Click here for the English version.
Ben bu yazıyı kaleme alırken, NATO destekli savaşlar Ukrayna ve Yemen’i yakıp yıkmakta, ambargolarsa İran ve Zimbabwe’yi nefessiz bırakmakta. Öte yandan küresel ısınma büyük bir hızla ilerliyor ve bir siyasi yönetim sistemi olarak neoliberal kapitalizm, hem Güney hem de Kuzey ülke vatandaşlarının zihinlerindeki sabit konumunu yitirdi. Bu paramparça manzaraya karşı 2022’de, iklim krizi ve emperyalizm tarafından yaratılan, emperyalizmin bağlı olduğu daha geniş toplumsal yeniden üretim krizi hakkında üç temel şey çok daha açık hale geldi. Öncelikle küresel egemen sınıfın baskın fraksiyonu, özellikle Amerika Birleşik Devletleri-Avrupa Birliği-Japonya üçlüsü, insan-olmayan doğanın geleceğini şu anda var olduğu haliyle güvence altına alabilecek “yeşil geçiş” önlemlerine ilgisiz bir konumda. İkincisi, bu durum gezegenin çevre bölgeleri ile ılıman ve tropik bölgeleri için mevcut yıkımları artırma politikasına karar verdiklerine işaret ediyor. Üçüncüsü, hem merkezde hem de çevrede yapısal reforma giden sosyal demokrat yolların ışıltılı söylemleri ve duruşlarının bir serap olduğu ortaya çıktı. Birincisi, bırakın yeşil popülizmi, sosyal demokratlar merkez yönetici sınıfı gerçek yeniden bölüşümü kabul etmeye ikna edecek toplumsal bir güç odağı olmaktan veya sistem karşıtı bir tehdit unsuru olmaktan yoksunlardı. İkincisi, her ne kadar bu düzeyiyle dahi emperyalizm için tahammül edilemez olsa, sosyal demokratlar mevcut iç çelişkilere ve ekolojik ve toplumsal yeniden üretim krizlerine karşı tam olarak cevap veremiyor gibi bir konumda duruyor.
Her bir bağlamı tek tek, taslağı asıl olarak 2020’de hazırlanmış olan Halkın Yeni Yeşil Anlaşması’ndaki sözlerin okunup yeniden okunabileceği birer bağlam olarak düşünün. İlk bağlam tartışmasız olarak Hükümetler Arası İklim Değişikliği Panelinden (IPCC) gelen sosyo-ekolojik bağlam. 2019-2020 yıllarında iklim değişikliğinin boyutu hakkında zaten uyarı maiyetinde sözler artık birer korna haline geldi: “Ekosistemler, insanlar, yerleşimler ve altyapı üzerinde yaygın ve geniş kapsamlı etkiler, iklim ve aşırı hava koşullarının sıklığı ve yoğunluğunda gözlenen artışlardan kaynaklandı. Bu aşırı olaylara birkaç ekseriyetle önemli örnek verecek olursak: kara ve okyanuslarda aşırı sıcaklar, yoğun yağış olayları, kuraklık ve yangın havalar.” Ek olarak IPCC: “Ekosistem yapısı ve işlevlerinde yaygın bozulmalar, esneklik ve doğal uyum kapasitesinin yanı sıra iklim değişikliği nedeniyle de (olumsuz sosyoekonomik sonuçlarla birlikte) mevsimsel zamanlamada kaymalar meydana geldi” diye eklemede bulundu. Yani olan biten mevzu bu minvalde. O halde, ekmek, toprak, barış, bunlarla birlikte hastane, sağlık, yeterli ulaşım sistemleri ve mevcut medeniyetlerin sanat ve kültürlerinden yararlanma ve daha birçok talep içerisinde olan çevrede ve merkez işçi sınıfının bakış açısıyla yapılması gerekenler nedir?
