Küresel iklim krizi tartışmalarında ve birkaç yıldır kitlesel olarak gelişen “iklim grevi” eylemlerinin hemen hepsinde “iklim adaleti” sloganı öne çıkıyor. Düne kadar Afrika’nın ve Amerika’nın yerli halklarının, emperyalist ülkelerdeki ekoloji ve iklim hareketlerinin, ekososyalistlerin bir sloganı iken, şimdi sadece Greta Thunberg ve diğer gençlerin değil, birçok ulusal ve uluslararası şirket bağlantılı STK’nin, tabandan örgütlenen farklı toplumsal hareketlerin, sendikaların, kısaca herkesin çağrısı artık “iklim adaleti” sloganını içeriyor. Elbette bu herkes G-20 devletlerini ve şirketleri içermiyor ama örneğin BM Genel Sekreteri Guterres de bunun çağrısını yapıyor.
Peki iklim adaleti nedir? Eylemlerde “iklimi değil sistemi değiştir” deniliyor. Peki bu “sistem” nedir, nasıl işliyor ve “iklim adaleti” bu “sistem”i değiştirmek için yeterli bir talep mi?
İklim adaletinin temel meselesi; iklim değişikliğinin yaşanmasında en az katkısı ve dolayısıyla en az sorumluluğu olanların, iklim değişikliğinin sonuçlarından, bunda en büyük payı ve sorumluluğu olanlardan daha fazla etkilenenler/etkilenecekler olması. Böylelikle bilimsel verilerle açıkça görülen bu farklı etkilenme olgusunun ilk boyutu, dünya iklim sisteminin farklı coğrafyalarda farklı şekilde değişmesi ve yanı sıra diğer doğa tahribatlarının emperyalist sistem içindeki eşitsiz ilişkiler sonucu eşitsiz dağılımı ile ülkeler arasındaki sorumluluk, etkilenme ve uyum sağlama kapasitesi üzerinden yaşanan adaletsizlikle ilgili. Diğer boyutu ise dünyanın neresinde olursanız olun içinde bulunduğunuz toplumdaki yapısal eşitsizliklerle iç içe geçerek etkiliyor olması. Irksal, inançsal, toplumsal cinsiyet temelli ya da yaşa dayalı sisteme içkinleşmiş baskı ve tahakküm ilişkileri bu açılardan ezilen konumundaki insanları iklim krizi karşısında da daha savunmasız bırakır.
İklim değişikliğiyle ilgili fayda (emisyonlarla ilişkili ekonomik büyüme ve yaşam standardı) ve maliyetlerin (çevresel bozulma, kuraklık, tatlı su kaynaklarının azalması, sağlık vb.) eşitsiz dağıldığını ortaya koyarak bilimsel bir zemine oturan iklim adaleti söylemi aynı zamanda bu adaletsizlikle bağlantılı olarak karar alma süreçlerine katılımı, kaynaklara eşit erişim hakkını, toplumsal alanlarda süregelen ekonomik ve diğer sistemsel eşitsizlikleri, nesil içi ve nesiller arası adaleti de dile getiriyor. Buradan hareketle, başta emperyalizmin yeni ve mâli-ekonomik sömürgesi konumundaki ülkelerde, ama özellikle gençliğin öne çıktığı biçimiyle emperyalist ülkelerde de, toplumsal mücadele dinamikleri ve yerli toplulukların talebi haline geliyor.
