Kapitalizmle Ataerkinin Çelişkili Birliği
Kapitalist düzen ataerkildir. Bu durum, kapitalistlerin niyetinden değil, kapitalizmin doğasından ileri gelir. Başka bir deyişle, ataerkil düzeni koruyup korumamak, kapitalistler için bir tercih değildir. Sınıfsal sömürü ile cinsel sömürü aynı maddi temel üzerinde, özel mülkiyet zemininde var olur ve özel mülkiyetin varlığı karşısında her ikisinin kaderi ortaktır. Ancak bu iki sömürü biçimi birbiriyle sonsuz bir uyum içerisinde değildir.
Erkek egemenliğiyle kapitalizm, tüm iktisadi, siyasi ve toplumsal kurumsal yapısıyla iç içe geçmiştir, kaynaşmıştır. Kapitalizmin ekonomik, siyasi, askeri kurumları, aileden orduya, okuldan fabrikaya, aynı zamanda erkek egemenliğinin de kurumları, kendini sürdürmesinin temel dayanaklarıdır. Ancak bu birlik çelişkili bir birliktir. Çelişkinin kaynağında kapitalizmin temel çelişkisi, üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki durur.
Üretimin toplumsallaşması kaçınılmaz olarak kadının toplumsal yaşama katılımına (üretici, tüketici ve meta olarak) itilim kazandırırken, mülkiyetin özel karakteri onu kaçınılmaz olarak toplumsal yaşamın dışına, ev içi sınırlara doğru çeker.
Teorik olarak bu çelişkinin iki yönde zayıflatılabileceğini, yumuşatılabileceğini ya da ortadan kaldırılabileceğini varsayabiliriz. Kadının toplumsal üretimde özneleşmeye, kadının ev içi emek alanlarının (yemek, ev işleri, bakım vb.) da toplumsal üretim kapsamına çekilmesi. Ya da kadının ev içi emek alanlarına, toplumsal üretimin gerçekleşme süreçlerinin de ev içine taşınması.
Üretim, asla, dünkü niceliğine ve içeriğine doğru daralmayacağına ve bunu istemeyeceğimize göre, ikinci hat ancak kapitalizm koşulları altında ve sınırlı biçimde gerçekleştirilebilir. Örneğin, kadın emeğinin esnekleştirilerek ev eksenli üretimin geliştirilmesi, böyle bir politikadır. Ancak bu sadece kısmi ve sınırlı biçimde uygulanabilir.
Birinci eksen, yani kadının ve “kadın işlerinin” toplumsal üretim alanına çekilmesi ise sınırlarına ancak, hem üretimin, hem de mülkiyetin toplumsallaştığı sosyalizm yolundan, özel mülkiyetin yok oluşuyla vardırılabilir.
Kapitalizmle ataerki arasındaki birlik, kapitalizmin bütün tarihi boyunca, değişik iniş çıkışlara rağmen, sürekli artar, değişik mekanizmalarla pekişir. Burjuva toplum, modern bireysel aile düzeni üzerinde yükselir. Kadın bedeni metalaşır, genel bir sermaye yatırım alanı haline gelir. Kadın cinselliği metalaşır, cinsel emeği metalaşır. Kadın, ücretli köleliğin en alt kademesinde, ucuz işgücü olarak yer alır. Toplumsal üretime katılımı, cinsiyetçi işbölümünün ağır bastığı biçimde gerçekleşir.
Öte yandan, çelişki de giderek artar, şiddetlenir. Çelişkiyi geriletme, yumuşatma ve yönetme yönünde yapılan bütün müdahaleler, daha sonra daha derin krizler ortaya çıkaracak geçici düzelmelerden başka bir şeye yaramaz. Kadın talepleri karşısında verilen değişik tavizler, kadının toplumsal yaşama katılımının önünü açarak, ataerkini darbeler ve kadın özgürlük mücadelesini kuvvetlendirir. Kadının ucuz işgücü olarak toplumsal üretime katılımı, evsel köleliğin altını oyarak, aileyi zayıflatır. Ailenin zayıflaması, emek-sermaye çelişkilerinin törpülenme olanaklarını daraltır ve burjuvazinin ideolojik hegemonyasını zayıflatır. Ailenin güçlendirilmesi yönündeki çabalar, kapitalistler için, ucuz işgücü kaynaklarını daraltır vb.
Kapitalizmin, sermaye egemenliği ile ataerkinin bu çelişkili birliğine dayanması, kadının cins mücadelesini, sosyalizm mücadelesinin büyük bir dinamiği yapar. Emperyalist küreselleşme döneminde, kadın işgücünün çok büyük niceliklerle toplumsal üretime katılması, buna karşılık evsel köleliğin bütün şiddetiyle sürmesi, ataerkil sermaye egemenliğinin bütün baskı ve zor aygıtlarının erkek cinsin egemenliğini korumak ve sürdürmek için çalışması, çelişkiyi iyice şiddetlendirmiş, toplumsal devrimin asli ve zorunlu bir bileşeni olarak, kadın devriminin toplumsal kuvvetlerini hazırlamış, maddi zeminini iyice olgunlaştırmıştır. Kadın cinsinin bir toplumsal kuvvet olma niteliği, bugünkü kadın hareketinin kendiliğinden niteliklerinde de dışa vurmak üzere, daha da belirginleşmiştir. Gerek kadın emeğinin ve kadın ezilmesinin bütünselliği, gerekse de onun sınıfsal karakteri temelinde sınıfsal saflaşma, kadın hareketinin içsel bir eğilimi olarak açığa çıkmaktadır.
1. Sermaye İle Ataerkinin Birliği: Özel Mülkiyet
Biliyoruz ki, özel mülkiyet hem cinsel sömürünün, hem de sınıf sömürüsünün kaynağıdır. Erkek egemenliğinin ve sermaye egemenliğinin ayaklarının altından özel mülkiyet temeli sökülüp alınmadıkça, ne cinsel, ne sınıfsal kurtuluş mümkündür.
Ancak özel mülkiyet, somut olarak sermaye düzeninde, erkek egemenliği ile sermayenin egemenliğini nasıl birbirine bağlar? Bu kaynaşma tarihsel olarak nasıl şekillenmiştir ve güncel olarak nasıl sürmektedir? Özel mülkiyet, hangi içsel yasaların etkisiyle, sermaye düzeninde yeniden ve yeniden, ataerkil yapıyı üretmektedir? Sınıflı toplumların tarihi boyunca, özel mülkiyetin kadının köle cins olarak konumlanmasındaki somut işlevi değişim geçirir. Örneğin, mülkiyet ve mirasa bağlı “babası belli çocuklar” üretme, hiç değilse günümüzde mülkiyetli sınıf için artık bir sorun değildir. DNA testlerine maddi gücü yetişmeyenler, bırakacak mirası olmayan mülksüzler, proleter erkeklerdir, ancak kadının evsel köleliği en katı biçimiyle mülksüz sınıf arasında hüküm sürmektedir. Üstelik burjuva toplum geldiği aşamada, miras ve mülkiyet hakkını kadınlara da tanımış/tanımak zorunda kalmıştır.
Sermaye, kendisini büyütmek için artıdeğer sömürüsüne ihtiyaç duyar. Eski toplumdan devralınan bütün sömürü ve baskı biçimlerini, bütün toplumsal eşitsizlikleri buna bağlar. “Üstünlüğü ele geçirmiş bundan önceki bütün sınıflar, toplumu büyük ölçüde kendi mülk edinme koşullarına boyun eğdirerek, zaten edinmiş oldukları konumlarını pekiştirmeye bakmışlardır.”[1] Öyle ise, kendi başına artıdeğer üretmeyen cinsiyetçi sömürü, sermaye düzeni ile nasıl ayrılmazcasına bağlanır, ataerkinin kurumsal yapısı, burjuva düzene uyarlanır ve burjuva ekonomik-toplumsal yaşam, baştan ayağa ataerki temelinde örgütlenir?
Sermaye-Ataerki Kaynaşmasının Maddi Temelleri
Sermaye, kendi sürekliliğini, tarih sahnesine çıktığı anda verili bulunan maddi koşullar içerisinde üretmeye başlar.
Birinci olarak, sermaye düzeni, erkek egemenliği ile ilk ortaklığını, mülkiyetin –üretim araçları sahipliğinin– paylaşımında bulur. Mülkiyet dağılımı halihazırda erkek egemendir, kadın halihazırda mülksüzdür ve mülktür ve sermayenin egemenliği, aynı zamanda burjuva erkeğin egemenliğidir: “Ama siz Komünistler kadınların ortaklaşalığını getireceksiniz diye bir ağızdan yaygarayı basıyor bütün burjuvazi. Burjuva, karısını sırf bir üretim aracı olarak görür. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyunca da pek doğal olarak ortaklaşalık kaderinin kadınların da başına geleceğinden başka bir sonuca varamaz. Söz konusu olanın tam da kadınların sırf birer üretim aracı olmaları konumunun ortadan kaldırılması olduğu aklının ucundan bile geçmez burjuvanın.”[2] Sermaye üretimi erkek egemen olmadan önce, sermaye, erkek doğar.
İkinci olarak, üretimin konusunda bulur ve ev içi emeğin üretim alanının yeniden oluşumunda özsel bir değişiklik yaratır. Sermayenin ilk çıkış aşamasında toplumsallaştırdığı üretim kollarının pek çoğu –örneğin tekstil–, kadının ev içi üretim alanlarıdır. Daha önce kapalı ev ekonomisi içerisinde üretilen maddi ürünlerin pek çoğu, sanayi üretiminin konusu haline gelir. Sermaye yatırım alanı olur. Ev ekonomisine temel olan aile örgütlenmesi, bir iktisadi birim olarak, bu ürünler bakımından, üretici niteliğini yitirir. Tüketici bir birim olarak yeniden şekillenir. Kadının üretim alanının toplumsallığı, bu kapalı ekonomik devre bakımından, daralır. Kapalı ev ekonomisi, daha da küçülür. Bu süreç ancak iki biçimde ilerleyebilir. Ya bu üretim kolları, onları üreten işgücüyle birlikte, tümüyle toplumsallaşarak evin dışına çıkacak, ya da evdeki üretimin konusu, tümüyle daralarak, ev, hakimi olan erkeğin özel hizmet ve kullanım alanı haline gelecektir. Marks ve Engels, o günkü verilerle, gelişmenin işçi ailesi, yani toplumun ezici çoğunluğu bakımından, birinci yönde olacağını öngörür.
Üçüncü olarak, ucuz işgücü arayışında bulur. Sermaye üretiminin amacı azami kardır. Karı, işçiye işgücünün karşılığını ödeyip, emeğinin bütün fazla ürününe el koyarak elde eder. Bu nedenle, işgücünün mutlak ve göreli sömürüsünü artırmak zorundadır. Bunu, işgücünü kendi değerinin altında ödeme, işgününü uzatma, iş verimliliğini artırma yollarıyla yapabilir. Bu, sermayenin içsel eğilimidir ve sermaye, sermaye olduğu sürece, sürekli olarak bu eğilimi göstermek zorundadır. Bu nedenle, işgücünü ucuza satın alma, içsel bir zorunluluk olarak, sermayede verilidir. O sürekli, daha ucuz işgücüne yönelecektir. Ucuz işgücünü ise, içinde doğduğu, tarihsel olarak oluşmuş verili maddi koşullar içerisinde bulur. Bunlar, sermayenin ortaya çıkardığı değil, verili bulduğu, nesnel koşullardır.
Bunu, önceki toplumun üretmiş bulunduğu değişik egemenlik ilişkileri içerisinde oluşmuş toplumsal eşitsizliklerde, en öncelikli olarak, önceki toplumun başlıca sömürülen sınıfı olan serfler içerisinde bulur. Serfleri ücretli köleye dönüştürür. İkincisi, cins egemenliği ilişkileri içerisinde bulur. Kadın, ucuz işgücü olarak, işgücü pazarına çıkar. Üçüncüsü, sömürgeler sistemi içerisinde bulur. Dördüncüsü, ırksal ve ulusal ayrımlar içerisinde bulur.
Bu tıpkı, pazar ihtiyacının, sermaye üretiminin içsel bir ihtiyacı olması, ama sermayenin, bu ihtiyacı, herhangi bir biçimde değil de, tarihsel olarak oluşmuş bulunan verili nesnel gerçeklik içerisinde, ulus ilişkileri içerisinde bulup, bunları başkalaştırarak ulusu ve ulusal pazarları oluşturması gibidir.
Yani sermaye, ataerkini ortaya çıkarmaz, verili bulur ve başkalaştırarak kaynaşır. Egemenliğini onun egemenliğiyle birleştirir. Tıpkı ulusal egemenliğin oluşumu gibi. Ancak bu tarihseldir – sınıflı toplumların gelişim yasallığı içerisindedir.
Kadının ucuz işgücü olarak pazara çıkışı, yukarıda bahsedilen, toplumsallaşma alanı –kapalı ev ekonomisi devresinde– daralmış olan emeğinin, bu kez evden çıkarılıp, yeni bir düzeyde toplumsallaştırılmasıdır.
Dördüncü olarak, işgücü sürekliliği arayışında bulur. Sermaye, işgücü pazarından işgücü satın alır. Üretim için gerekli bütün diğer metalar gibi. Önünde hazır bir koşul olarak, işgücü pazarının kendini önceki toplumsal koşullarda oluşmuş tek eşli aile temelinde yenileme yeteneğini bulur. Sermaye, özel olarak, aileyi üretmez. Ancak aile, halihazırda bir erkek egemen ilişki sistemi olarak –kuşkusuz, burjuvazinin ihtiyaçlarına henüz uyarlanmamış biçimde– vardır ve ailede üretilen işgücünü satın almayı sürdürür. Bu satın alma işlemi gerçekleştiği sürece, çıkarları buluşur. Onu peyderpey kendi ihtiyaçlarına uyarlar. Giderek bu aile, modern bireysel aile halini alır.
İşgücü ihtiyacı, kadın işgücüne eğilime yol açtığı oranda, tek eşli aileyi darbeler. Tersinden, erkek egemenliğinin bu hazır biçimi, sadece doğurganlığın değil, çocuk bakımının da kadının görevi olduğu cinsiyetçi işbölümü, kadın işgücünün pazardaki durumunu da istikrarsız hale getirir. Erkek işgücünü baskın kılar. Bu durum, bu ilişkinin kendisini sürekli yeniden üretmesini koşullar. Proletarya saflarına da, cinsler arası çıkar farklılığı ve çelişki biçiminde yansıyacaktır.
Beşincisi, sermaye, tek eşli aile zemininde ortaya çıkmış bulunan, kadın doğurganlığı (ve dolayısıyla cinselliği) üzerindeki tahakkümün alan açtığı, sermaye yatırım olanaklarını bulur. Kadın cinselliğinin denetim altında olmasının, erkek cinselliğinin çok eşlilikte özgür, kadın cinselliğinin tek eşliliğe mahkum olduğu koşulların kaçınılmaz ürünü olarak doğan fuhuş, kadın cinselliğinin metalaşması olanağı olarak, daha ilk günden sermaye tarafından devralınarak, giderek onun hakimiyetine girer.
Altıncısı, erkeğin mevcut evsel egemenliği, sermaye için, ailenin işgücü üretim birimi niteliğini kadının ucuz işgücüne baskın kılan daha da belirgin bir kaynak olarak, sermayenin işgücü ihtiyacına daha istikrarlı bir dayanak olur. Erkeğin evsel egemenliği, sadece, belirli bir anda hazır bulunan bir toplumsal eşitsizlik değildir. Erkeğin evsel egemenliği, sermaye düzeninde de, sürekli olarak yeniden üretilir. Bu yeniden üretilme sürekli olduğuna göre, mutlaka maddi dayanakları olmalıdır. Bu maddi dayanak, erkek cinsin kadın ezilmesinden çıkarları, cinsiyetçi sömürüdür. Dolayısıyla sermaye, ilk iki maddede özetlenen biçimde, aileyi yok etmediği sürece, yani ev içi alanı tasfiye etmediği sürece, önceki toplumdan devralınan bu eşitsizliğin, bu ezme-sömürme ilişkisinin son bulması için bir neden yoktur. Ancak proleter erkek, tıpkı proleter kadın gibi, mülksüz sınıftan olduğuna, işgücünden başka satacak bir şeyi olmadığına göre, bu egemenliği sürdürebileceği, yeniden üretebileceği maddi temeli nerede bulur? Bunu, kapitalizmin gelişim seyri içerisinde, aile ücretinde bulacaktır.