İşbu arka planda yaşanan tüm sorunlara karşın, gezegen iki derece veya daha fazla ortalama “ısıtılma yolunda” uygun adım ilerliyor. “Yolunda” burada hayli uygun bir metafordur: gezegen veya onun iklimi, zaman içerisinde hareket eden bir gemidir ve rotasını o tehlikeli bölgeden uzaklaştırma veya bu bölgeye doğru yönlendirme olasılığı hep mevcuttur. Nasıl ki açık denizlerdeki gemilerde olduğu gibi, doğa her zaman ve yıkıcı yollarla keskin müdahalelerde bulunabilir. Bu minvalde kontrolden çıkmış bir küresel ısınma, belirli değişiklikleri tetikleyerek modern endüstriyel yaşamın herhangi bir biçimini imkansız kılacak değişikliklere her daim sebebiyet verebilir. Yolda metaforu aynı zamanda şu açıdan oldukça uygun çünkü bize dümende kimin olduğunu hatırlatıyor: öncelikle Avrupalı-Amerikan yönetici sınıfları. “Yolda” ifadesi ayrıca şu noktada da oldukçu ilintili ve isabetli, öyle ki bize dümenin başında kimin olduğunun/olacağının aslen siyasi ve toplumsal bir seçim olduğunu, bunun bir güç mücadelesi olduğunu hatırlatıyor. Bu dümen, Avrupa-Amerikan egemen sınıflarının ve tekelci sermayenin ve iklim krizi ve daha geniş toplumsal yeniden üretim krizinin başlıca suçlu tarafları ve taraftarlarının ellerinden sökülüp geri alınabilir.
Ancak, bunu yapmıyorlar. IPCC raporunun kendisi bile “En çok gözlemlenen adaptasyonun parçalı, küçük ölçekli, kademeli, sektörel bazda, mevcut etkilere veya kısa vadeli risklere yanıt vermek üzere tasarlandığını ve genel itibariyle uygulamadan ziyade planlamaya odaklanıldığını” ifade ediyor. Diğer taraftan bölgeler arasında eşitsiz bir şekilde dağılmış bir halde ve “boşluklar kısmen tahmini adaptasyon maliyetleri ile bu adaptasyonlar için tahsis edilen belgelenmiş finansman arasındaki artan eşitsizliklerden kaynaklanmakta… En büyük adaptasyon açıklıkları daha düşük gelirli nüfus grupları arasında gözlemlenmektedir.” Bunlar, senaryolar ve olasılıklar çizen “en” hassas, muhafazakar, temkinli ve tereddütlü iklim bilimcilerinin ifadeleridir. Kaygan/mesafeli teknokrat dilden tercüme edildiğinde, iklim değişikliğine devam eden çok az adaptasyon var ve daha fakir, daha savunmasız ve daha fazla hırpalanmış ülkeler daha az adapte olabiliyor. Bu arada, en yoksullar için “zaman” daralıyor: “İklim dirençli kalkınmayı mümkün kılmak için hızla daralan bir fırsat penceresi söz konusu.”
Arka planda yaşanan tüm felaketlere karşın, ABD ve AB neredeyse hiçbir şey yapmıyorlar: yani askerden arındırma, sermaye hibeleri, fikri mülkiyet haklarının kaldırılması hakkında bir şeyler yapmayı, iklim uyumu açısından, iklim finansmanı açısından, CO2 azaltımı açısından, yenilenebilir enerji kurulumu açısından, toplu taşıma açısından dahi neredeyse herhangi bir hamle söz konusu değil. Hali pürmelal kısaca bu minvalde. Çünkü kumar oynadıkları iklim değişikliği “merkezsel” bir olgu değil, öncelikle çevresel bir olgu olacak. Çoğunlukla daha zengin olanları değil, daha fakir ulusları çökertecek. İkincisi meydana geldiği ölçüde, ABD ve AB sınırları ve deniz kıyılarını uyumlu hale getirecek ve sertleştirecektirler. Ayrıca gerçekten yıkıcı olan kuzey etkilerinden, ayrıştırma kaynaklı temiz enerji geçişinin yavaş büyüsü sayesinde kaçınılacaktır. Son olarak ekolojik anlamda eşitsiz değişim yoluyla kendini gösteren feci güney etkilerinden kaçınılacaktır.