Dünya’nın iklim sistemindeki hızlı değişimin, yani iklim krizinin, farklı noktalarda farklı sonuçlara yol açıyor olmasını biraz açalım. Bu hızlı değişim, ekosistemlerin mevcut karmaşık işleyiş ve döngülerinin uyum sağlama kapasitesini aştığı ölçüde tür çeşitliliğinin azalmasından yeni bir coğrafi şekillenmeye kadar bir altüst oluşa yol açabiliyor. Bugün artık “6. kitlesel yok oluş” denilen sürecin en önemli sebeplerinden birisi bu nedenle iklim krizi. Tabi ki, insanın bugün için kapitalist tarzda sürdürdüğü üretim faaliyetiyle etkileşime girdiği, dahil olduğu ekosistemler de bu üretim tarzının dönüştürdüğü mekânlar olarak aynı sürecin bir parçası. İşte kapitalist üretim tarzında sömürülen ve ezilen toplumsal sınıf ve tabakaların uyum sağlama kapasitesi ve dayanıklılığı, içinde yaşadıkları ekosistemlerdeki diğer canlılar gibi ezen ve sömüren sınıflar karşısında daha düşük kalır. Her coğrafya iklim krizini bir biçimiyle yaşarken bahsettiğimiz farklı sonuçlar insanın da dahil olduğu ekosistemlerin ne düzeyde ayakta kalabildiğiyle ilgilidir. Kıyılardan iç bölgelere, adalardan akarsu ve göl kenarındaki bölgelere, ekvatordan kutuplara kadar her enlemde yeni iklim rejimleri ekosistemleri böyle bir sınıfsallıkla kırılganlaştırır.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 2014’te yayınladığı 5. Değerlendirme Sentez Raporu, iklim değişikliğinin mevcut ya da potansiyel sonuçlarından olan okyanuslarda aşırı ısı artışı, asitlenme ve kıyı erozyonu; ekosistemlerde bozulma ve biyolojik çeşitlilik kaybı; balıkçılık ve tarım faaliyetlerine bağlı ekonomik gerileme, su ve gıda güvenliği riskleri; ve iklim göçleri gibi olumsuzlukları ele alarak krizin başta yaşam hakkı olmak üzere temel “insan hakları” krizi olduğunu ortaya koyuyordu. Böylece iklim adaleti tartışmaları bu kurumsal rapor ve söylemlerde “çevre hakları”, “kolektif haklar”, “iklim değişikliğinin tarihsel sorumluluğu”, “ekolojik borç”, “emisyon hakkı” gibi anahtar kavramların ikrar edilmesinde de yer bulur. Elbette kimin neye hakkı olduğu ve adilliğin sınırlarının nerede çizileceği mevcut iktidar ilişkilerinden bağımsız ele alınamayacak bir mücadele alanıdır.
İklim adaletini hangi düzlemde ya da bağlamda tartışmak gerekiyor: Kuzey-Güney diye ifade edilen ülkeler arasındaki tarihsel ve güncel bariz eşitsizlikler temelinde ulus devletler düzeyinde mi; yoksa küresel salımların neredeyse yüzde 35’ini gerçekleştiren 20 kadar şirketi sorumlu tutarak mı; ya da sorumluluk ve etkilenme düzeyi bakımından ülke içinden başlayarak sınırları aşacak şekilde sınıfsal konumlara göre mi? Salım ve adaptasyon adaleti bakımından küresel olarak olanakların iklim krizinden en önce ve en fazla etkilenecek sınıflara, topluluklara, yerli halklara; örneğin nehir ve okyanus kıyılarında, ada ülkelerinde yaşayan ve deniz seviyesinin yükselmesinden olumsuz etkilenecek 1 milyar insanın kurtarılmasına aktarılmasını mı savunmalıyız? Öncelikleri ve alınan kararların nasıl ifâ edileceğine kim, nasıl karar verecek? “Yeşil ekonomi”nin yarattığı imkânlar kimlere gidecek? Fosil ekonomisinden çıkış sürecinde fosil sektörlerde çalışan emekçilerin durumu ne olacak?
İklim adaleti sloganı bunlar ve daha birçok konuyu tartışmaya açarak, iklim krizinin sadece emisyon miktarları sonucu olan ve gelecekte olacak iklimsel değişikliklerle ilgili teknik ve sadece bilim insanlarının karar verebileceği “bilimsel bir konu” olmadığını anlatıyor. Dahası belirli parametrelere dayanan politika setlerine göre yapılan bu gelecek tahminleri tartışmaya açıyor. Belirli bir politik gidişata uygun düşen bir sera gazı emisyonu miktarı belirleniyor. Emisyonlara göre yapılan iklim modelleri de elbette dünyanın karmaşık iklimini olabildiğince bilimsel bir kesinlikle yansıtıyor. Ancak o politika setlerinin hangi toplumsal süreçler sonucu ortaya çıktığı ve toplumsal çelişkilerin karmaşık yapısı bu iklim modellerini geliştiren iktisatçı ve iklim bilimcilerinin sonuçlara yansıtabilecekleri parametreler değiller. Ne toplumsal değişimler her zaman çizgisel bir doğrultuda ilerler ne de bir ülkenin politik doğrultusu mevcut üretim tarzından bağımsız olarak farklılaşabilir. Dolayısıyla iklim krizinin sonuçları da, nedenleri de toplumsaldır, politiktir. Ve öncelikli görev de, milyarlarca insanın ve dünya üzerindeki canlı türlerinin sadece bir avuç kapitalistin çıkarları için nasıl yok oluşu yaşadığını ortaya koymaktır.