Böylece, Marx’ın işgücüyle ilgili şu formülasyonuna geliriz: “İşçi sınıfının sürekli olarak mevcut tutulması ve yeniden üretilmesi, sermayenin yeniden üretimi için her zaman gerekli olmuş ve her zaman gerekli olacak bir koşuldur. Bunun yerine getirilmesini kapitalist iç rahatlığıyla işçinin kendini ve neslini devam ettirme içgüdüsüne bırakabilir.”[3]
İlk gelişim aşamasında, kapitalizmin baskın eğilimi kadını işgücü pazarına ve fabrikaya sokmakken ve işgücünü her nerede buluyorsa orada ararken, tabloyu açıklamaya tamamen yeterli olan bu duruma karşın, kapitalizmin sonraki gelişmesi içerisinde, ataerkil yapıyla birleşmesini tamamlamasıyla, işgücü üretimi, sermaye üretim çevriminin dışında, ancak sermaye düzeninin yapısal bir unsuru olarak içinde kalır ve “kendiliğindenlik”ten sistemselliğe geçer. Böylece artık kapitalist, işgücünün üretilmesini, sadece “emekçinin hayatta kalma ve üreme içgüdüsüne” değil, içgüdünün kendi gerçekleşmesini sağlayacağı somut bir çerçeveye, erkek egemenliğinin sağlam limanlarına, büyük bir güven içerisinde bırakabilir.
Bundan böyle, aile ücreti biçimindeki işçi ücreti, ailenin yeniden üretimi için gerekli olanın altına saptığında, kadın ucuz işgücü olarak pazara çıkacak (aynı zamanda ev içi konumu da sürecek), gerekli olana yaklaştığında, kadın evsel köle olarak kalacaktır. Böylece, erkeklerin esasen işçi, kadınların esasen ev kölesi olduğu düzen, sürekli yeniden üretilir.
Sermaye ile ataerkinin kaynaşması, bir egemenlik kaynaşmasıdır. Proleter erkek bakımından, evsel köle ile egemenlik ilişkisinin sürdürülmesinin temel dayanağı aile ücretidir.
Yedinci olarak, bu kaynaşma eyleminde, toplumsal üretimin belirleyici unsuru olan sermaye esas belirleyicidir, ama ataerki de etkin bir kuvvettir. Sermaye ile ataerkinin kaynaşması tek yanlı olmaz. Yani ataerki kendi yıkımına direnir. Direniş elbette, erkeğin maddi çıkarları uğrunadır. Ataerki, egemenliğin en üst basamaklarından, yani hakim sınıflardan erkeklerde cisimleşen taleplerden ve eğilimlerden başlayarak, en alt basamaklarına, ezilen, sömürülen sınıflardan –özelde proletaryadan– erkeklerde cisimleşen eğilimlere dek, birbiriyle zaman zaman uyum, zaman zaman çelişki içinde, direnir. Bu eğilimler ve talepler, toplumsal alışkanlıklar, gelenekler, kültür ve anlayışlar olarak da dışa vurur.
Sekizinci olarak, bu etkileşimde, sadece sermaye ve erkek değil, proletarya ve kadın da etkin öğedir. Dolayısıyla, yukarıdaki faktörlerin tümü, proletaryanın, onun erkek ve kadın yarısının ve kadın cinsin dinamik durumu içerisinde yansıma bulur. Onların eğilimleri olarak dışa vurur ve durum üzerinde etkide bulunan bir faktör olarak işlemesini getirir.
Proletarya içerisinde kadın, henüz bir kolektif cins kimliği kazanmamıştır. Cins olarak kadın, bir toplumsal kuvvet olarak henüz şekillenmemiştir. Aile ücreti ile eşit işe eşit ücret talepleri, proletarya içerisinde cins çelişkilerinin ilk dışavurumudur. Erkeğin tek eşli ailedeki egemen konumu nedeniyle, kadın ile erkek arasındaki cinsel çelişki, sermaye karşısında çıkar birliği olan bu iki cinsin somut taleplerini, iki ayrı yöne doğru sevk edecektir. Kadının eğilimi, eşit işe eşit ücret, erkeğin eğilimi, evsel köleliği üzerinde üretebileceği bir maddi zemin, evsel köle beslemeye yetecek ücret – aileye ücrettir. Bu cinsel çelişki, işçi sınıfı hareketinin tarihi içerisinde değişik dönemlerde, eşit ücret talebine karşı çıkış, erkek işçiyi korumanın yolu olarak sendikalaşma, kadın işçiyi sendika üyeliği hakkından mahrum ederek, onu korumanın evin kutsal eşiğinden geçtiğini öne sürme gibi biçimlerde, erkek egemen bir eğilim olarak, ve elbette, baskın eğilim olarak kendini gösterir.
Fakat bu iç saflaşma, ancak kısmi biçimde, çatışmalı geçer. Bunda, kadının cins olarak kolektifleşmemiş olması ve erkek egemenliğinin gerek cismi –erkek– ve gerekse zihniyetiyle, proletarya saflarındaki hakimiyeti bir etkendir. Ancak durum bundan ibaret değildir. Gerçekte, ücretler zaten öyle düşük, işçi sınıfının maddi yaşam koşulları öyle sefil, işçi kadının toplumsal üretime katılımının, bütün eski egemenlik ilişkileri, toplumsal alışkanlıklar ve geleneklerin sürdürdüğü koşullarda gerçekleşmesi öyle ezicidir ki, çifte sömürünün, hangi halkasından olursa olsun kopması, doğurganlığının güvencelenmesi, kendisiyle birlikte çocuklarının da daha güvenli ve istikrarlı yaşam koşullarına kavuşması, böylece, koruyucu yasalar ve her ne biçimde olursa olsun, kendisi ve ailesi için gelirin sağlanması, kadın işçi için yaşamsaldır. “Toplumsal üretim yolunu -ama yalnız proleter kadına- yeniden açan, günümüzün büyük sanayiidir; ama bu yol, öylesine koşullar içinde açılmıştır ki, kadın, eğer ailenin özel hizmetiyle ilgili görevlerini yerine getirmek isterse, toplumsal üretimin dışında kalır ve bir şey kazanamaz; buna karşılık, eğer toplumsal üretime katılmak ve kendi hesabına kazanmak isterse, ailesel görevlerini yerine getirmekten uzak kalır. Kadın için bütün çalışma kollarında, fabrikadaki gibi, doktorluk ve hukukçulukta da, durum budur.”[4]
Bu nedenle, eşit işe eşit ücret (buna, kadın işgücünün istikrarlılaşma eğiliminin bir dışavurumu olarak, bakım işlerini toplumun üstlenmesi kapsamındaki kreş, emzirme odaları vb.’ni de daha tali olarak ekleyebiliriz), proletaryanın kadın yarısı için, en ileri eğilim olmakla birlikte, hakim eğilim de değildir.
Başka bir deyişle, işçi kadın üzerinde, o somut tarihsel dönemeçte oluşmuş bulunan çifte sömürü halkasının kırılması isteğinin yönü, ileriye doğru değil de, geriye doğru belirlenir. Böylece, aile ücreti, sınıf içinde cinsler arası uzlaşmanın ağır bastığı bir ortak eğilim haline gelir. Çünkü toplumsal kesimler, cins, sınıf, ulus veya ırk olarak, durumlarının kolektif bilincini edinmedikleri sürece, bir toplumsal kuvvet haline gelemezler. Kadın cins, özneleşmesinin o günkü düzeyinde, eski toplumun tümden yıkılmasına değil de, eldekinin korunmasına yönelir. Bu, daha sonra da, sermaye düzeninin tarihinde zaman zaman belirginleşen, kadının gerici politikaların dayanağı haline getirilmesi olanağının o günkü dışavurumudur.
Burjuva ve küçük burjuva feminizmin, kendi sınıfsal konumlarını en fazla yansıttıkları ve emekçi sınıfların sefil yaşam koşullarından kopuklukları nedeniyle, proletarya cephesinde durumu en fazla kavrayamadıkları mesele, aile ücretinin oluşumunda öznelliğe atfettikleri aşırı anlamdır. Onlar, sanki işçi kadının, proleter eşlerinin ve diğer yoksulların yaşam koşulları, kendi yaşam düzeyleriyle herhangi bir benzerlik taşırmış gibi, aile ücretinin gelişiminin, proleter erkeğin öznel iradesinin bir ürünü olduğunu varsayarlar.
Ücret eşitsizliği ile aile ücreti, aynı madalyonun iki yüzü olarak, birbirini etkiler ve erkeğin evsel egemenliğinin maddi dayanağını oluşturur. Öte yandan, gerek ücret eşitsizliği, gerekse aile ücreti, birer hukuksal metin, yasa değil, sermaye üretiminin bağrında taşıdığı iki eğilimdir. Bu eğilimler, hem sermayedarların öznel yönelimleri, hem de işçi sınıfının, işçi kadınların ve erkeklerin öznel yönelimleri olarak dışa vurur. Koruyucu yasaların kabulü ve aile ücretinin 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında kapitalist merkezlerde baskın hale gelmesi, basitçe bir talep kabulü şeklinde gerçekleşmez. Başka bir deyişle, basitçe şu şekilde yasalaştırabilir ve hukuk yoluyla bu şekilde değiştirilebilir bir “öznel uzlaşma” değil, nesnel yasaların, bir başka nesnel yasayı doğuruşu söz konusudur. Bu nedenle de zaten bu sistem tıkırında işlemez. Bu en iyi şurada görülebilir. İşçi ücreti, çoğu zaman, bırakalım aileyi, tekil işçiyi bile insanca yaşatamayacak kadar düşük olmasına rağmen, yine de “aile ücreti”dir. İşçi ücreti her zaman minimuma eğilim gösterir, ancak bu minimum, pazarlar arasında ve iktisadi, toplumsal ve kültürel gelişmeye bağlı olarak zaman içinde değişir. Öte yandan, işçi ücreti, gerçekten aileyi geçindirir, hayatta tutar sınırdan aşağı düştüğünde, kadın çalışır duruma gelir. Emperyalist küreselleşme döneminde, bu durum baskın hale gelir ve cinsel çelişkinin şiddetli biçimde kendisini göstermesine yol açar.
Yine, iddia edildiği gibi, aile ücretinin kabulü, burjuva erkekle proleter erkek arasında, bir “mülkiyet paylaşımı” değildir. Çünkü kapitalist toplumda belirleyici olan, sermaye üretimidir. Ne kadar yaşamsal olursa olsun, ev içi üretime hakim gelir. Dolayısıyla, ev içinde erkeğin kadınla ilişkisi, bir üretim aracı sahipliği biçiminde olsa da, sermaye karşısında, “proleterin karısı”, bir tüketim kalemi durumundadır. Burjuva erkeğin proleter erkekle paylaştığı, altı üstü, bir evsel köle sahibi olmasına yetecek kadar ücrettir. Bu haliyle bile ücret, ürettiği değerin ancak bir kısmına tekabül edebilir. Bu nedenle, hakim olan toplumsal üretim bazında, proleterin “kadını” mülk olarak sahipliği, bir üretim aracı bazında, mutfak robotundan daha fazla iktisadi belirleyicilik taşımaz. Öte yandan, durumun bir “mülkiyet paylaşımı” olmaması, sermaye ile erkek arasındaki “maddi çıkar ortaklığının” toplumsal ilişkilerin belirlenişindeki önemini karartmaz. Ortaklığın biçimini, çelişkinin şiddetini ve birliğin de kuvvetini belirler.
Sonuç olarak, biliyoruz ki, kapitalizmin işleyişine yön veren değişik eğilimler, kapitalizmin gelişimi içerisinde, yasalara, yasalar da eğilimlere dönüşür. Kapitalizmin cins egemenliğiyle ilişkisi de böyle gelişir. Böylece, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında, sermaye ile ataerkinin kaynaşması tamamlanır. Ataerki, bir iktisadi birim olarak modern bireysel ailenin hakim hale gelmesiyle birlikte, kapitalizmin bir iç yasallığı halini alır.
Proleter Aile
Marksizmin, feminist basında en çok eleştirilen görüşlerinden biri şudur: “…bu üstünlüğü koruyan burjuva hukuku, yalnızca mülk sahipleri ve onların proleterlerle olan ilişkileri için mevcuttur; tuzluya oturur; öyleyse, para yokluğundan, işçinin karısı karşısındaki durumunda hiçbir geçerliliğe sahip değildir. İşçinin, karısı karşısındaki durumunda, koşullara göre, bambaşka kişisel ve toplumsal ilişkiler hüküm sürer. Ve üstelik, büyük sanayi, kadını evden kopararak emek pazarına ve fabrikaya gönderdiği, ve onu çoğunlukla ailenin direği durumuna getirdiğinden beri, proleterin evinde, erkek üstünlüğünün son kalıntısı da temelini yitirmiş oldu – belki, tek-eşlilikle birlikte töreye girmiş bulunan, kadınlara karşı bir kabalık artığı hariç.”[5]
Gerçekten de, kadın evden çıkıp emek pazarına girdikçe, proleterin evinde gelişme bu yönde olur. Zaten bu koşullar altında çoklukla proleterin evi köyü de darmaduman olur: “Ailenin ortadan kaldırılması! En köklü değişiklikleri savunanların bile Komünistlerin bu yüz kızartıcı niyeti karşısında kanı beynine sıçrıyor. Bugünkü aile, burjuva ailesi neye dayanıyor? Sermayeye, özel kazanca. Bu aile tam olarak gelişmiş biçimiyle yalnızca burjuvazi için vardır; ama bu durum proleterlere ailesizliğin dayatılmasıyla ve açık fuhuşla tamamlanıyor.”[6]
Engels, proleter ailede erkek egemenliğinin ortadan kalktığını değil, maddi temelini yitirdiğini söyler. Bu koşullarda dahi, erkek egemenliği proleter ailede hemen ortadan kalkmayacaktır, çünkü onun maddi dayanak ortadan kalksa da, o dayanak üzerine kurulu olan hukuk, ideoloji ve kültür, aynı hızla onu izlemeyecektir: “‘Aile hareketli öğedir’, diyor Morgan, ‘asla duraklama halinde değildir; toplum aşağı bir dereceden daha yüksek bir dereceye geliştiği ölçüde, aile de aşağı bir biçimden daha yukarı bir biçime geçer. Buna karşılık, akrabalık sistemleri hareketsizdir; ailenin zaman boyunca sağladığı gelişmeleri, akrabalık sistemleri ancak uzun aralıklarla sağlarlar ve ancak aile köklü bir dönüşüm gösterdiği zaman akrabalık sistemleri de köklü bir dönüşüme uğrarlar.’ Marx, buna şunu ekler: ‘Ve genel olarak, siyasal, hukuksal, dinsel ve felsefî sistemler için de durum aynıdır.’ Aile yaşamaya devam ettikçe, akrabalık sistemi katılaşır; akrabalık sistemi alışkanlık gücüyle değişmelere karşı direndikçe, aile onu aşar.”[7]
Öte yandan, kapitalizmin gelişim seyri, kapitalizmin daha o aşamada yakın bir devrimle yıkılacağını ve mevcut aşamadan doğruca sosyalist bir devrim yoluyla daha üst bir toplumsal düzene geçileceğini varsayan Marx ve Engels’in öngördüğünün aksine, bir devrimle kesintiye uğramaksızın sürer ve yukarıdaki değerlendirmeye konu olan maddi koşullar aynı kalmaz, değişir. Onların öngörmediği pek çok yeni olgu –en başta emperyalizm– ortaya çıkar.
Engels, proleter ailede erkeğin egemenliğinin maddi temelini yitirişini, temel bir maddi koşula bağlamıştır: “büyük sanayi, kadını evden kopararak emek pazarına ve fabrikaya gönderdiği, ve onu çoğunlukla ailenin direği durumuna getirdiğinden beri”. Marksizmin erkek egemen görüş açısıyla malul kavranışı, bu yan cümleyi unutma, Engels’in tariflediği tarihsel durumu o çağ içinde dondurma ve bütün bir kapitalizm tarihini Engels’in yöntemiyle analiz etmek yerine, onun o döneme dair verileriyle yetinme eğilimindedir. Bu önkoşulun değişim geçirişini göz ardı eder.
