2000 yılından itibaren “iklim adaleti”nden bahseden akademik yayınların artış gösterdiğini ortaya koyan Carbon Brief sitesinde yer alan bir çalışmada, iklim adaleti hareketlerinin küresel Güney liderliğinde olmasına karşın “iklim adaleti” ile ilgili akademik çalışmaların Kuzey’in liderliğinde olduğu ortaya çıktı. Web of Science‘da bulunan İngilizce yayınlarda “iklim adaleti” teriminden bahseden 968 araştırma makalesi, kitap bölümü ve diğer akademik belgenin sadece 148’inde küresel Güney kurumlarının katkılarına atıf yapılmış. Bu durum “iklim adaleti”nin nasıl içeriklendirildiğine dair önemli bir sorunu yansıtır.
Daha yakın zamanda Fridays for Future protestolarıyla popülerlik kazanan “iklim adaleti” sloganında, iklim değişikliği ve eylemin maliyet ve faydalarının nasıl paylaşılacağı kısmen konuşulurken daha çok “savunmasız ulusların iklim değişikliğine uyum sağlamalarına yardım edilmesi gerektiği fikri” öne çıkar. Dolayısıyla iklim adaleti tartışmasında, adaletsizliğin asıl failleri olan Güneyli hareketlerin, yerli toplulukların, çiftçilerin sesleri değil de Kuzeyli STK’ların, liderlerinki baskın hale gelir. Bu da halihazırda ezilenlerin seslerini duyurma, eşit olarak tartışmaya katılamama eşitsizliğini/adaletsizliğini “iklim adaleti”ne taşır. Aktivist topluluklarda, iklim adaleti söylemi çoğaldıkça kavramın, “iklim değişikliği değil sistem değişikliği” sloganında yakalanan, ekonomik reform ve zenginliğin yeniden dağıtımına yönelik temel taleplerinden sıyrıldığına dair endişeler de oluşur.
Nihayetinde iklim borcu, iklim adaleti hareketinin temel bir talebi olarak giderek daha fazla öne çıkarken bunun yöntem ve biçimlerine dair kurumsal müzakerelerde devlet ve şirketleri iknaya dayalı mücadele biçimi aşılamadığı ölçüde kendini somutlayamayan iddialı bir politik mücadele hattı olmayı sürdürüyor. Bu açıdan iklim borcunu düşünürken dünya ezilenlerinin enternasyonal dayanışmasının pratik biçimlerini güçlendirmek, eylem biçimlerini çeşitlendirmek, dayanışma kanallarını güçlendirecek adımlar atacak yapılar oluşturmak talebin altını dolduracak sağlam bir temel oluşturabilir. Mevcut iklim adaleti hareketi kapitalist kurumların on yıllardır süren çözümsüzlüğü karşısında giderek daha antikapitalist bir hatta doğru ilerlerken kendiliğinden enternasyonal olan hareketi daha örgütlü kılacak stratejik ve programatik hedefler etrafında bir araya gelmeye de başlıyor. COP26’nın ertelenmesi ardından oluşan Halkların İklim Taahhütü Glasgow Anlaşması adıyla tüm dünyadan örgütlerin bir araya geldiği platform bunun son örneklerinden biri olup daha önce denenmiş bir yoldan gitmeyi önermektedir. Dünyadaki devrimci hareketlerle ortaklık zeminine daha yakın olan bu yapıların etrafında buluştukları mücadele birikiminden süzülerek gelen asgari ilkeler, sorumluların borçlarını ödemesinin yolunun kitlesel bir ayaklanma ve her türlü mücadele araç ve biçiminin uyum içinde devreye sokularak kazanılabileceğini iddia ediyorlar. İçinde olalım ya da olmayalım bu mücadelenin başarısı nasıl bir dünyada yaşayacağımızı belirleyecek, bu tarihsel akışta yer almak için adaletsizliğin karşısına dikilerek başlamak yeterli.
[1] https://www.polenekoloji.org/iklim-krizi-ve-kuresel-iklim-adaleti-hareketi/#_ftn3