İklim adaletsizliğini en iyi ortaya koyan verilerden biri iklim değişikliğinin sebep olduğu ekonomik ve toplumsal yıkımın %80’inin “gelişmekte olan ülkeler”de yaşanacak olması. 164 ülke genelinde yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre her yıl sel felaketlerinden etkilenen nüfusun yaklaşık %80’i “az gelişmiş” ya da “gelişmekte olan” 15 ülkede yaşamakta. Küresel İklim Risk Endeksi 2021 raporuna göre, 2019 yılındaki aşırı hava olaylarından en fazla etkilenen ülkelerden Mozambik, Zimbawe, Bahamalar, Malawi, Afganistan, Nijer, Bolivya, Güney Sudan aynı zamanda insani gelişim endeksinde de en düşük sıralarda yer alan ülkeler. Her yıl bu listenin üst sıralarını yoksul ülkeler oluştururken aşırı hava olayları sıklaştıkça ülkelerin toparlanması da mümkün olmuyor.
Isınma sonucu buzulların erimesiyle deniz seviyeleri yüzyılın sonuna kadar sadece 1 metre bile artsa sel riski altındaki insanların sayısı 410 milyon kişiye ulaşıyor. Bunların % 59’u Asya’nın tropikal bölgelerinde bulunuyor. Yine, 2018 Dünya Bankası raporu, iklim değişikliğinin 2050 yılına kadar 140 milyondan fazla insanı iç iklim göçmeni haline getireceğini tespit ediyor. Her biri birer can olan bu büyük sayılar bugün on binlerle, yüz binlerle ifade ediliyor. İklimin yanı sıra savaş, siyasi baskı gibi sebeplerle yaşanan güncel mülteci nüfusunun ülkeler için nasıl büyük toplumsal krizlere yol açtığı göz önünde bulundurulduğunda önümüzdeki on yılların iklim krizinin şiddetlenmesi durdurulsa bile nasıl bir çalkantı içinde geçeceğinin işareti bu.
İklim krizinin en önemli mefhumlarından birini tam da bu zamansal kayma oluşturuyor. 30, 40 ya da 100 yıl sonrasını öngören projeksiyonlar bugünkü yapılıp edilenlerle belirleniyor. Adaletsizliğin bir boyutu gelecek nesiller için oluşuyor. Bu zaten son dönemdeki iklim hareketinin ağırlıklı olarak bir gençlik hareketi olmasını açıklıyor. Ancak sayıları bugün göze o kadar büyük görünmeyen ama katlanılmaz bir sefaleti yaşayan insanlar için hesap yalnızca geçmişten sorulabilir bir şey mi? Onlar için bu zamansal kayma sadece geriye doğru işleyecek bir ödünleşme mi? Geçmiş ve bugün arasındaki tarihsel süreklilik kapitalizmin hafızasızlaştırıcı yönüyle çoğu konu için kopsa da sera gazı emisyonlarının birikimli takibi ve çevre suçlarının kaydı iklim adaleti peşinde olanlar için bunun önüne geçer. Yani, iklim adaleti bugün için geçmişi konuşurken geleceği kazanma mücadelesi olarak da şekillenir.
Günümüzde ise Dünya nüfusunun toplamda % 28,7’lik kısmını oluşturan ve sırasıyla 20,9, 15,2 ve 14,7 trilyon dolarlık ekonomik büyüklükleriyle ABD, AB ve Çin (toplamda dünya GSYİH’nin ~% 60’ı) toplam küresel emisyonların % 41,5’ine sebep oluyor. 2018 rakamlarına göre Çin toplam emisyonun % 26,1’ine, ABD % 12,67’sine, AB-27 % 7,52’sine yol açıyor. Daha sonra % 7,08 ile Hindistan, % 5,36 ile Rusya, % 2,5 ile Japonya geliyor. Bunları Brezilya, Endonezya, İran, Kanada, Güney Kore, Meksika, Suudi Arabistan, Avustralya, Güney Afrika, Türkiye, İngiltere, Pakistan ve Tayland takip ediyor. Türkiye dünya karbon salımında %1,05’lik oranla 16. sırada yer alıyor.