O günkü nitelikleriyle proleter aile gerçekten de hızla yıkıma uğramaktaydı. Ancak, en başta özetlediğimiz gelişim seyri içerisinde, büyük sanayinin kadını evden çıkarıp emek pazarına sokma kuvveti zayıfladı ve bu eğilimin tersine işleyen faktörler hakim hale geldi. Kapitalizm, bir devrim tarafından yok edilmeden önce, bütün ilerici barutunu tamamen tüketti. Eski toplumsal ilişkileri yıkan, devindirici kuvveti tükendi. Daha doğru ifade etmek üzere, bu ilişkilerin sonucu olan toplumsal eşitsizlikleri yeniden üretme eğilimi ağır bastı, çünkü üretimi ve onunla birlikte bütün toplumsal ilişkileri toplumsallaştırmayı sürdürdüğü için, “kaynaşma” statik bir kaynaşma olmaz. İki yöndeki eğilimler de işleyişini, bir taraf daha baskın olmak üzere sürdürür. Kadın işgücü pazara çıkmaya, evsel kölelik de kendi hattından sağlamlaşmaya devam eder. Böylece, kaynaşma, “çelişkili birlik” niteliğindedir.
Proletarya içinde tek eşli bireysel ailenin yıkım yönünde ilerlemeyi sürdürmesi için, kadın emeği işgücü pazarına çıkmaya, aynı biçimde ve hızda devam etmeliydi. Bunun için ise, kadın işgücü ile erkek işgücünün pazar eşitliği sağlanmalıydı. Bunun maddi temeli ancak, eşit işe eşit ücret olabilirdi. Ancak kapitalizmin toplumsallaştırıcı soluğu, mülkiyetin özel karakteri nedeniyle, buna yetmedi. Birincisi, kadın, emek pazarına çıkar çıkmaz, bunun kolektif bilinciyle buluşmadı ve bir toplumsal kuvvet haline gelmedi (tıpkı işçi sınıfının, oluşumunun ancak ve ancak belirli bir aşamasında, bir toplumsal kuvvet olarak tarih sahnesine çıkışı gibi). İkincisi, kadın emeğinin toplumsallaşma hızı, bu kuvvetin zamanında yeterli etki gücüne (proletaryanın iç saflaşmasını etkileme, proletarya içinde bu yöndeki basıncı egemen kılma gücüne) erişmesine yetmedi. Bu da nesnel-tarihsel bir durumdu. Öznel yönü, komünist kadının önderleşme pratiği, ayrıca tartışılabilir. Sonuçta, erkeğin evsel kölelikten maddi çıkarıyla sermayenin çıkarları, bu kez yapısal olarak, birleşti. Bu moment, aynı zamanda, burjuva feminizmin, politik özne olarak, tarih sahnesine çıktığı momenttir, bunu başka bir zaman başka bir yazıda tartışmak üzere buraya virgül koyalım. Bu da mevcut nesnelliğin doğurduğu bir durumdu.
Bu nedenle, Engels’in proleter aile üzerinde bu söylediklerinden proleter erkeğe övgü payesi çıkaranların, okuduklarını tekrar okumaları gerekir. Bu sözlerden mutlaka bir övgü çıkarılacaksa, proleter aileyi yıkıma uğrattığı için, gelişmekte olan sermayeye çıkarılması gerekir.
Bu da bir kere daha gösterir ki, proletarya, bütün toplumsal eşitsizliklerle mücadele etmediği sürece, kendi kurtuluşunu hazırlayamaz: “Üstünlüğü ele geçirmiş bundan önceki bütün sınıflar, toplumu büyük ölçüde kendi mülk edinme koşullarına boyun eğdirerek, zaten edinmiş oldukları konumlarını pekiştirmeye bakmışlardır. Proleterler ise, daha önceki kendi mülk edinme biçimlerini ve böylelikle, daha önceki bütün öteki mülk edinme biçimlerini de ortadan kaldırmadıkça, toplumsal üretici güçleri ele geçiremezler. Kendilerine ait korunacak ya da pekiştirilecek hiçbir şeyleri yoktur; görevleri, özel mülkiyetin o güne kadarki bütün güvencelerini ve korunaklarını yok etmektir.”[8]
Kapalı Ekonomi Olarak Evsel Kölelik, İktisadi Birim Olarak Aile
Evsel kölelik, kapalı bir ekonomide gerçekleşir. Aile, burjuva toplumda –kendi içinde bir kapalı devre olarak– iktisadi bir birimidir. Ancak ataerki, daha önceki toplumların aksine, aynı maddi temellere dayalı kapalı ekonomilerin toplamından oluşmaz. Her bir iktisadi birim, sermaye çevrimine tabi; sermaye hakimiyetinde cisimleşen ataerki, bütün bu iktisadi birimlere hakimdir. Ancak, konumuz açısından, sonuçta ev içi ekonomi, iktisadi birim olarak aile, kendi içinde kapalı devre olarak işler. Yani, işgücünün değişim değeri, ev ekonomisine giren donmuş emek miktarı ile oluşur, evdeki canlı emek, ona değişim değeri katmaz. Erkek kadını sömürür. Bunun artıdeğer sömürüsü olmaması, sömürü olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Evdeki sömürü, cinsiyetçi sömürüdür.
Elbette, ev içinde üretilen ve tüketilen ürünler, eğer ki kapitalist üretimde üretiliyor olsalardı ne kadara mal olacakları, ev işlerinin toplumsallaşmış (metalaşmış) kısımları esas alınarak hesaplanabilir.[9] Bu hesaplamalar, ev işlerinin üretici niteliğini belirgin kılmak, kadın emeğinin bütünselliğini ve toplum yaşamındaki rolünü anlatmak ve bir ücretlendirme mücadelesine dayanak oluşturmak açısından değerli veriler sunar, ama gerçekte, bu türden bir hesap, ev işleri bakımından da işgücü bakımından da bir “değişim değeri” ya da fiyat hesabı açığa çıkarmaz. Çünkü değişim değerinin bütün varlığı metalar dünyasına aittir. Meta üretimi dışına çıkan hiçbir şeyin değişim değeri hesaplanamaz.
Ev içi emeğin ürünlerinin değişim değeri hesaplanamaz, çünkü onun ürünlerinin değişim değeri yoktur. Çünkü sermaye üretimince belirlenen kapitalizmde, “üretkenlik” sadece, sermaye üretmek demektir. Üretimle topluma ne katıldığı değil, sermaye miktarına ne katıldığı, “değişim değeri”nde ifade bulacak şekilde, “değerli”dir. Ev içi emeğin, insan ve toplum bakımından “üretken” oluşu, mevcut üretim biçiminde “üretken” oluşunu getirmez. Ancak, bu tür bir hesaplama girişimi, ev emeğinin toplum yaşamı için üretkenlik gerçeğini ve düzeyini gözler önüne serebilir, genelde de emeğin, üretkenliğin, kapitalizmdeki bu insana ve topluma yabancılaşmış konumunu açığa vurabilir.
Sonuçta ev ekonomisi kapalı ekonomidir. Artıdeğer üretmez. Ama bütün sömürü biçimleri de zaten artıdeğer üretimine bağlı değildir. Örneğin köle emeği veya serf emeği tarafından üretilen, artık üründür, artıdeğer değildir. Üretim, değişim için yapılmaz. Fakat bu, orada sömürü gerçekleşmediği anlamına gelmez.
Evsel kölelik zeminindeki ev ekonomisindeki sömürü de benzerdir. Bu cinsiyetçi sömürüdür. Kadın bir ürün (örneğin yemek, örneğin mercimek çorbası) üretir. Kuşkusuz ki, ortaya çıkan ürün, eğer ki bir lokantada yapılmış olsaydı, değişim değeri, ona katılan mercimekten de, yağdan da, sudan da, soğandan da, yapımında kullanılan tencere, ocak, gaz, mikser gibi makinelerin çorbaya kendi değerinden kattığı miktardan da fazla olurdu, çünkü onda daha fazla harcanmış emek cisimleşirdi. Ancak evde böyle olmaz. Kadının pişirdiği çorbayı, kendisi, çocukları ve erkek işçi yer, içer ve biter. Sonuçta işgücü evden çıktığında, çorbanın değil, mercimeğin ve soğanın değişim değerini üstünde taşır.
Böylece modern bireysel aile, proleter aile dahil, hatta proletarya temel sınıf olduğuna göre, başta olmak üzere, kendi içinde bir iktisadi birim, bir kapalı ekonomidir. Sermaye karşısında bu birim, bütün metalar için bir tüketim birimidir. İşgücü için bir üretim birimidir.
İşgücü Masraflarını Aşağıda Tutma
Ev emeğinin ürünleri, kullanım değerleridir ve onları üretmek için harcanan emek, işgücünün değişim değerine artıdeğer olarak katılmadığı için, işgücü değerini etkilemez. Ev içi emeğin bu şekilde örgütlenişinin, sonuçta işgücü masraflarını ve toplam üretim maliyetini düşürdüğü, sermaye düzeni ile ataerki ilişkisinin de bu amaçtan ürediği tezine bu görüş açısından bakalım.
Modern bireysel aile temelinde, işgücü masrafları toplamda düşer. Ama bu, işgücü üretiminin evsel kölelik zemininde gerçekleşmeyi sürdürdüğü her bir verili anda böyledir. Sermaye de bu şekilde üretilmiş işgücünü satın almaya her bir verili anda yönelir. Bu da böyle olmayı sürekli sürdürdüğü için, ev içi ve ev dışı, sermaye çevrimi içi ve dışı ekonomi ilişkisi, her bir verili anın toplamı olarak böyle sürer. Bu bir “süreç” olarak değil, “verili anlar toplamı” olarak böyledir. Modern bireysel ailenin varlığı, işgücü masraflarını, etkin bir faktör olarak, düşürmez; modern bireysel aile, sabit bir öğe olarak, varken, işgücünün yeniden üretilmesi için tüketilen kullanım nesneleri, toplumsal üretimdeki muadillerine göre ucuza mal olur.
Çünkü, varsayımı ilerletirsek, eğer durum bir süreç olarak işleseydi, bu alan kapitalist üretim konusu olsaydı, makineleşecek, toplumsal üretimin avantajları bu alan üzerinde belirecek, onu üretmek için gerekli ortalama toplumsal emek zamanı değişecek, üstelik, işgücü pazarı değişecek, kadın işgücünün pazarda bulunuş koşulları değişecek, kadınlar tüm gövdesiyle işgücü pazarında olduğuna göre, gerek genel olarak ücretler, gerekse ücretler arası denge –ücret eşitsizliği konusu– bu durumdan etkilenecekti. Yani, işgücü masraflarının düşüklüğü “verili anlar toplamı” olarak değil, süreç olarak düşünülseydi, toplumsallaşmış üretimin toplumsallaşmamış üretime üstünlükleri –emek üretkenliğinin artışı– nedeniyle, aynı sonucu doğurmazdı. Buna rağmen bu durum, tersinden, kar oranlarının düşme eğilimini kuvvetlendirir, ama toplam kar kütlesini artırırdı. Ve nihayet, tek tek bütün bu faktörlerin birbiriyle etkileşimi içerisinde, bütün veriler yine değişirdi. (Ki zaten kapitalistler bu hesapları yaparak kadını eve hapsetmiyorlar, biz meselenin kavranışı açısından tartışıyoruz.)
Gerçekten de, bu unsurlar gözetilerek, daha alt kümeler içerisinde yapılan varsayımsal hesaplamaların, bu ikinci sonuca meylettiği görülür. Bunun sağlamasını ayrıca şuradan da yapabiliriz: Örneğin, bir yüzyıllık süre içerisinde, kadın emeğinin işgücü pazarındaki yeri sürekli genişlediği, ev içi emek kalemleri de sürekli, aşağıda ele alacağımız gibi, toplumsallaştığı halde, bunun sonucunda, kar oranlarının düşme eğilimi etkilenmiş, ancak işgücü masrafları öngörülen tarzda etkilenmemiştir. Aksine, kar oranlarının düşme eğilimi karşısında sermayenin esas eğilimi, spekülatif alana kaçış olmuş, bu ise, en ucuz işgücüne yönelimi artırmış, “küreselleşmenin kadınlaşması” olarak formüle edildiği üzere, kadın işgücünün, pazara akışını hızlandırmış, tarım, sanayi ve hizmetler sektörünün pek çok cephesini olduğu gibi, seks endüstrisini de görülmedik biçimde kadın emek gücüyle doldurmuştur.
Ayrıca, bunu saf koşullarda tartıştığımızı söyleyelim. Çünkü ev içi üretim kapsamı, toplumsallaşma kapsamına sürekli girer. Tıpkı, dün devlet örgütlenmesi kapsamındaki kimi alanların (eğitim, “güvenlik”, sağlık vb.) sürekli olarak sermaye üretimine açılması ve maaş-ücret ikiliğinin birbiri ile etkileşmesi gibi, ev içi emek alanı ile ev içi kalemlerin toplumsallaştığı işletmeler alanı birbiriyle sürekli etkileşir.
Bu nedenle, ne sosyalist feminist yazındaki arayışlar, ne de tersinden, marksist yazına dayalı erkek egemen yaklaşımlar, işgücü masrafları üzerindeki sonuçlarına bakarak, kadının ev içi emeğinin dolaysızca sermaye tarafından sömürüldüğünü varsaydıkları teorik temellendirmelerinde başarılı olabilmişlerdir. Erkek cinsin kadın cins üzerindeki, sonucu artıdeğer olmayan cinsiyetçi sömürüsünün (bu sömürünün evsel emek sömürüsü, evsel cinsellik sömürüsü, seks sömürüsü ve ucuz işgücü sömürüsü biçimlerinin) yok sayıldığı bir denklemde, sermayenin, salt işgücü masraflarını düşürmek için cinsiyetçilik üreteceği fikri karşılık bulmaz.
Sermayenin ataerkil niteliği, sermaye egemenliği ile erkek egemenliğinin maddi çıkar ortaklığına dayanır ve bu temelde yeniden üretilir. Erkek egemenliğinin maddi çıkar ortaklığından kasıt, sadece burjuva erkeğin, hem cinsel hem de sınıfsal sömürüden çıkarı değil, bu sınıfın egemenliğinde, erkek cinsin, kadının sömürüsünden, sonuçları sınıflar arasında eşit dağılmayan bütünsel çıkarlarıdır. Cins mücadelesi, sermaye ve erkeğin egemenliğini ve bunun sayısız sonuçlarını, dışavurumlarını konu edinerek sürdürülebilir.
İşçi Ücreti Ve Ev İçi Emek
Ev içi ekonomi, kapalı ekonomidir dedik. Evsel köleliğin, proleter erkek için maddi dayanağının da ücretin, aile ücreti biçimini alması olduğunu söyledik. Bu ücret, aynı zamanda, ev ekonomisi ile sermaye üretimini bağlayan halkadır. Öyleyse, bu konuya ücret meselesi düzleminde göz atmalı ve bu arada, feminist yazındaki yaygın bir yanılgıyı da ele almalıyız.
Öncelikle, ev emeğinin ücretlendirilmesi talebi, cinsel çelişkilerin kapitalizmin dışına doğru, sosyalizme doğru çözülüşünün zeminini, cins mücadelesini, ve bu mücadele kısmi kazanımlar elde ettiği oranda, kadın cinsin mücadele koşullarını geliştirmenin bir aracıdır. Bu nedenle, sermaye üretim çevrimi içerisinde bir mantıksal boşluk da, aynı zeminde bir nicel karşılık da bulmaya mecbur değildir. Ücret mücadelesi, kendi başına, kapitalizmde emeğin örgütlenişinin akıldışılığının teşhirine ve kapitalizminin yıkımı için mücadelenin, devrim mücadelesinin şiddetlendirilmesine adanmalıdır.