Tüm bu durumlar, Türkiye’de neredeyse emsalsiz bir kanserojen krizi yaratan sistematik plastik atık ihracatı yoluyla baya açık hale geldi. Bu olgu dünya sisteminin çeperinde, tam da dünya sisteminin merkezindeki “toplumsal anlamda yararlı doğayı” koruma hizmetinde, Archana Prasad’ın “toplumsal anlamda yararlı doğa” dediği şeyin eksik yeniden üretiminin daha geniş bir örneğidir. Değer yasasının bu ifadesinin bir sonucu, atık yüklerini Kuzey’den Güney’e kaydırmaktır. Kuzeyin kârları beslenirken, güneylilerin hayatlarını paramparça olmaya devam eder. Güneylilerin yaşamları için yetersiz üretim yapabiliyor olmaları, azalan kapasiteleri, emperyalist tekelci sermayenin karnında bir metabolizma kaynağı olmaları yeni bir şey değil. Bunlar, merkantilist soykırım ve köle ticaretinin kolonyal döneminden beri gündemde olan şeyler. Bunlar kati surette “dışsallıklar” değildir. Nitekim hepsi zaten sermaye ilişkisinin bir parçasıdır. Doğa zaten toplumsaldır, onun değerleri ve herhangi bir değerlemesinin olmaması ve güneye ait olan doğanın yetersiz yeniden üretimi halihazırda küresel değer yasasının ve kuzey tekelci sermayesinin ileriye dönük değerlemelerinin bir parçasıdır. Güney yaşamının yıkımı, kapitalist-emperyalist eşitsiz gelişmenin mevcut yolunun bir sonucu olmaktan çok, bu sürecin ve onun güç ilişkilerinin bütünsel bir unsurudur. Kuraklık, tayfunlar ve potansiyel anlamda devasa maden çıkarımı faaliyetleri veya gelecekteki karbon çiftçiliği çabaları, beraberinde ölüm ve kanser salgınları veya beslenme eksiklikleri nedeniyle yetersiz üreme ile birlikte “alelade” olabilecek bir şey değil, kuzeyin zenginliği, gücü ve birikimi için fiyatlandırılan bir şey. İkinci noktanın özü budur: kuzeyin iklim değişikliğiyle başa çıkmak ve güneydeki azgelişmişliği durdurmak ya da tersine çevirmek için ciddi adımlar atmaya yönelik ilgisizliği, “daralan fırsat penceresine” bilimsel olarak yas tutularak ele alınmayacaktır. Bunlar, toplumsal değişim ve toplumsal denetim; çalışan, yarı proleterleşmiş çevredeki köylülerin veya işsiz sınıfların kolektif kudret kazanmak ve bu kudreti eko-sosyalizmi inşa edebilecek kalkınmacı devletlerde kristalleştirmek üzere etkin öz-örgütlenmesini gerektirir.
Bu bizi üçüncü noktaya götürüyor, yani mevcut siyasi tabloya! Son 25 yılda, Kuzey ve Güney’de sosyal demokrasi inşa etme veya sosyal demokrat siyasi güçler kurma girişimleri görüldü. Güneyde, bu deneylerin radikal ve sistem karşıtı bir tarafı muhakkak mevcuttur. Çünkü tam da yerel ve uluslararası tekelci sermayeye göre sıfır toplamlı oyunlar ortaya koyarlar. Yerel yoksullara dağıtım ve onları ön plana alan bir bölüşüm, yerel neo-sömürgeci zenginlerden ve onların uluslararası suç ortaklarından ve hayırseverlerinden almak demektir. Kuzeyde ise sosyal demokrasi bir siyaset kaleydoskopunu temsil ederler. Ancak doğrudan sermaye ile yüzleşmeyi ya da doğrudan emperyalizmle yüzleşmeyi küçümseme konusunda diğer politik gruplarla birleşirler. Güney’de, ekolojik programlar bazı zamanlarda devrimci bir yön almaktadır. Bu duruma örnek olarak: Hindistan ve Filipinler’deki ulusal sanayileşmeden, halkın bilim hareketlerinden