1850-2002 yılları arasında, erken kapitalistleşmesini sömürgecilikle bütünleştiren ülkeler, küresel nüfusun yaklaşık yüzde 85’inin yaşadığı Küresel Güney diye ifade edilen ülkelere göre en az üç kat daha fazla sera gazı saldı. Tarihsel sorumluluktaki bu farklılıklar güncel duruma da yansıyor. Her yıl ABD, Kanada ve Avustralya’daki ortalama bir kişi Mozambik’teki birine göre yaklaşık 50 kat daha fazla karbondioksite neden oluyor. Britanya’da ortalama bir insan, yılın ilk iki haftasında, Ruanda, Malavi, Etiyopya, Uganda, Madagaskar, Gine ve Burkina Faso’nun kişi başına düşen yıllık ortalama emisyonlarından daha fazla karbon salıyor. Elbette buradaki “ortalama gelire sahip insan” ülkelerin içindeki eşitsizlikleri gölgelememeli. Kişi başı daha fazla ve daha az salım yapan ülkelerde sınıfsal konumlar, sorumluluk ve iklim krizinden etkilenme düzeyinde belirleyici oluyor. Örneğin, ABD eyaletlerinin % 70’inden fazlasında, “düşük gelirli ve beyaz olmayan sakinlerin daha fazla yaşadığı mahalleler, daha zengin ve daha beyaz muadillerine göre aşırı kentsel sıcaklıklara önemli ölçüde daha fazla maruz kalıyor.”
Emisyonlardan en az sorumlu olanlar ayrıca karbondan arındırmak, iklim değişikliğinin kaçınılmaz etkilerine uyum sağlamak ve yönetilemez etkileri onarmak için daha az kaynağa sahip. Örneğin, ortalama 1 kişi üzerinden İsveç’teki Senegal’dekinden yılda 6 kat daha fazla karbon salmasının yanı sıra Senegal’in kişi başı bu işe ayırabileceği finansman İsveç’inkinden 40 kat daha az. Kapitalizme karşı son yıllarda yükselen isyan dalgalarının temelini oluşturan bu katlanılamaz eşitsizlik yaşamın her alanında üretilen zenginliğin dağılımında olduğu gibi sera gazı emisyonları bakımından da geçerli. 2019’da dünyadaki 2153 milyarder, 4,6 milyar insandan (insanlığın % 60’ından fazlası) daha fazla servete sahipti. Dünyanın en zengin % 10’u 1990-2015 yılları arasında emisyonların % 52’sine neden olurken aynı zamanda güvenli bir şekilde işlerini sürdürmelerini finanse etmek için kaynaklarla donatılmıştı. Aşağıdaki BM Çevre Programı (UNEP) tablosu, dünyanın zenginleri ve yoksulları arasındaki emisyon üretimindeki büyük eşitsizliği gösteriyor. Analiz, yılda 109 bin doların üzerinde kazanan en yüksek % 1’lik bir kesimin, 2030 yılına kadar 1,5 °C hedefine uygun olarak “adil bir pay” seviyesine ulaşmak için kişisel emisyonlarını %97 oranında azaltması gerektiğini belirtiyor.
Diğer yandan kendi “az gelişmişlikleri”nin arkasında sığınan Hindistan, Çin gibi bugün en yüksek emisyonu gerçekleştiren ülkeler, tarihten gelen bu yoksulluğu kendi içlerindeki sınıfsal ve diğer toplumsal eşitsizlikleri gizlemenin ve emisyonları için uluslararası meşruiyet sağlamanın bir aracı haline getirmeye çalışsa da bu ülkelerdeki sermayenin insanların canını korumaktan çok onların ölümü üzerinden kâr elde etmeye yönelmesi bu çabaları ülkelerin içinde nafile kılmaktadır. Sonuçta küresel olarak birbirine entegre olmuş ülke ekonomileri, meta üretimini hiyerarşik bir iş bölümüyle paylaşırken her ülkenin işçi sınıfı ve ezilenlerinin kader birliği daha da belirginleşmiştir. İklim krizi dünya işçi sınıfının ortak çıkarı etrafında politik olarak kendini var edebileceği temel gündemlerden biri olmuştur.