Teorik bakımdansa, bir iktisadi birim olarak ailede, kadının ev içi emeğinin karşılıksızlığı, işçi ücreti temelinde analiz edilecek bir sorun değildir. Dolayısıyla, feminist yazının bir bölüm külliyatının odaklandığı üzere, kapitalizmin içsel bir “yanlışlığının” analizi ve bunun “düzeltilmesi” talebine dayandırılacak, marksizme eleştirisini de bu yanlışlığı ya da boşluğu bulamamış olmasından kuracak bir ev içi emek politikası, doğru bir politik mücadele çerçevesi sunamaz. Her şeyden önce, ev içi emeğin bu şekilde örgütlenişi, kapitalizmin bir iç sorunu değil, varoluş sorunudur. Dolayısıyla düzenleyici bir politikanın, reformist bir programın konusu olamaz.
İşçi ücreti temelinde analiz edilecek bir sorun değildir, çünkü ev içi emek, ev içi emek olarak kaldığı sürece, sadece kadını sömürmek üzere vardır. Erkeğin kadın üzerindeki egemenliği olmasa, ev işi diye bir alanın, sadece sömürüsü değil, kendisi de ortadan kalkardı. Tıpkı, erkeğin kadın üzerindeki egemenliği olmasa, seks işçiliği diye bir alanın, sadece sömürüsünün değil, kendisinin, “erkeğe cinsel hizmet” diye bir kullanım nesnesinin var olmayacağı gibi. Aşağıda ele alacağımız gibi, bugünkü toplumda, üretici güçlerin gelişkinlik düzeyi, üretimin toplumsallaşma düzeyi, evsel üretim zorunluluğunu aşmıştır. Ev işlerinin toplumsallaşmasının ve ev içi üretim alanının toptan tasfiyesinin önündeki tek engel, sermaye düzenidir.
Ezilen cins ve sınıflar cephesinden dile getirilmiş, ev işinin ücretlendirilmesini, kapitalizmin bir iç yanlışlığını giderme, kapitalizmi bu şekilde regüle etme fikrine dayandıran yaklaşımlardan daha geri ve reformize edici olan tek yaklaşımsa, aile ücreti ile birlikte, kadına da emekgücünün karşılığının ödendiğini savunan, bunu iktisadi çevrimdeki durum bakımından analiz etmekle kalmayıp, politik bir sonuç olarak, ev işinin ücretlendirilemeyeceğine bağlayarak, sermaye düzeniyle rezil biçimde uzlaşan görüş açısıdır. Birinci görüş açısı, politik düzlemde, kapitalizmin bir iktisadi yanlışlığını düzeltmeye çalışıyordu, ikinci görüş açısı ise, yine politik düzlemde, kapitalizmin yanlışsızlığına işaret eder. Bu görüş açısı, çıkardığı politik sonuç itibariyle, sermayenin “ticari adaletine”, pazarda özgür koşullarda bir araya gelen sermaye sahibi ile işgücü sahibi karşısındaki ticaretin adilliğine şahitlik yapmaktadır.
Öncelikle, emeğin “karşılıksızlığı” çerçevesini ele alalım.
Kapitalizmde işçi (konumuz bağlamında erkek işçi) zaten emeğinin karşılığını almaz. Ücret hiçbir durumda “emeğin karşılığı” değildir. Ücret emeğin “karşılıksızlığının” ifadesidir hatta. Kapitalizmin özü özeti zaten budur. Ücret “emeğin” değil, “emek gücü” metasının karşılığıdır. Bu, kendisini yeniden üretmesi için gerekli emek zamanı, ya da başka bir deyişle, tüketmesi gereken maddi malları üretmek için gerekli emek zamanıdır.
Ev içi emek de karşılıksızdır. Sadece karşılıksız olmakla kalmayıp, aynı zamanda, toplumca yok sayılır. Ücretlilik, nasıl işçi/ücretli köle için, emeğinin karşılıksızlığının üstünü örten bir örtü oluyorsa, ücretsizlik, ev kölesi için, emeğinin bütün olarak üstünü örten bir örtü olur.
Peki, aile ücreti ya da kısaca işçi ücreti sistemi nasıl işler? Ücret, işgücü metasının karşılığı olarak dar anlamda somut işçinin kendi işgücünü yeniden üretimini değil, işgücünün toplumsal olarak yeniden üretimini de sağlar. Başka bir deyişle, salt işçinin değil, işgücü pazarının yenilenmesini. Bunun, yani işgücünün (emeğin değil!), evsel kölenin işgücü de dahil, karşılığının ödenip ödenmediğinin çok basit bir sağlamasını şöyle yapabiliriz: Dünya nüfusunun yarısı hala kadın olduğuna, yani kadın nüfus erkek nüfusun belirgin biçimde altına sapmadığına, çocuklar doğup büyüdüğüne ve nüfus artışı aşağı sapmadığına göre, başka bir deyişle, işgücü ertesi gün işgücü pazarına çıkmaya hazır olduğuna, işgücünün üretimini sağlayan kadınlar hayatta olmaya, evlenmeye ve bu üretimi sağlamaya devam ettiklerine ve yeni işgücü sahipleri çocuklar üretildiğine, sonuçta işgücünün sürekliliği saplandığına göre, ücret, gerek erkek işçi, gerek evsel köle, gerekse çocuklar açısından, işgücünün yeniden üretimini sağlıyor demektir. Kapitalizmde ücret meselesi bu kadar basittir. Ücretin kendisi de bu kadar basittir ve sınırlıdır. İşçi ücretinden bundan fazlasını ummak, sermaye düzenine dair ham hayalleri olmaktan başka bir şey değildir.
Şimdi, alışveriş bittikten sonra, yani işgücü satın alınıp ücreti ödendikten sonra, bu alışverişin taraflara nasıl göründüğüne bakalım:
Sermayenin görüş açısından, ticaret tamamlanmış, karşılık ödenmiştir. Hem işçiye, hem de ailesine. Böylece, kaba bir bakışla, işçinin emeği karşılıklı, ev kölesinin emeği karşılıksız görünür.
Sermaye karşısındaki nesnel durum açısından, gerçekte, her ikisinin de emeği –eşit veya eş nitelikte olmayan biçimde– karşılıksız, her ikisinin de işgücü karşılıklıdır.
Bu tabloda, artık kapitalist çevrimdeki alışveriş tamamlanmış, ücret kalemi, sermayenin elinden çıkmış, bir iktisadi birim olarak ailenin eline geçmiştir.
Peki, burada durum nedir? Aile içinde, gelir erkeğin iktisadi kuvvetidir. Gelir getirmeyi sürdürdüğü sürece, kadın da dahil, evin de, evdeki tüm araçların da sahibi odur. (Bunu iktisadi olarak söylüyoruz, politik, ideolojik ve kültürel ilişkileri de hesaba kattığımızda, erkek gelir getirmeyi sürdürmese de, yaygın olarak bu böyle sürer, ancak bu ilişki biçimi maddi temelini yitirdiğinden, toplumsal ölçekte alanı giderek daralır. Boşanma hukukundaki değişimlerin, bu durumla yakından ilgisi vardır.) Kadın emeği ile üretilen ürünler, kullanım değerleri olarak üretilir ve tüketilir. Kapalı devre, üretilenin kullanılmasıyla son bulur.
Böylece, evdeki iktisadi ilişkiye, işbölümüne ve bölüşüme, sermaye dahil değildir. Sömürü burada gerçekleşir ve burada sonuçlanır. Kadının emeğinin ürünlerine (buna iktisadi anlamda cinsel hizmet dahildir) ev içinde erkek el koyar.
Burada, kadının erkek karşısındaki konumu, “boğaz tokluğu” karşılığında, sınırlarını egemen erkeğin belirleyeceği şekilde, çalışmakla yükümlü olan klasik kölenin durumu gibidir. Kadının bedeni ve emeği üzerinde tasarruf hakkına fiilen erkek sahiptir.
Kadın işgücü, emek pazarına çıktığında, bir işgücü metasıdır. Evsel kölelik zemininde, erkek karşısında, iktisadi bakımdan bir üretim aracı, sermayenin karşısında, üretim masrafları içerisinde bir tüketim kalemidir. İşgücü üretimi için “gerekli bir tüketim maddesi”, bir “evsel makine”dir. Ücret hesabı içerisindeki, örneğin bir televizyon veya mutfak giderlerinden farklı değildir.
Böylece, işçinin karşılıksız emeği –ücretli emek– ile ev emekçisi kadının karşılıksız emeği –köle emeği–, asla “ücret” üstbaşlığı altında tartışılamayacak kadar, iktisadi nitelik bakımından farklıdır.
Ev içinde gerçekleşen bu olay, cinsiyetçi sömürüdür. Dolayısıyla, “proleter erkek sömürmez, ama devralınmış toplumsal eşitsizliklerin bir sonucu olarak ezer” biçimindeki kavrayışların da bir karşılığı yoktur. Baskı, bütün tarihte ve bütün toplumlarda, eğer kötü niyetten diyecek kadar idealist değilsek kabul etmeliyiz ki, sömürü için vardır. Aile içindeki bu ezme ilişkisinin toplumsal ölçekte sürekli yeniden üretildiğini, üstelik bunun asırlarca sürdüğünü, ancak aile içerisinde maddi bir sömürü temeli bulunmadığını, ancak saf idealist bir bakış açısından iddia edebilirsiniz.
Sermaye Üretiminin Evsel Üretim Üzerindeki İktisadi Baskınlığı, Sınıf Çelişkisinin Cins Çelişkisi Üzerindeki Hakimiyeti
Toplumsal ilişkileri üretim araçları sahipliği belirler. Üretici güçlerin gelişmesinin geldiği aşamada, üretimi de üretim araçları üretimi belirler. Sonuçta, evsel ekonomi ne kadar hayati olursa olsun, iktisadi yaşama ve toplumsal ilişkilere hakim olan sermaye üretimidir. Bu hakimiyet “toplumsal yararlılık” temelinde ölçülemez, mevcut üretim tarzının amacı toplumsal yararlılık değildir.
Feminist yazına hakim olan, evsel ekonomi ile sermaye üretimini kıyaslama yöntemleri, genellikle, idealist bir yönteme sahiptir. İkili sistem teorileri, bu yanılgılı analizlerin en uç biçimidir.
İktisadi yaşamı ve toplumsal ilişkileri belirleyicilik gücü, nasıl ki toplumsal yararlılık temelinde belirlenmezse, toplumsal eşitsizlikleri çözme, özellikle, sınıflı toplumların da cinsel çelişkinin de üzerinde yükseldiği maddi zemin olan özel mülkiyet zeminini tasfiye gücü, hasılı, bu çelişkileri yok etme kuvveti, şu veya bu sınıf, cins, tabaka üzerindeki ezme ve sömürünün şiddetiyle belirlenmez.
İki sistemli teoriler başta olmak üzere, feminist yazında hakim olan görüş açısı, cinsel sömürünün en az sınıfsal sömürü kadar, hatta daha ağır oluşundan yola çıkarak, aynı kuvvette iki maddi sistem tanımlar, eğer iki maddi sistem tanımlamıyorlarsa bile, kendi içerisinde sınıfsal/cinsel çelişkilere bölünmemiş, en azından aynı kuvvette iki toplumsal özne tanımlarlar. Bunu da yapmıyorlarsa, diğer toplumsal öznelerin durumunun, başkaca toplumsal çelişkilerin kaderiyle ilgilenmeksizin, kadının cins olarak kendi başına ataerkil toplumsal ilişkileri çözme gücüne sahip olduğunu saptarlar. “Kuvvet” analizi, kadın cinsin toplumsal rolü bakımından salt sömürünün varlığına ve şiddetine dayanır.
Ancak, ne sömürü şiddeti, ne sömürülenlerin salt niceliği, hatta ne de mülksüzlük hali, bir toplumsal kuvvetin gücünü belirlemez. Bugün bile, sınıflar düzleminde tartışırsak, yaygın olarak, toprağa bağlı yoksul köylünün toplumsal eşitsizlikten, baskıdan, yoksulluktan payına düşen, işçininkinden fazladır. Ya da, işçi sınıfı ve diğer ezilen kesimlerden salt evsel köle –ev emekçisi– durumundaki kadınların gerek sınıfsal, gerek cinsel eşitsizliklerden aldığı pay, pek çok durumda, toplumsal üretimdeki –işçi– kadından daha fazla olmasına rağmen, kadın hareketi, kadın özneleşmesi buradan yükselmemiştir.
Ne sömürünün şiddeti, ne mülksüzlük, ne de hatta insan toplumunun varlığını sürdürüşünde üreticiliğinin belirleyiciliği başlı başına, bir toplumsal kesime, mevcut toplumsal ilişkileri yıkma kuvveti getirmez ve getirmemiştir. Bu nedenle, sermaye düzeniyle birlikte, özel mülkiyetin tasfiyesini mümkün kılacak bir toplumsal üretim zemini ortaya çıkmadan önce, ne kadar sömürülürse sömürülsün, ne köleler, ne serfler, ne herhangi bir ezilen veya sömürülen sınıf, özel mülkiyetin yok edicisi olarak belirmemiştir. Aynı biçimde, feodal toplum düzeninde, serfler, mülksüz ve başlıca ezilen sınıf olmalarına rağmen, feodal toplum düzeninin yıkılışına önderlik eden, burjuvazi olmuştur.
Kadın, özel mülkiyet karşısındaki durumuna rağmen, bir homojen cins olarak, özel mülkiyetin (ve böylece kapitalizmin) mezar kazıcısı değildir. Ama kadınlar, aynı nedenle, homojen biçimde bir cins olarak, patriyarkanın da mezar kazıcısı değildir. Kadınların proletarya dışındaki bölümleri, özel mülkiyetle değişik biçimlerde bağlanarak, cinsinin temel çıkarlarına yabancılaşır. Burjuva kadınlar, bu yabancılaşmanın en geri kutbunda yer alırken, temelde burjuva kadın kurtuluş çerçevesi, kapitalizm içinde ataerkinin tasfiyesini ve eşitsizliklerin erkek cinsle eşit paylaşımını kapsar. Öte yandan, mülksüz sınıf içerisinde, mülkiyet ilişkilerinin tam tasfiyesinden maddi çıkarı olan ve bunun sınırlarına vardırılmasına öncülük edecek olan, kadın cinstir.
Ev, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün, sömürüsünün başladığı yerdir ama, sona erdiği yer olmayacaktır. Erkek egemenliği ile kadın özgürlüğü arasındaki ezeli karşıtlık ev içinde başlamıştır ama, nihai hesaplaşma ev dışında olacaktır.
Bu nedenle, cinsel sömürüyü, ayrı bir toplumsal sistem olarak niteleyip, apayrı bir programın konusu haline getirenler de, en azından, cinsel sömürünün, tümüyle sermayenin ürettiği, neredeyse cinsler üstü bir olgu olduğunu öne sürenler kadar yanılır ve kadının kurtuluşunda onlar kadar başarısız olur.
Çelişkiler Toplamının Genel Görünümü
Cinsel ve sınıfsal çelişkilerin, bu toplumsal ölçekte kaynaşması, sınıfların ve cinslerin çıkarları üzerinde değişik etkilerde bulunur.
Öncelikle, erkek egemenliğinin, sınıflar arasında eşit dağılmadığını söyledik. Ayrıca, sermaye üretiminin, tüm üretime ve tüm toplumsal yaşama hakim olduğunu belirttik.
Erkek cinsin sınıfsal iç saflaşmasına bakarsak, sermaye düzeni ataerkini darbeleyici yönde etkiyebildiğine göre, zaman zaman proleter erkeğin çıkarları sermaye ile gerici biçimde de çatışmalıdır. Bu nedenle, burjuva erkekle proleter erkek arasındaki çıkar ayrılığı, erkek cinsi içinde kendini bu şekilde de göstermelidir. Gerçekten de böyle olur. Örneğin, pazarın ucuz kadın işgücüne ihtiyacı vardır, evin egemeni erkek, bunu engellemeye meyleder. Burjuvazi, toplumun ve kendi sınıfının kadın yarısı karşısında oy hakkı tavizini vermeyi gerekli görür, evin egemeni, kadının bu hakkı kullanmasını –gerekirse çıplak zor, ev içi şiddet yoluyla– engeller.