ve uygun teknoloji çağrılarından, kapsamlı borç geri ödemeleri, kapitalizmin sonu ve programlı gıda egemenliği çağrıların kadar birçok politik mücadele pratiğine işaret edilebilir. Ek olarak Bolivya ve Venezuela’dan gelen çağrılarda olduğu gibi, ulusal kurtuluş çerçevesi de yine bu minvalde bir politik pratiktir. Kuzeydeki ekoloji hareketleri incelendiğindeyse, bazıları sömürgesizleşme ve Yerlilik hakkında politik mücadele sürdürmeye devam eden, diğerleri borç iptali hakkında cıvıldayan, ancak hiçbiri doğrudan yıllık 1-3 trilyon dolarlık ekolojik borç geri ödemesi çağrısında bulunmayan çeşitli “Yeşil Yeni Anlaşmalar” üzerinde birleştiler. Bu yıl hiç kimse güneyin kendi kaderini tayin hakkı, ulusal egemenliği ve ulusal kurtuluşu için kuzeyden destek istememektedir ve hiçbiri emperyalizme muhalefet çağrısı bir yana böyle bir muhalefeti “teorileştirmeye” dahi istekli değildir. Sosyalizm ve gurur için temel güneyli taleplerinden taviz vermek adına ortada şaklabanca takınılan tüm bu ılımlılık ve orta yolcu hallere karşın, bu kuzey siyasi hareketlerinin hepsi yine de kuzey tekelci sermayesi tarafından reddedilmiştir. Akabinde bu hareketlerinin mirası da büyük ölçüde ya buharlaşmıştır ya da harabeye dönmüştür. Bu da işbu hareketlerin örgütleyicilerini moralsiz bıraktı ve merkezdeki işçi sınıflarını da her zamankinden daha fakir bıraktı.
Ne yapmalı sorusuna gelindiğinde ise bu, yerel, ulusal ve nihayetinde uluslararası düzeyde devrimci bir siyaset yoluyla ele alınacak siyasi bir sorundur. Bununla birlikte, merkez, yarı-çevre ve çevredeki ekolojik sorunların çözülmesi noktasında, ulusal sorun ele alınmadan herhangi bir ilerleme kat edilemeyeceği oldukça açıktır: devlet düzeyinde kendi kaderini tayin etme ve ulusal kurtuluşla ilişkili siyasi ve sosyal sorunlar demeti ve adil “ulusal ve azınlık sorunlarına” çevre ve yarı-çevreler içinde ve aslen de merkez içinde çözümler. Bu, sorunun dokusuna bağlı olarak farklı biçimler alır: Filistin’deki yerleşimci-tekelci kapitalizme karşı ulusal kurtuluş için ilkeli destek; Rusya’dan Zimbabve’ye, İran’dan Venezuela’ya, hatta NATO’nun mevcut siyasi düzeni ve sermaye birikimi sistemi kurduğu hemen her “sıcak bölgede”, şu anda dünyaya yayılan tekelci-kapitalist ve emperyalist yaptırımlara veya tek taraflı zorlayıcı önlemlere ilkeli muhalefet ve toplumsal yeniden üretim. Bu şu anlama geliyor: Türkiye’deki Kürt mücadelesi “dış” ekoloji olarak görülemez. Daha ziyade ekolojik krizin ancak ulusal baskı ve ulusal mücadele sorunlarının, kültürel kendi kaderini tayin etme biçimini alıp almadığına bağlı olarak ele alınabileceği anlamına gelir. Ya da emperyalizme karşı gelişen ulusal kurtuluş, insan-doğa metabolizması üzerinde toplumsal denetim için daha geniş mücadelenin kurucu unsurları olarak anlaşılır. Farklıların birliği ile böyle bir ittifak oluşturmak günümüzün en temel siyasi mücadelesidir. Bu kitabın, en azından sosyalist bir ekolojik politikanın temel unsurlarını ve gezegenin yoksullarının küresel düzeye ulaşmasını sağlayabilecek dünya sistemi genelinde farklı ve yakınsak mücadele yüklerini belirlemede, bu çabaya bir katkı yaptığını umuyorum.