İklim eşitsizliği ekonomik adaletsizliği yansıtıyor ve yoksulluk, iklim ve sağlık sorunlarını büyütüyor. Bu döngüde neoliberal ticaret politikaları eşitsizliklere yeni boyutlar katarken şeker, kahve, pirinç ve büyük köle plantasyonlarında pamuk ekimi gibi sömürgeci uygulamalara boyun eğdirme sonucu düşen sermaye maliyetleri, bugün kişi başına düşen yoksulluk düzeylerinin bir göstergesi olmaya devam ediyor. Halihazırda, Küresel Kuzey’in devletleri, şirketleri, bankaları veya kalkınma aktörleri ile bağlantılı kurumlardan alınan kredilere bağlı yatırımlarla oluşan koşullar, Küresel Güney’de insanları ve gezegeni merkeze alan projeler geliştirmeyi değil finansal ve teknolojik bağımlılığı derinleştiriyor. İklim krizi, “kalkınma” adına finanse ediliyor.
Denizlerdeki kirlenme, daha sık ve daha güçlü fırtınalar, orman yangınları, seller ve kuraklıklar, çölleşme, sıcak ve soğuk dalgaları, hastalıkların yayılmasıyla bağlantılı sağlık etkileri ve mahsul yetersizliği, Küresel Güney’deki ülkelerin toplumsal düzenlerini sürdürebilmelerini imkansız hâle getiriyor ve tüm bu yıkımın taşınamayan ekonomik yükü gelişmiş kapitalist ülkelere daha fazla bağımlı olmasını getiriyor. Güney’deki kapitalist devletlerin siyasi devrimler yoluyla yıkılması bu bağımlılığı kırmanın yolu olmanın dışında ekolojik yıkımın, iklim krizinin en sarsıcı etkilerini ihtiyaç temelli üretim ve toplum sağlığını merkeze alan koruyucu ve önleyici politikaların da garantisi olacaktır.
Birleşmiş Milletler çatısı altında sürdürülen iklim değişikliğine karşı mücadele görüşmelerinde bugüne kadar “iklim adalet(sizliğ)i” hiçbir şekilde gündeme gelmedi. Resmi kurumsal çerçeveye hapsolmuş raporlarda ne bu kavram kullanıldı ne de bunu imâ eden bir tanımlama yapıldı. İklim krizinin toplumsal ve politik nedenlerini görünmez kılarak karbon emisyonu miktarı üzerinden sayısallaştırılmış, soyutlanmış bazı teknik hesaplamalara dayalı hedeflere odaklanmak tercih edildi. Bütün ülkeleri ve hatta insanları, “karbon ayak izi” üzerinden eşit sorumlu ilan ettiler. Bütün açıklamalar, bütün raporlar “insan faaliyetlerinin sonucu olan küresel iklim değişikliği/krizi” mottosuyla başlıyor. Buna göre sorumluluk herkesin olduğuna göre görev de herkesindir. Sömürü ve çeşitli ezme biçimlerine dayalı kapitalizm krizlere yazgılı bir toplumsal sistem olarak tarih boyunca kazandığı esnekliği, iklim krizi karşısında da bu tür mistifikasyonlarla sağlamak istiyor. Ancak bu kez kazanacağı esneklik bir tür olarak insanı, tüm tarihsel birikimini yıkıma uğratarak yeryüzünde çok kısıtlı bir alana hapsedecek çürümüş bir geri tepme olacak.
Atmosferdeki sera gazı artışı yazı boyunca bahsettiğimiz servet birikimine eşlik eden küresel proleterleşme dalgasının tamamlayıcı bir unsuru olarak var olageldi. Bu sürecin sonunda sağlıklı bir çevre ve stabil bir iklimin yokluğu sermaye birikiminin tarihsel olarak gelinen düzeyine uygun bir dışsallık haline geldi. İklim krizi kapitalizmi varoluşsal bir krize iten tarihsel bir eşik durumunda. Adalet o eşiğin atlatılmasıyla sağlanabilecek dünya tarihsel bir sürecin parçası olacak. Bir talep etrafında örgütlenen bir hareket olarak iklim adaleti o sürecin önemli bir parçası olacak. Bunu görmek için illa ki emisyon ölçümlerine ihtiyacımız yok, mücadelemiz yaşamın somutluğuna dayanıyor.