Ama bu ilişki içinde, sermaye baskındır, erkeğin bütün maddi dayanağı, işgücünü satma olanağından elde ettiği ücret ve ev içinde kaba kuvvetine dayalı fiziksel zordan ibarettir. Buna ancak, toplumun kültürel, hukuki, geleneksel şekillenmesini arkalaması eklenebilir. Sermaye egemenliği karşısında ise, cinsel temeldeki çıkarları çatıştığında, işgücünü satma olanağından başka hiçbir şeyi yoktur. Erkek egemenliğinin bütün diğer maddi dayanakları, zor aygıtları ve iktisadi hakimiyet koşulları, sermayenin elindedir. Sermaye ya da burjuva erkek, bunlarla neyi uygun görüyorsa onu yapabilir. Dolayısıyla, sermayenin elindeki egemenlik araçları elinden alındığında, evdeki egemenin dayandığı başlıca egemenlik araçları da, yani, sadece ve sadece burjuvaziyle ortaklaştığı oranda pay alabileceği tüm bir erkek egemen zor aygıtı da, elinden alınır. Sınıfsal kurtuluşunun koşulları, evsel egemenliğini sürdürmenin koşullarıyla çelişir.
Öte yandan, sermayeyle, dolayısıyla zorunlu olarak burjuva erkekle, proleter erkeğin çıkarları, cins sömürüsü üzerinde ilerici biçimde çatıştığında ise, zaten bu yalnızca, sınıfsal çelişkisinin şiddetini artırır.
Her durumda, işçi sınıfı, kadın yarısı şahsında, zaten cins sömürüsünün tasfiyesinden dolaysız çıkarı nedeniyle, erkek yarısı şahsında, sınıfsal kurtuluşunun koşulları, cinsel egemenliğini sürdürmenin koşullarıyla çatıştığından, toplam eğilimi bakımından, cins çelişkisi karşısında devrimcidir. İşçi sınıfı en devrimci sınıftır ve gerek program bazında, gerekse pratik olarak, kadın cinsin özgürlük mücadelesiyle, bütün toplumsal kesimler içinde, en hızlı biçimde uyumlulaşır. Gerek sendikal, gerekse komünist hareket şahsında, proleter erkeğin, kadın üyeliğine güçlü biçimde direnmiş olmasına rağmen, yine de kadının siyasal partilere üyeliğinin ilk olarak proleter partiler şahsında ortaya çıkışı ya da kadınlara oy hakkı için mücadele yürütülmesine, sınıf mücadelesini bulandıracağı ve önceliklerini karartacağı gerekçesiyle güçlü biçimde direnilmiş olmasına rağmen, oy hakkının öncelikle işçi sınıfı iktidarı koşulları altında tanınması bunun pratik dışavurumları olmuştur.
Kadın üzerindeki erkek iktidarının, sömürüsünün, baskısının sürmesinden, tüm sınıflardan erkeklerin –erkek cinsin– maddi çıkarı vardır. Sermaye düzeninde bütün ilişkilerin toplumsallaşması nedeniyle de, cins olarak bütün sınıflardan kadınları sömürür. Burjuva kadının özel mülkiyetle ilişkisi nedeniyle zayıflayan çelişki, cinsler arası ilişkinin toplumsallaşması nedeniyle güçlenir. Öte yandan, burjuva kadının, maruz kaldığı kadarıyla cinsel ezilmişliği, ancak sınıfsal egemenliğinin son bulmasıyla ortadan kalkabileceğinden ve ama sınıfsal egemenliğinden asla vazgeçmeyeceğinden, cinsinin kurtuluşunun öznesi olamaz.
Kadın cinsin ezilmesinden, tüm sınıflardan erkeklerin çıkarı vardır, ancak bu, bütün sınıflara eşit biçimde dağılmaz. Sınıflar bakımından ise, bu sömürüden, sermayenin sınıf olarak çıkarı vardır. Proletaryanın ise, kadınlardan ve erkeklerden oluşan ücretli köleler olarak –sınıf olarak– çıkarı yoktur. Demek ki, cins sömürüsünden sınıf olarak çıkarı olmayan proletarya sınıfının erkek mensupları, evsel kölelikten çıkarları oranında, mülkiyete ve sermayeye bağlandıkça, sınıfına yabancılaşır. Tıpkı burjuva kadınların, mülkiyetle bağı temelinde, cinsine yabancılaşması gibi. Ama sonuçta, üretim ilişkileri öyledir ki, toplumsal üretim bazında üretim araçları sahipliği, üretim sistemine hakimdir. Bu nedenle, burjuva kadın şahsında, cinsine yabancılaşma, üretim araçlarının özel mülkiyeti nezdinde, baskın olandır ve sınıfsal egemenliği cinsel ezilmişliğine ön gelir. Proleter erkek bakımından, aynı toplumsal koşullara bağlı olarak, mülksüzleştirilmişliği nedeniyle, sınıfsal ezilmesi cinsel egemenliğine ön gelir. Böylece, cins baskısını ancak özel mülkiyetin varlığı koşullarında sürdürebileceği gerçeği, kendi cinsini temsil eden burjuvazinin sınıfsal baskısından kurtuluşunun tek koşulu olan özel mülkiyetin yok edilmesi eğiliminin önüne geçmez.
Özetle, sınıf olarak proletaryanın ve cins olarak kadınların, cinsel sömürüden çıkarı yoktur, sınıf olarak sermayenin ve cins olarak erkeğin cinsel sömürüden çıkarı vardır. Mevcut kapitalist üretim biçiminde, sermaye üretimi evsel üretime, sınıf çelişkisi de cins çelişkisine baskındır. Ataerki karşısındaki ittifakların dizilimini bu tablo belirler.
Buradan proletaryanın cinsler bakımından iç saflaşmasına gelecek olursak, bırakalım onun sınıfsal duruşunu bölerek zayıflatmasını, aksine güçlendirir. Onun kadın ve erkek yarısı arasında kavga ve çatışma olmazsa, proletarya özel mülkiyet karşısında tam devrimci rolünü oynayamaz. Öyleyse proletaryanın iç saflaşması, yatıştırılmak bir yana, örgütlenip güçlendirilmelidir. Nesnel durum öznel iradeye dönüştürülmelidir. Erkek yarısının, cinsiyetçi sömürüyü sürdürmedeki çıkarları nedeniyle, düzen içine gösterebileceği eğilim, kadın yarısınca baskılanmalıdır. Proletaryanın kadın yarısı, cins bilinci edindiği oranda, cins olarak da ezildiğinin farkına vardığı oranda, ki bütün toplumsal bilinç biçimleri gibi cins bilinci de kolektif bilinçtir ve onu bir toplumsal kuvvet olarak şekillendirir, özel mülkiyet karşısında daha yıkıcı/devrimci durumdadır.
Cinslerin ve sınıfların durumu bu iken, cins çelişkisinin sınıf işbirliği örgütleme gücü nedir?
Marksizmi erkek egemen görüş açıyla çarpılmış olarak kavrayanların, kadın özgürlük mücadelesinin bütünü ya da değişik biçimleri karşısındaki başlıca tezlerinden biri, kadının cins olarak erkek egemenliği karşısında yükselttiği mücadelenin sınıf işbirliği üreteceği düşüncesidir. Neden kadın cinsi? Neden kadın bilinci? Bütün kadınlar ortak olabilir mi? Bunlar erkek egemen görüş açısından sorulmuş, sorulan ve daha binlerce kez sorulacak olan sorulardır.
Oysa asıl soru, burjuva erkeğin proleter erkekle çıkar ortaklığının sonuçlarına ve buna bağlı olarak, cins çelişkisi karşısında cins körü ve erkek egemen bir yaklaşımın sınıf işbirliği örgütleme potansiyeline yöneltilmelidir.
Asıl soru neden budur? Çünkü Akşener, Sabancı, Merkel, Clinton ve diğerleri, cinsine yabancılaşmışlıkları nedeniyle, asla cinsinin çıkarlarını tutarlı biçimde temsil edemezler. Küçük burjuva eğilimler ise, mülkiyete bağlılıkları nedeniyle, asla cinsel çıkarlarını tüm ezilen kadınları kapsayacak sonuçlara doğru ilerletemezler. Dolayısıyla, bütün cins için cinsel çıkarları temsil kuvveti, burjuva değil proleter kadına aittir.
Ama burjuva erkek, tüm erkeklerin çıkarlarını, elbette kadınlar üzerindeki çıkarlarını, kıyas götürmez ölçüde tutarlı biçimde, temsil edebilir. Bütün cins için cinsel çıkarları temsil kuvveti, burjuva erkeğe aittir. Burjuva erkek, erkek cinsi ve erkek egemenliği için birleştirici bir unsur, gerçekten cinsel egemenlik çıkarlarını temsil eden bir unsurdur. Burjuva kadın, kadın özgürlüğü için asla böyle bir rol oynayamaz.
Çelişkinin ezilen cins kutbu, yıkıcı olmayanın yeterince birleştirici olmayacağı bir kutuptur. Çelişkinin ezen cins kutbu ise, haliyle yıkıcı değil koruyucu eğilimdedir. Esas düzeniçileştirici olan da budur. Dolayısıyla, politik kuvvetlerin, öznelerin durumundan, kuvvetinden, etki düzeyinden ayrı biçimde, nesnel olarak asıl düzeniçileştirici unsur, erkek egemenliğidir. Bu nedenle, sınıf bakımından esas bölücü ve bulanıklaştırıcı olan, erkek egemenliği temelinde sınıf işbirliğidir. Cins mücadelesinin devrimci bir hattan ilerleyebilmesi için, liberal ve reformist çizginin, böylece burjuva kadın özgürlük çizgisinin yalıtılması sorunu, kadın hareketi için özsel bir sorun olmasına rağmen, asla, erkek egemenliğinin düzeniçileştirici karakterinin önüne geçirilemez.
Kapitalizm toplumsallaşma sınırına vardıkça, cinsel çelişki derinleşir ve kapitalizmin içsel çelişkilerini keskinleştirir. O yüzden, cins mücadelesi, sınıf mücadelesini bulandırmak, karartmak şurada kalsın, onun asli bir bileşenidir. Aynı nedenle, cins çelişkisini kenara iten, burjuva toplumdaki bütün toplumsal ilişkilerin erkek egemen karakterini görmezden gelen yaklaşımlar, sınıf işbirliği üretir, çelişkilerin törpülenmesi programına hizmet eder. İşçi sınıfı için, cins körlüğü burjuva toplum düzeniyle uzlaşma üretir. Komünist partiler için, cins körlüğü burjuva reformizmle uzlaşma üretir. Sosyalizm koşullarında, cins körlüğü burjuva ilişkilerin yeniden üretilmesi olanağı üretir. “Salt kadın” mücadelesi ne kadar reformistse, “salt işçi” hareketi o kadar reformisttir.
- Sermaye İle Ataerkinin Çelişkisi: Toplumsallaşma
Sermaye ile ataerki ilişkisinin ikinci ucunu, toplumsallaşma eğilimi oluşturur. Özel mülkiyet, nasıl kadının cinsel sömürüsünün temeliyse, toplumsallaşma da, kurtuluşunun koşuludur.
Kadın Özgürleşmesinde Toplumsallaşmanın Yeri
Engels’e göre, “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir.”
Bu yenilgi, kadının toplumsal yaşamın dışına kovulmasıyla, özel mülk haline gelişiyle ve “dünyanın erkeğin evi, evin kadının dünyası” oluşuyla sonuçlanır. Durum ancak ve ancak, kadının yeniden toplumsal üretime dönüşü ile tersine çevrilebilir.
Ancak, kökleri toplumsal üretim ilişkilerine dayalı pek çok ezme ve sömürü ilişkisi gibi, cins çelişkisi de, kendini kabaca bir “hukuksal hak eşitsizliği” gibi gösterir. Oysa cins çelişkisi, iktisadi temellere dayanır ve bu iktisadi temeller ortadan kalkmadıkça, hiçbir hukuksal düzenleme, çelişkiyi ortadan kaldıramaz. Erkek egemenliği, yok edilebilir, yasaklanamaz.
“Ama sanayi dünyasında proletaryayı ezen iktisadi baskının özgül niteliği, kendini bütün sertliğiyle, ancak kapitalist sınıfın bütün yasal ayrıcalıkları kaldırıldıktan ve iki sınıf arasında tam bir hukuksal eşitlik kurulduktan sonra gösterir; demokratik cumhuriyet, iki sınıf arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı yok etmez; tersine, bunlar arasındaki savaşımın, üzerinde yapılacağı alanı ilk hazırlayan odur. Aynı biçimde, erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özel niteliği, bu iki cins arasında gerçek bir toplumsal eşitlik kurma zorunluluğu ve bunun yolu, bütün bunlar, kendilerini ancak, erkekle kadın tamamen eşit hukuksal haklara sahip oldukları zaman apaçık göstereceklerdir. O zaman görülecektir ki, kadının kurtuluşunun ilk koşulu bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir ve bu koşul karı-koca ailesinin, toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir.”[10]
Can alıcı konu budur. Bu satırlar yazıldığında, henüz kadınların oy hakkı, miras ve mülk edinme hakları yoktu. Gerçekten de, oy hakkı, miras ve mülkiyet hakkı, evlilik ve boşanma hakkı elde edildikten ve burjuva yasaların temel hükümlerinde az çok temel bir eşitlik çerçevesi elde edildikten sonra, “erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özel niteliği” çok daha apaçık biçimde görünür durumdadır. Ve artık görünür durumdadır ki, burjuva yasallığın en son sınırlarına kadar elde edilen kazanımlar bile, kapitalizmde ataerkini tasfiye etmeye, kadınla erkeği eşit konuma getirmeye yetmemiştir.
Ve bundan sonra, çok daha açık biçimde görülür ki, kadınların eşitlik taleplerinin bir bölümü, demokratik içerikte talepler olsa da, “kadın özgürlüğü” bir burjuva demokratik sorun değildir. Ataerkinin iktisadi temelleri tasfiye edilmeden, ataerkil hukuk ve anlayışlar tasfiye edilemez. “Hukuk, hiçbir zaman, toplumun iktisadi yapısından ve onun koşullandırdığı kültürel gelişmeden daha yüksek olamaz.” Başka bir deyişle, kadın ezilmesini koşullayan iktisadi koşullar, aile örgütlenmesi, ücret eşitsizliği ve tüm diğer sorunlar, yasaların şu veya bu şekilde düzenlenmesinden kaynaklanmaz. Tersine, yasalar bu iktisadi koşulların ifadesidir. Ataerkinin iktisadi temelleri ise, bu iktisadi koşulların sürmesinden maddi çıkarı olanların iktidarı zor yoluyla dağıtılarak, tasfiye edilebilir. Ancak, erkek egemen bir kurumsal yapı olan burjuva devletin yenildiği, onun parlamentosu, ordusu, polisi, yargısı ve bütün diğer aygıtlarıyla dağıtıldığı ve kadınların özel mülkiyetin tasfiyesine girişmiş bir iktidarda eşit olarak ve kadın özgürlüğüyle ilgili tüm sorunların çözümünde bağımsız iradesiyle yer aldığı koşullarda, patriyarkanın tam tasfiyesine girişilebilir.
Kadın özgürlük talepleri daima toplumsallaşma yönüne meyil gösterir. Kadının toplumsal üretime eşit katılımının koşulu olarak eşit işe eşit ücret talebi, siyasal yaşama katılımının koşulu olarak oy hakkı ve çeşitli yasal hak talepleri, toplumsal yaşamın değişik alanlarına katılımının koşulu olarak medeni haklar ve beden hakları talepleri, hep, “toplumsal üretime” ve toplumsal yaşama dönüş eğilimini temsil eder. Yani kadın özgürlüğünün sadece yolu değil, kapsamı toplumsallaşmadır.
Kapitalizmin ataerkini, ister iktisadi zorunlulukları temelinde olsun, isterse kadın hareketinin (bütün bölükleriyle) onu zorlaması, baskılaması, taleplerini kabul ettirmesi biçiminde olsun, yıkım hızı ve kuvveti, toplumsallaştırma kuvvetiyle bağlıdır. Ama kapitalizmin toplumsallaştırıcı kuvveti özel mülkiyetin varlığı ile sınırlanmıştır. Kapitalizmin kadını özgürleştirme kuvveti de, tek tek kapitalistlerin ve bütün kapitalistlerin öznel niyetlerinden dahi bağımsız olarak, bu şekilde sınırlanmıştır. Onların öznel niyetleri de zaten bu temelden doğar.
Kadın, ezilmesinin başlıca zemini olan evsel kölelik zincirini kırıp, toplumsal üretime katılmadan ve ev içi emek alanı başta olmak üzere, onun bütün emek alanları toplumsallaşmadan, asla özgürlük kapılarını cins olarak açamayacaktır. Kapitalizm, toplumsallaştıkça ataerkini aşındırır, ama özel mülkiyet nedeniyle, daima onu yeniden ve yeniden örgütler ve büyütür. Bir iktisadi birim olarak aileyi, sürekli darbelese de, asla tasfiye edemez ve etmeye yönelmez. Kadın hareketinin bütün baskısı, basıncı, evlilik ve boşanma konusundaki devasa kazanımlar, evsel köleliği bütün kadınlar için ortadan kaldırmaya yetmez. Burjuva demokratik temeldeki her kazanım, kazanımın konusu olan talebi satın alınabilir kılmaktan ibarettir. Yasalar önünde herkes eşittir, ancak sadece parası olanlar davaları kazanabilir.
Kadın özgürleşmesinin temel halkası toplumsal üretime ve toplumsal yaşama dönüş olduğuna göre, ve kapitalist toplum düzeniyle açık ve dolaysız bir savaşıma girip girmemenin kadın özgürleşmesindeki karşılığını tartıştığımıza göre, kadın emeğinin kapitalist toplumsallaşması sorununa yakından bakalım.
Kadın emeğinin kapitalist toplumsallaşmasının en temel kanalı, kadının doğrudan toplumsal ölçekli üretime, kapitalist üretime katılmasıdır. Bu, geniş kadın kitlelerinin işçileşmesi yolundan olur. Emperyalist küreselleşme döneminde, kadın işçileşmesi son derece belirgin biçimde hızlanmıştır.
İkinci bir temel kanalı, kadın bedeninin ve kadın cinselliğinin genel bir sermaye yatırım alanı haline gelmesi, metalaşmasıdır.
Seks ticareti uluslararası bir sektöre dönüşür, köleleştirilmiş kadın bedeni ile ücretli işçilerin cinsel hizmet biçiminde metalaşmış kadın emeği, sermaye üretimine bağlanır. Seks ticaretinin bu şekilde dönüşümü, kadın cinselliğinin sömürüsü gibi, erkek egemen baskının belki de “en özel” alanını dolaysız biçimde sermaye üretimine, toplumsal üretime bağlar ve cinsellik ticaretini –fuhuşu– görülmedik ölçüde yaygınlaştırırken, ataerkil duygu, düşünce ve normları aşındırır ve başkalaştırır. Cinsel hizmet metasıyla sonuçlanan kadın emeğinin yanısıra, kadın bedeni genel bir sermaye yatırım alanı haline gelir ve “eğlence” sektörü ve reklam başta olmak üzere pek çok cephede metalaşır.
Üçüncüsü ve kapitalist toplumsallaşmanın evsel köleliğe dayalı egemenlik ilişkilerinin çözülme olanakları açısından en önemli boyutlarından biri de, kadının ev içi emek alanlarının, “ev işlerinin” kapitalist toplumsallaşmasıdır.
“Ev İşlerinin” Kapitalist Toplumsallaşması
Sosyalizm ev işlerinin toplumsallaştırılmasını öngördüğünde, program edindiğinde ve burjuva iktidarları devirdiği ölçüde uygulamasına giriştiğinde, toplumsallaşma, tuhaf bir hayal gibiydi. Bakım işleri nasıl toplumsallaşabilirdi? Ortak yemekhaneler nasıl gerçek olabilirdi? Çamaşır işleri nasıl kolektifleştirilebilirdi? Makineleşme bu alana nasıl sirayet edebilirdi? Bu olsa olsa, komünistlerin tuhaf ütopyalarından biri olmalıydı.
Halbuki sermayenin, daha çıkış aşamasında toplumsallaştırdığı ilk alan, ev içinde imal edilen kalemlerdi (örneğin tekstil, kimi gıdalar, ev eşyaları – “hafif sanayi”nin önemli bir bölümünü bunlar oluşturur).
Ancak, gerek sosyalizm deneyimlerinin, bu işin uygulamasına girişme gücü gösterildiği oranda, ortaya çıkardığı pratikler, gerekse de istisnasız bütün ilişkileri meta üretimi alanına çekerek toplumsallaştırmadan duramayan kapitalizmin sonraki yıllardaki gelişimi, kadın emeğinin toplumsallaşmasının, sadece ütopik bir tasarım olmadığını göstermekle kalmadı, aynı zamanda insanlığın önündeki tek olası gelişim yolu olduğunu da gösterdi.
Tıpkı kadın emeğinin, ucuz işgücü olarak, toplumsal üretimin giderek artan oranda parçası haline gelişi gibi, esas olarak işgücü üretiminin gerçekleştiği ev içi emek alanları da sermaye yatırım alanı haline geldi ve toplumsallaştı.
Kadının toplumsal üretime artan katılımı, ev işlerinin artan oranda başkalaşmasını, tek tek bazı bölümlerinin kolaylaşmasını, sonuçta toplumsallaşmasını hızlandıran bir faktör olarak rolünü oynadı. Yine, kadının toplumsal üretimdeki varlığı, kadını bir cins olarak kolektif varlık bilinciyle, sorunlarının ortaklığı bilinciyle buluşturdu ve kadın özgürlük hareketi ortaya çıktı. Kadın, bir toplumsal kuvvet olarak, mücadelesiyle toplumsal ilişkiler üzerinde etkide bulunmaya başladı. Toplumsal üretime katılımını sürdürmenin kaçınılmaz bir gereği olarak, ev işlerinin bir bölümünün toplum tarafından üstlenilmesi anlamına gelen, kreş, bakımevi vb. talepleri yükseltti. Bunlar kazanımla sonuçlandığı oranda, toplumsallaşmanın kapsadığı alan büyüdü. Önce kapitalist işletmelerin ya da devletlerin bir taviz olarak karşılıksız örgütlemek zorunda kaldığı bu olanaklar yoluyla, bu işleri örgütlemenin kolektif yolları bulununca, zamanla bunlar sermaye yatırım alanları haline geldi ve bu işler “bakım hizmeti” olarak metalaştı. Gerek kadının işgücü pazarına çıkışıyla, gerekse cinsler arasında burjuva yasal eşitliğin ilerleyişiyle (oy hakkı, miras ve mülkiyet hakkı, boşanma hakkı gibi), kapitalist pazar kadınlara doğru da genişledi ve ev işlerini kolaylaştırıcı pek çok ürün, giderek artan oranda, kapitalist üretimin konusu haline geldi.
Kısacası, kapitalizm, işgücü pazarı, maddi mallar pazarı ve hizmetler pazarının kadınlara doğru sürekli biçimde genişlemesi eğilimi taşımaktadır.
Böylece, toplumsallaşma bu cephede de artar. Elbette, kapitalizme has, özel mülkiyetle ve azami kar hırsıyla damgalanmış ve ona bağımlı, çarpık ve güdük bir şekilde. Ev içi emek alanına giren kalemlerin pek çoğu, toplumsallaşmaya ve meta üretimi alanına girmeye başlar. Çocuk eğitimi ve bakımı, bir hizmet olarak, kreş aşamasından başlayarak, metalaşır. Satın alma gücü olan, bu hizmetin herhangi bir bölümünü, “evde üretmek” yerine, pazardan satın alabilir. Hasta ve yaşlı bakımı, ticari işletmeler olarak bakımevleri ve huzurevlerinin açılmasıyla, çok sayıda bakım emekçisini çalıştıran çeşitli şirketlerin “evde bakım hizmeti” metasını satışa sunmasıyla, benzer biçimde metalaşır ve böylece “toplumsallaşır”. Yemek ve bağlı mutfak işleri, gerek “hazır gıda” sanayisinin, gerekse “yemekhane” niteliğindeki toplumsal hizmet alanlarının –restoranların ve benzeri gastronomi işletmelerinin– gelişimiyle meta üretimi alanına, yani toplumsal üretim alanına çekilir. Son olarak, ev içinde görülmeye devam eden sayısız işin (özellikle çamaşır, bulaşık, temizlik ve mutfak işlerinin) makineleşmesi ve daha da üstün biçimde yeniden makineleşmesi, yine bu toplumsallaşma hattı üzerinde durur. Bunun ev içi ilişki bakımından önemli bir yeri yoktur ama, işgücünün üretiminde kadın emeğinin “kapitalizm dışı” ürünlerinin, kullanım değerlerinin yeri düne göre daralır. Cinsellik alanının ve seks endüstrisinin gelişimini, iktisadi dayanakları ve seyri farklı olduğu için, esasen dışta tutalım, ama bu metalaştırma yoluyla toplumsallaşmadan payını aldığını vurgulayalım. Ve hatta, tüm bunlara, esasen kadın emeğinin sermaye üretimine bağlanarak toplumsallaşması kapsamına girse de, “ev içi üretim” aşamalarıyla sıkı bağı nedeniyle, tekstil başta olmak üzere kimi ev içi üretim kalemlerinin, ev eksenli emek temelinde, aile iktisadının dışına çıkıp doğrudan sermaye çevrimine bağlanmasını da ekleyebiliriz.
Bunlar dün de bir ölçüde ev sınırlarının dışına çıkıyor muydu? Kuşkusuz çıkıyordu. Bu sürekli bir eğilimdir. Ancak bugün çok daha hızlı ve kapsamlı biçimde kapitalist sektörlere dönüşmüş, dallanmış, budaklanmış, uzmanlaşmıştır.
Toplumsallaşmanın Sonuçları
Kadın emeğinin, kadın bedeninin ve ev içi emek alanı başta olmak üzere kadın emek alanlarının kapitalist toplumsallaşmasının sonuçları nelerdir?
Birincisi, bu durum, sosyalizmde kadınların toplumsal üretime katılımının ve ev işlerinin toplumsallaştırılmasının maddi temelini güçlendirir. Hem bu cephede toplumsal üretimin değişik biçimlerini açığa çıkarmasıyla, hem de toplumu bu çeşit bir toplumsallaşmaya ruhsal olarak hazırlamasıyla.
İkincisi, bu tür bir toplumsallaşma, burjuva ve küçük burjuva eşitlik programlarına bir iktisadi temel sunar, reform hareketleri (feminist akımlar) talepleri ve mücadele biçimlerinde bu iktisadi temele giderek daha fazla yaslanır. Ev içinde işlerin “eşit paylaşımına” doğru bir “barışçıl geçiş alanı” ufku açar. Ev dışında, işgücü pazarının “eşit paylaşımına” doğru bir “barışçıl geçiş alanı” ufku açar. Son olarak, mülkiyetin “eşit paylaşımına” doğru bir “barışçıl geçiş alanı” ufku açar.
Üçüncüsü, toplumsallaşmanın sonuçları, asla bütün sınıflara eşit dağılmaz. Toplumsallaşan her kalem metalaşarak toplumsallaşır, ama metaları satın alma gücü bölüşümle, bölüşüm üretimle, üretim de üretim araçlarının sahipliğiyle belirlendiğinden, toplumun ezici çoğunluğu, yani kadınların büyük çoğunluğu, bunlara ulaşamaz. Kadınlar arasında sınıfsal farklılaşma derinleşir. Kürtajdan ev emekçilerinin sosyal güvence altına alınmasına dek, kadınların pek çok genel talebinin sınıfsal niteliği güçlenir.
Böylece, kapitalist toplumsallaşma, toplumsal cinsiyet çelişkisini hafifletmez ve ortadan kaldırmaz. Aksine, bu çelişkiyi derinleştirir. Kadın emeği ve bedeni üzerindeki erkek tahakkümünü başkalaştırır, dönüştürür, yeniden biçimlendirir. Bu yolla yaygınlaştırır ve derinleştirir. Bu ise, bir yanda kadın ezilmesinin, ama diğer yanda kadın özneleşmesinin ve mücadelesinin büyümesi demektir.
Toplumsallaşmanın Sınırları Ve Özel Mülkiyet
Kapitalizmde toplumsallaşma özel mülkiyetle sınırlıdır dedik. Yani toplumsallaşmayı itkileyen faktörler olduğu gibi, mülkiyetin özel karakteri nedeniyle, toplumsallaşmayı sınırlayan faktörler vardır ve kapitalizm ilerici barutunu tükettiğinden beri baskın olan budur. Böylece, kapitalizmde kadının toplumsal yaşamda yer bulması, mutlak değil eğilimdir.
Bu, kapitalizmin temel çelişkisinin, üretimin toplumsal karakteri ile mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişkinin yön verdiği bütün diğer eğilimler gibidir. Kapitalizmde bütün ara sınıflar sürekli eridiği halde asla tümüyle ortadan kalkmaz. Kar oranları sürekli düştüğü halde asla sıfırlanmaz (robotik üretime geçilmez ve geçilemez). Uluslararasılaşma artık üretim aşamasını da kapsayacak kadar ilerlediği halde, ulusal sınırlar yıkılmaz ve yıkılamaz.
Dolayısıyla, bir eğilim olarak ev içi emek kapsamına giren bütün kalemler sürekli artan oranda toplumsal üretimin kapsamına girse de, bu toplumsallaşma, kadın ve erkek arasındaki cinsiyetçi işbölümünün bozulacağı bir niceliğe de ulaşmaz, öyle bir nitelikle de gelişmez.
Kapitalizmde toplumsallaşmanın biçimi, nerede ve ne konuda olursa olsun, metalaşma yoluyla toplumsallaşmadır. O, serf köylünün, ev kölesinin, çocukların işgücünü, müziği, sanatı, cinselliği, eğitimi, bakımı, mahkemeler önünde savunulma hakkını ve başka her şeyi metalaştırarak ve metalaştırdığı için toplumsallaştırır. Kadın hareketinin kazanımları olarak toplumsallaşan her şey, meta olarak toplumsallaşır ya da zamanla bu hali alır, satın alınabilir hale gelir. Elbette, sadece onu satın alabilecekler için. Satın alma yasal hakkı herkese aittir, satın alma gücü ise sadece bazılarına. Kadın emeği toplumsallaşır, ancak işgücünün metalaşması yoluyla toplumsallaşır, evsel üretim konuları metalaşarak toplumsallaşır, kadın cinselliği metalaşarak toplumsallaşır.
Dahası, kadın hareketinin bütün kazanımları bile, bu toplumsallaşmanın ataerkini çözücü bir hattan gelişmesini getirmez. Kapitalist üretimin amacı toplum değil, insanlar değil, kadınlar hiç değil, azami kardır. Böylece, liberal feminist tahayyüllerin, hatta bütün feminist tahayyüllerin aksine, sermaye cins sorunu karşısında “tarafsızlaştırılabilseydi”, “eşitlikçileştirilebilseydi” bile, eşitliği ortaya çıkaramazdı. Üretim araçlarına sahip olanlar, yani kapitalistler, nereden kar elde edeceklerini düşünüyorlarsa oraya yatırım yaparlar ve üretimin teknik örgütlenmesini hangi biçimde gerçekleştirdiklerinde kar elde edeceklerini düşünüyorlarsa öyle gerçekleştirirler. Bu demektir ki, kapitalistler örneğin bakımevi alanına yatırım yapabilirler, ama ne kadar bakımevi açılacağı, kadınların evsel kölelikten kurtuluşunun ne kadarını gerektirdiğine değil, ne kadarının kar sağlayacağına bağlıdır. Toplumdaki yaşlıların ve hastaların bakımına insan toplumunun duyduğu ihtiyaca göre değil, bakımevi pazarına konu olabilecek burjuva çekirdek ailelerin hastalardan ve yaşlılardan kurtulma ihtiyacına göre yaklaşılır. Kapitalistler çamaşırhaneler açabilirler, ama kar ettikleri oranda. Kapitalistler ev işlerinin bir bölümünü makineleştirecek aletler üretirler, ancak bunları tek tek evlere satarlar, karlı olan budur.
Dahası, kapitalistler, bu toplumsallaşan kalemlerin üretildiği işkollarında, cinsiyetçi işbölümünün tasfiyesi amacıyla değil, sömürmek amacıyla işçi istihdam ederler. Dolayısıyla bu, hem ucuz işgücü olduğu, hem işgücü pazarında ataerkil toplumsal şekilleniş nedeniyle daha ulaşılır olduğu için, “kadın işi” olan sektörlerde esasen kadınların çalıştırılması anlamına gelir. Evdeki cinsiyetçi işbölümü, toplumsal ölçekte yeniden üretilir. Toplumsallaşan kalemler yine kadının ucuz işgücü sömürü alanları olur.
Kapitalizmin gelişimi, nüfusun ve bu arada kadınların toplumsal üretime giderek daha fazla katılımını getirir, ama ne iş bulma olanakları, ne ücret, ne de erkek egemen toplumsal şekillenme eşit dağılıma izin verir.
Böylece kapitalist toplumsallaşma, iki cins arasında –erkek ve kadın– eşit dağılmadığı gibi, kadınlar arasında da –burjuva, küçük burjuva ve proleter– eşit dağılmaz. Nihayet bütün bunlar, emperyalist merkezlerle sömürgeler arasında da eşit dağılmaz.
Toplumsallaşmanın kadınların toplumsal yaşamın bütün alanlarına eşit biçimde katılımını sağlaması için, toplumsallaşmış ekonominin özellikle bu hedef doğrultusunda yönetilmesi, iktisadi yapının iradi olarak bu temelde örgütlenmesi gerekir. Binlerce yıl boyunca egemen sınıfların iktidarıyla iç içe geçmiş, insanlığın bütün kültür, gelenek ve duygularını şekillendirmiş olan ataerki, kendi yıkımına direnecektir. Erkek, mülksüzleştirilmiş haliyle bile, bu son mülküne sıkı sıkıya sarılacak, evsel köleliği sürdürmeye çalışacak, kadının geleneksel şekillenmesi bu köleliğin değişik biçimlerine tabi olmaya eğilim gösterecek, evdeki cinsiyetçi işbölümü, toplumsal ölçekteki üretimde de çeşitli işkolları arasında yeniden ve yeniden örgütlenecektir. Bu, bırakalım özel mülkiyete dayalı kapitalist toplumu, ataerkinin iktidarının temeli olan bütün zor aygıtlarından, erkek egemen burjuva devletten, onun erkek sömürüsünü, şiddetini ve cinayetini koruyan ve sürdüren ordusundan, polisinden, yargısından, medyasından, eğitim kurumlarından kurtulunduğunda bile, ancak kadınların bütün iktidar olanaklarını kullanarak yürüttüğü sistemli bir mücadeleyle tasfiye edilebilecektir. Toplum, ataerkini tasfiye etmenin, iktisadi yaşamı ev işlerinin ve kadın emeğinin toplumsallaştırılması yönünde düzenlemenin bütün masraflarını üstlenmek başta olmak üzere, sorumluluğunu almadıkça, kadının iktidardaki varlığı ve kuvveti bunu güvencelemedikçe, cinsiyetçi toplumun yok oluşu mümkün değildir (yeteri kadar kreş, bakımevi, çamaşırhane, yemekhane açmak, değişik işkollarındaki kadın ve erkek işçilerin ücretlerini cinsiyetçi işbölümünü değiştirecek şekilde düzenlemek, kadınların öncelikli biçimde değişik alanlarda eğitimini sağlamak, değişik ideolojik-eğitsel çalışmalarla toplumdaki erkek egemen kavrayışlarla mücadele etmek, kadınlara en iyi toplanma, örgütlenme mekanlarını, basım-yayın olanaklarını sunmak vb.).
Böylece, burjuva düzenin yıkılması mücadelesi, patriyarkanın yıkılması mücadelesinin komşusu, dostu, akrabası, paraleli, türevi, “yanı sıra iyi bir şey” değil, tam tamına kendisidir.
III. Kapitalizmde Kadın Kurtuluşunun Sınırları
Burjuva Kadın Kurtuluş Programının Sınırları
Kapitalizmdeki bu toplumsallaşma kanalları, burjuva ve küçük burjuva feminizme de iktisadi temel sunar, bu kadın programlarını mümkün, kabul edilebilir kılar. Artık ev işleri üstelik de makineleştiğine göre, biraz bilinç ve eğitimle, eşit paylaşılabilecek gibidir. Biraz muhalefet hareketiyle, yasalarda daha fazla eşitlik sağlanabilecek, zenginlere “kariyer”, yoksullara “iş” olanakları eşit dağıtılabilecek gibidir. Devletler biraz zorlamayla, sosyal harcamalardan kadınlara da ev işi ücreti, sigorta vb. biçimde pay dağıtabilecek gibidir.
Küçük burjuvazi sabırlıdır. Uzun bir reform yolu yürüyebilir. Burjuva feminizm daha da sabırlıdır. Çünkü onların maddi yaşam koşulları, “bekleme sürecinde” en kötü ihtimalle idare edilebilir durumdadır. Proletaryanın ve özelde proleter kadının yaşam koşulları, bu sabırlı bekleyişe uygun değildir. O, tek tek reformlar ve tek tek ilerlemeler bazında bile, metalaşmanın sonuçlarının kendisine ulaşmasına yetecek bir toplumsallaşma düzeyinin, kapitalist toplumsallaşmanın hızıyla gerçekleşmesini bekleyebilecek maddi yaşam koşullarına sahip değildir. Geçen yıllar boyunca başını sokacak yeri yoktur. Onun her şeye şimdi ihtiyacı vardır. Mevcut düzen karşısında yıkıcıdır.
Üstelik kapitalist toplumsallaşma, bir yandan reformlar yoluyla tam hak eşitliği programına iktisadi olanaklar sunsa da, ataerki, kapitalizmle kaynaşıktır. Kapitalizm ise emperyalist küreselleşme evresindedir. Sosyal harcamalar, eşit paylaşılmayı bırakın, kısıtlanmaktadır. İş olanakları bırakalım eşit dağılmayı, kronik kitlesel işsizlik nedeniyle emek pazarında rekabet şiddetlenmektedir. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak, gelişen döneminde bile ataerkiyle birleşen sermaye düzeni, varoluş krizi döneminde, cinsel çelişki karşısında en güdük taviz olanaklarında bile iyice sınırlanmış durumdadır.
Kapitalizmin Toplumsallaştırma Gücü Ve Bağımsız Kadın Hareketi
Kadın hareketi ortaya çıktığından beri, ki bu burjuva topluma denk düşer, hep bir sınıfsal ayrılık/ikilik içinde var oldu. Bu kaçınılmazdı. Çünkü ataerkillik, bütün kadınları (değişik biçimlerde) ezerken, ataerkilliğin somut biçimi olan burjuva düzen, toplumu iki karşıt sınıfa böldü. Dahası, kadınların burjuva devrimlerden ve dönüşümlerden kendi paylarına düşeni istemeleri ve kazandıklarıyla, kadınlar içerisindeki sınıfsal ayrışma daha da belirginleşti, çünkü kadınlar, sadece bu sınıflardan erkeklerin mülkleri, evsel köleleri olarak değil, kendi başlarına, bağımsız olarak da bu sınıfların mensupları haline geldiler. Engels’in söylediği gibi, oy hakkı, miras ve mülkiyet hakları, boşanma hakkı gibi konularda burjuva hak eşitliği aşağı yukarı sağlandı ve burjuva düzenin cinsel çelişkiyi çözüm sınırları belirginleşti.
Kadınlar arasındaki sınıfsal ayrışma, politik düzlemde kendini, feminist kadın hareketi-komünist kadın hareketi ikiliği olarak gösterdi. Nihayet bu çizgi ayrılığı, her zaman, reform-devrim ayrışması olarak var oldu. Feminizmin iki büyük dalgası, aynı zamanda, toplumsal dönüşümün devrimci hattından kopuşlar olarak da gelişti. Bir burjuva kadın hareketi olan birinci dalgadan da daha belirgin olarak bu durum, kendini, küçük burjuva feminizmine dayalı ikinci dalgada, silahlı devrimci savaşımlardan kopuşun burjuva reform hareketlerinden kopuştan daha keskin olması itibariyle, daha belirgin gösterdi. Kadın hareketinin bağımsızlaşması, düzen yıkıcılık iddiasının dozu ne olursa olsun, devrimci/yıkıcı bir hattan gelişmedi. Kendisini yıkıcı devrimci bir hatta kurma pozisyonu olmadı. Ancak kendi ufku da, yıkıp yerle bir etmeye yeltenmediği burjuva düzenin ufkuyla sınırlı kalmış oldu.
“Erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özel niteliği, bu iki cins arasında gerçek bir toplumsal eşitlik kurma zorunluluğu ve bunun yolu, bütün bunlar, kendilerini ancak, erkekle kadın tamamen eşit hukuksal haklara sahip oldukları zaman apaçık göstereceklerdir.”[11]
Bu konuya geri dönecek olursak, Avrupa ve ABD’de daha açık olmak üzere, iki cins arasında temel bütün konularda eşit hukuksal haklar ve sadece kadına özgü konularda (kürtaj ve doğum hakları gibi) da kadın lehine kimi hakların elde edilmesinden itibaren, aslında kadın özgürlük mücadelesinin pek çok talebi, daha fazla sınıfsal bir niteliğe bürünür.
Evlilik ve boşanma konusunda yasal engeller büyük oranda ortadan kalkmıştır, ama tek tek erkekler şahsında erkek cinsi, buna direnmekte ve erkek şiddetini, işkence, dayak ve cinayeti, kısacası “zor”u, kadının bu haklarını kullanmasını engellemek için sınırsızca kullanmaktadır. Burjuva mahkemeler ise, kadın hareketi tek tek her bir dava bazında aksini zorlamadıkça, bu şiddeti yasallaştırmaktadır. Kadın hareketi, kuşkusuz ki asla, bütün davalarla tek tek ilgilenecek durumda olmaz. Genel planda ise, evlilik ve boşanma yasalarının değişimi, boşanma konusunu, “evlenmeme” konusunu, erkek şiddetinden korunma konusunu, bir sınıfsal sorun haline getirir. Eğer kadın, “hukuk hizmeti metası” satın alabilecek, yani avukat tutabilecek, dava masraflarını karşılayabilecek durumdaysa, bu haklardan yararlanmaya yönelebilir. Bu durum, toplumsal şekillenmenin ve siyasi iktidarın bütündeki erkek egemen niteliği nedeniyle, mahkemenin erkek egemen eğilimini ortadan kaldırmaz, ancak kadının durumunu yine de oldukça farklılaştırır.
Kürtaj, bugün dünkünden çok daha fazla, yoksulların sorunu ve özlemi haline gelmiştir. Sömürülen sınıf için ailenin yeniden istikrarsızlaşması ve krize girmesi, yoksulluk nedeniyle çocuk yapmama, taciz ve tecavüzün, erkek şiddetinin yoksulların safında büyük bir hızla artışı ve bundan kaynaklı gebeliklerin yaygınlığı, işsizlik ve işini kaybetme korkusu nedeniyle çocuk yapma zamanlamasının hassas bir konu haline gelişi, seks işçiliğinin dönemsel bir iş olarak yaygınlaşması, doğum kontrolü konusundaki olanakların eşitsiz dağılımı gibi sayısız nedenle, kürtaj hakkı pek çok ülkede, hemen hemen sadece yoksullar için bir sorundur.
Örnekler çoğaltılabilir. Ancak mesele şu ki, burjuva toplumun kadına verebilecekleri, son sınırlarına dayanmış, üstüne üstlük burjuvazi de artık işçilerin ve ezilenlerin mücadeleleri karşısında taviz verme konusunda iyice tıkanmıştır.
Burjuva hak eşitliği, toplumsal cinsiyet sorununu çözmeye yetmeyince, düzen içi kadın hareketleri bu durumu bu kez de, burjuva hukukun pozitif ayrımcı dönüşümüyle aşmaya çalışır. Kadına yönelik şiddete karşı koruyucu yasalar, erkek şiddetine ağırlaştırılmış cezalar, kadın savunmasına hafifletici cezalar, evlilik ve boşanmada kadına özel haklar, siyasal yaşama katılımda kota ve parite gibi eşitlikçi mekanizmaların yasalaşması. Cinsel taciz ve tecavüz karşısında, giderek daha fazla sayıda erkek davranışının suç kapsamına alınmasına yönelme. Ev içi işlerde işbölümü için hukuksal çerçeve. Ev içi emeğin ücretlendirilmesi ve güvencelenmesi. Bunlar, cins çelişkisinin çözümü yönünde haklı, meşru talepler ve gerekli mücadelelerdir. Ancak burjuva hukukun, ola ki yasalaştırsa bile, asla takip edemeyeceği ve yaptırım gücü oluşturamayacağı konulardır.
Kadına bir takım güvenceler sağlayan pozitif ayrımcı yasalar, ancak bunları mümkün kılacak bir iktisadi temel üzerinde işlevli olabilir. Diğer türlü, pek çok durumda zaten yasalaştırılamaz, kadın özgürlük mücadelesinin büyük basınçlar uygulayabilecek kuvvette olduğu koşullarda sağlanan bazı kısmi yasal kazanımlar da ya uygulama gücü bulmaz, ya pahalı birer metaya dönüşerek bütün kadınlar için elde edilebilir olmaz, ya da geçici kazanımlar olarak ilk fırsatta geri alınmaya çalışılır.
Başka bir deyişle, kadın özgürlüğü açısından, daha ileri bir toplumsal iktisadi yapıya ve daha yüksek bir kültüre geçiş için gerekli zahmet verilmekten kaçınılıp, onun olanakları elde edilemez. Ya bu olanakları bugünkü toplumda parayla satın alınabilir kılıp, sonra da parayla satın alabilirsiniz, ya da yarınki toplumu, sosyalizmi kurma mücadelesine bütün kuvvetinizle adanırsınız.
Bunun böyle olacağı bütün temel sorunlarda görülebilir. Örneğin ücret eşitsizliği, sermayenin sürekli eğilimiyken ve sermaye düzeni de erkek egemen karakterdeyken, iş olanaklarında pozitif ayrımcılık hangi yolla sağlanabilir? Eşit sayıda kadının patron haline gelmesi ve kadınları ve erkekleri eşit oranda sömürme nezaketi gösterecek kadar bir feminist bilinç sergilemesiyle değil elbette. Çünkü, bunca kazanılmış hakka rağmen, asla eşit sayıda kadın patron, kadın burjuva parti yöneticisi, kadın parlamento vekili, yargıç, general vb. olmadığı gerçeğinin yapısal nedenlerini bir yana bırakalım, sermaye sınıfı, sınıf olarak erkek egemendir. Sermayedar kadın da olsa, erkek de olsa, sınıfsal davranışı aynı olacaktır.
Erkek davranışlarının pek çoğu yasal suç kapsamına alınabilir ve cezai karşılıklar belirlenebilir. Siyasal yapı, bu konularda yasa yapma hakkını kadınların kullanacağı biçimde kurulmadığı, kadın iktidar aygıtları oluşturulmadığı, kadın adalet mahkemeleri kurulmadığı ve işletilmediği koşullarda, bu yasalar nasıl gerçek yaşamda karşılık bulabilir?
Ev içi işbölümünü düzenleyen yasalar belirlenebilir. Ama aile ve toplum yapısı tümden değişmedikçe, kadının evsel köleliği sona ermedikçe, ev işleri büyük ölçekte toplumsallaştırılmadıkça, bunlar nasıl uygulatılabilir?
Ev içi emek, kısmi ya da bütünsel olarak ücretlendirilebilir, ancak kadınların başvuracağı kadın iktidar mekanizmaları olmazsa, evde kocanın bu ücrete el koymaması nasıl güvencelenebilir, nasıl denetlenebilir? Kadın ücret olanağına dayanarak boşanma hakkını kullanmaya yöneldiğinde, erkek şiddeti yoluyla engellenmesi, hangi araçlarla boşa çıkartılabilir?
Dünya topraklarına sahiplik açısından, kadın ve erkek arasındaki mülkiyet eşitsizliği ortadayken, mülkiyetin zoralımına başvurmadan, mülk sahibi erkekler, hangi kuvvetle kadınlara toprak dağıtmaya zorlanabilir?
Feminizm, kelime anlamı ne olursa olsun, tarihsel şekillenmesi içinde, genel olarak “kadın mücadelesi”ni değil, kadın cinsin, cins olarak “bağımsız mücadelesini”, daha doğru bir ifadeyle, “salt kadın” hareketini temsil ediyor. Değişik politik ya da teorik farklılıklara rağmen, ortak konu, diğer toplumsal sorunların kaderiyle çakışabilecek ya da çakışmayabilecek, bunlara eklemlenmeyecek, bunlardan bağımsız bir mücadele hattı oluyor. Tam da bu nedenle, feministler, komünist kadın hareketini, kadın özgürlük mücadelesindeki somut tutumu ne olursa olsun, feminizm yelpazesi içerisinde saymadığı gibi, komünist kadın hareketi de kendini böyle saymıyor. Öyleyse, bir “bağımsız kadın hareketinin” ufkuna ve sınırlarına göz atalım.
Kadın kurtuluş mücadelesi, devrim ve sosyalizm mücadelesinden bir şekilde ayrılacaksa, “bağımsız kadın hareketi” olarak var olacaksa, bu bağımsız mücadelenin araçları nelerdir? Bağımsız programı nedir?
Bunun en genel yanıtı, gücüyle ve baskısıyla, hükümetleri, sermayedarları, mahkemeleri geri adım atmaya zorlamaktır. Peki hangi baskısıyla? Esasen sokak baskısıyla. En temel mücadele aracı, eğer yine feminist saflarda yaygın olan, komünal topluluklar olarak, sistem dışı yaşam alanları kurmak değilse, genellikle değişik tipte kitle eylemleridir.
Sokak baskısı, pek çok burjuva demokratik talep için bile, tek başına böyle bir işlev görememiştir. Üstelik, çoğunluğun azınlığa karşı bile değil, toplumun yarısının (kadın) yarısına (erkek) karşı saflaştığı bir mücadelenin, başka bir ittifak gücü olmaksızın (erkeklerin şu veya bu kesimi) ve elde uzunca bir “kitle baskısı yoluyla elde etmek istediklerimiz” listesiyle, bu işlevi göremeyeceği kesin gibidir.
Kısacası, ya diğer toplumsal kesimlerin de hareket edeceğine inanılır ve bunların toplam gücünden bir sonuç umulur ve bu durumda, programda özsel olarak “tam bağımsızlık” söz konusu değildir, ya da gerçekten “tam bağımsız” bir hareket tahayyül edilir, burjuvaziden yana saflaşılmadığı gibi, burjuvaziye karşı da saflaşılmaz ve bu durumda, elde edilebilecekler bütün kadınlara eşit dağılmaz. O zaman da, “tüm kadınlar” hareketi değildir. Mülksüz kadınlar, burjuva düzen sınırları içerisinde, kadın cinsin kazanımlarından, her zaman, en sınırlı biçimde yararlanacaktır. O zaman, mülkiyet nehri, iki sınıftan kadınları birbirinden ayırır. Mülkle birlikte suç da burjuvaziye aittir.
Komünist kadınların sendikalardaki, partilerdeki erkekleri “ikna etme” çabası ile yol almaya çalıştığı farz edilir. Bunun böyle olmaması bir yana, bağımsız bir kadın hareketinin ufku, “ikna” zemininden başka bir zemin değildir.
Sorunu, kadın adaleti örneği temelinde ele alalım. Çoğunluğu erkek olan parlamentolar üzerinde, sokakta büyük bir kadın kitlesine dayalı basınç oluşturarak, bu erkekleri yasayı değiştirmeye “ikna etmekten” daha ileri bir ufuk yoktur. Mahkemeler üzerine aynı yöntemle etkide bulunmaktan öte bir perspektif yoktur. Kadınların “bağımsız gücüyle” dahi, örneğin mahkemeleri basmak, dağıtmak, yargılanan kadını sanık sandalyesinden çekip almak, kadına yönelik suçla yargılanan erkeği, yakasından sürükleyerek bir kadın mahkemesinin önüne çıkarmak, gereği her ne ise o şekilde cezalandırmak, görüş açısı içinde değildir. Son tahlilde ufuk, kitle basıncı ile, çoğunluğu erkek olan yargıçlara karar aldırmaktır. Bu, en nihayetinde bir “ikna” ufkudur. Bunlar elbette, ne yanlış ne de gereksiz mücadelelerdir. Ancak, bağımsız kadın hareketi, silahlanmayacaksa, örgütlenmeyecekse, yıkmayacaksa, dağıtmayacaksa, erkek parlamentoları, erkek orduları, erkek mahkemeleri yıkıp un ufak etmeyecekse, “ikna etmekten” daha ileri bir ufku yoktur.
Mülkiyete dayalı toplum düzenini yıkmak ya da yıkmamak. Kadın özgürlüğü bu programa ya dayandırılır ya da dayandırılmaz. Burada ortada, dışta, kenarda durulamaz. O yüzden, “tam bağımsızlıkçı” görüş açısı, dönüp dolaşıp şu fikre hapsolmaya mahkumdur: kadınlar gibi büyük bir toplumsal kuvvetin, bir “muhalefet hareketi” olmakla yetinmesi gerektiği fikri. Yani kadınlar, yıkıcı ve yapıcı değil, “regülatif”, düzenleyici bir kuvvet olmuş olur. Kimi akımlar, bu yıkıcılık eksikliğini, burjuva hümanist tezlerin kadın cephesindeki türevi olarak, kadının şekillenmesiyle, doğurgan ve kurucu doğasıyla açıklar ve teorileştirir. Kimileri ise fiilen böyle yapar.
Ancak sorun, burjuva düzen içilikten ibaret değildir. Burjuva düzen patriyarkal bir düzen olduğuna göre, aynı zamanda patriyarkal düzen içiliktir. Düzeniçi bir muhalefet hareketinin niyeti değilse de kuvveti, patriyarkal düzenin sınırlarında kalır ve patriyarkal egemenlerin, bir şeylere “ikna edilmesi”nden daha büyük bir hayal gücü üretemez.
%99 İçin Feminizm Manifestosunun yazarlarından Nancy Fraser’ın, kuşkusuz ki tümüyle iyi niyetli özeleştirel değerlendirmesi çok çarpıcıdır.[12] Feminizmin üç temel önermesinin, nasıl olup da neoliberalizmin desteği haline geldiğini –hala da tam olarak anlayamayarak!– tartışır Fraser. “Aile ücretine” yönelik eleştirinin bugün “esnek kapitalizme” hizmet edişini, “ekonomik olmayan” adaletsizlikleri görmeyen bir sınıf mücadelesi eleştirisinin neoliberal kimlik politikalarının inşasına yarayışını ve bürokratizmin liberal eleştirisine denk düşen burjuva “devlet iktidarını demokratikleştirme” söyleminin sosyal kazanımların tasfiyesinin ideolojik dayanaklarından biri haline gelmesini ele alır. Ve daha sonra, “%99 İçin Feminizm” şiarıyla, yine reformist olmakla birlikte, kadın özgürlük mücadelesinin diğer toplumsal mücadelelerle kuvvetli bir bağ kurmasını savunan bir “feminizmin özüne dönüş” çağrısının öncülerinden olur. Fraser’ın “nasıl oldu da böyle sonuçlandı” sorusunun yanıtları aslında basittir ve –bir kısmını– kendisi de yanıtlamaktadır. Şöyle söyleyebiliriz:
Sorun şu ki, patriyarkal yapı ile burjuva yapıyı ayırmakta, bunlara karşı ayrı ayrı mücadele etmekte ısrar ettiniz. İkisinin birliğini kabul ettiğinizde, yine de ayrı ayrı mücadelelerin konusu olduklarını savundunuz. Yoksulların, emekçilerin, işçilerin olağanüstü ağır yaşam koşullarını anlamaktan uzak durdunuz. Yaşam standartlarınız ve bunlara bağlılığınız sizi bundan uzak tuttu. Bu nedenle, “aile ücreti” eleştirinizde, işçi ücretlerinin, sadece ailelerin değil, tek tek işçilerin bile yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediğini, ne kadın ne erkek işçilerin, ücretlerin daha da törpülenmesine hizmet edecek hiçbir şiarı benimsemeyeceğini anlamadınız. Düzen yıkıcılıktan, devrimden fersah fersah uzak durdunuz. Toplumsal mücadelenin bütün dinamikleri içinde, ulusal kurtuluş için, sınıfsal kurtuluş için, emperyalist bağımlılıktan kurtulmak için ve değişik programlarla silahlı mücadeleye girişme konusunda büyük bir ayrışma yaşanırken, partiyarka gibi devasa bir egemenlik yapısını devirmek için silahlı mücadeleye soyunmadınız. “Erkek egemen” “karma örgütlerden” kopuşunuz, devrimci/yıkıcı bir mücadele hattından kopuşla el ele yürüdü. Silahlı-silahsız, devrimci-reformist ayrışmasında bağımsız ve tarafsız değil, filli veya iradi olarak, silahsız ve reformist hatta kaldınız. Egemen yapıyı yıkacak bir devrimi erkek işi ve erkek fikri olarak nitelediniz. Son tahlilde (ve zaman zaman ilk tahlilde) “burjuvaziyi erkekler, patriyarkayı kadınlar devirsin” demiş oldunuz. Bu yaklaşım, toplumsal mücadele saflarında bir yandan cins bilincini geliştirdi, ancak diğer yandan mücadele içerisinde var olan “cinsiyetçi işbölümünü” derinleştirdi. Kadın özgürlük mücadelesini sosyalizme erteleyen yaklaşımların eleştirisiyle, kadın kurtuluşu için sosyalizmi kurma görevlerini birbirine karıştırdınız. Erkek egemenliğinin üzerinde yükseldiği burjuva toplumun egemenleriyle, devrimci saflardaki, hadi onu da geçelim, mülksüz proletarya içindeki erkekleri, “eşit sömürenler” olarak gördünüz. Mülksüz proletaryanın kadın cins karşısında baskıcı ve sömürücü pozisyonda olduğu gerçeğiyle yetinmeyip, onu düzenin sahibi ilan ettiniz. Ne bekliyordunuz?
“Salt kadın” mücadelesi ne kadar reformistse, “salt işçi” hareketi o kadar reformisttir dedik. Denklemi tersine çevirelim. “Salt işçi” mücadelesi ne kadar reformistse, “salt kadın” hareketi de o kadar reformisttir. Bütün toplumu dönüştürme iddiasındaki hiçbir kuvvet, diğer toplumsal kuvvetlerle ilişkilerini nasıl belirleyeceğine ilişkin kapsamlı bir planı olmadan, toplumu dönüştürmeyi başaramaz. Kadın da bütün toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelmediği sürece, ancak düzen içinde kendi durumunu şu veya bu şekilde düzeltmeye soyunabilir. Diğer toplumsal çelişkiler bakımından durum biraz daha farklıdır. Örneğin ulusal sorun, burjuva düzen sınırları içinde çözülebilir. Ulusal eşitsizlikler yine de ortadan tümüyle kalkmaz ve ulusların arasındaki ilişkiler yine hakimiyet ilişkileri olarak düzenlenir, ama ulusal sorun, ulusal sorun olarak, çözülür. Değişik mezheplerin, inanç topluluklarının, ulusal toplulukların, kültürel toplulukların sorunlarının da, şu veya bu tarihsel koşullar altında, burjuva sınırlar içerisinde çözümü mümkündür. Ancak toplumun cinslere ve sınıflara bölünmüşlüğü sorunu, özel mülkiyetle birlikte başlayan köklü iki sorun olarak, asla burjuva sınırlar içerisinde –bütün bir cins için veya bütün bir sınıf için– çözülemez. Bu nedenle, bunlar salt kendileri için birer hareket olamazlar. Burjuva düzen içinde çözülmek şöyle dursun, yukarıda tartıştığımız gibi, burjuva eşitliğin sınırlarına varması, tam hak eşitliği, sadece çelişkinin daha açık hale gelmesini sağlar.
Eğer, rastgele toplumsal süreçlerle oluşmuş toplumsal eşitsizliklerin açığa çıkardığı değişik kesimlerden bahsediyor, bunların ezilmesi ve sömürüsünün kaynağının, sömürücülerin öznel niyetleri olduğunu öne sürüyor, bu çeşitli ezme ve sömürme biçimlerinin, belirli iktisadi koşulların birbiriyle ilişkili ve birbirini belirleyen ürünleri olduğunu değil de, bir aritmetik toplam olduğunu düşünüyor olsaydık, kısacası, tarihin şu veya bu nesnel verilerini doğru analiz etmemizden bağımsız, son tahlilde, tarihin idealist bir kavranışına sahip olsaydık, bu toplumsal eşitsizliklerin tamamını, sadece insani/öznel olarak eşdeğer görmekle kalmayıp (yani hepsine büyük bir kin ve öfke duymakla ve ortadan kalkmaları için yanıp tutuşmakla kalmayıp), aynı zamanda, maddi olarak da, toplumsal üretimi ve toplumsal ilişkileri belirleme kuvveti olarak da eşdeğer görseydik, o zaman, bütün bu ezilen kesimler, ezilen cins ve ezilen sınıf da dahil olmak üzere, birer ezilen kimlik olurdu. Bunların her birinin kendi durumlarıyla ilgili kavgaları, kendi sorunları olurdu. Bu mücadelelerin birbiriyle ilişkisini düzenlemeye, “dayanışmacı” bir düzlem yeterli gelirdi. Güncel feminist akımların baskın eğilimi de budur.
Bu yüzden tıpkı, “salt işçi hareketi” fikri etrafında oluşan marksizm yorumlarına dayalı politikaların ekonomizmle, sendikalizmle malul olarak, burjuvaziyle, “salt işçi”lerin güncel, geçici ve istikrarsız çıkarları uğruna uzlaşma üretmekten kaçınamayışı gibi, “salt kadın hareketi” olarak feminizm, siyasette devrimci hattan yolunu ayırmadan duramaz.
İşçi sınıfı, salt sendikalarla nereye kadar gidebilirse, kadın cinsi de salt kadın hareketiyle oraya kadar gidebilir.
Sosyalizmin Sınırları Aşma Gücü
Kadın ezilmesinin tarihi bakımından ele alınması gereken ilk dönem, anayanlı toplumdur. Özel mülkiyet yoktur. İnsan doğaya bağımlıdır ve soyun üretimi temel sorundur, tüm toplumsal ilişkileri belirler. Üretim ve bütün üretim araçları, soyun üretimine tabidir. İnsan merkezdedir, ancak hayatta kalma mücadelesi içinde ve bu nedenle merkezdedir. Doğayla ilişkisinin tüketici niteliği, doğanın kendisini yeniden üretme yetisini aşmaz. “Doğumla kazanılan”dan fazlasına sahip değildir. Doğurganlık, üretimi ve üretim araçlarını kontrol eder.
İkincisi, sınıflı toplumdur. Birinci durumun yadsınmasıdır. Özel mülkiyet ortaya çıkar, üretim ve üretim araçları sahipliği, soyun üretimine egemen olur. İnsan araçlaşır. Yabancılaşma ortaya çıkar. İhtiyaç fazlası üretimle birlikte, doğayla ilişkinde tüketici karakter öne çıkar ve giderek ekolojik kriz halini alacak biçimde yıkıcı boyuta ulaşır. “Doğumla kazanılana” yabancılaşır. Doğurganlık üretim ve üretim araçları sahiplerince kontrol edilir.
Üçüncü durum, sınıfların ortadan kaldırıldığı toplumdur. Yadsınmanın yadsınmasıdır. Özel mülkiyet tasfiye edilir. Yabancılaşma kırılır, araçsallaşmışlık bozularak, insan yeniden üretimin merkezi olur. Doğayla üretici tarzda ilişki kurar. Zira artık onunla, tüketecek ve yeniden üretecek düzeyde ilişki kurabilecek yetidedir, emeğin üretkenliği doğa güçlerine yaklaşmıştır. Herkesin geçim araçlarından ihtiyacına göre alabileceği ürün bolluğuna erişilmiştir. Üretimin doğurganlık üzerindeki denetimi kırılır.
Bu, tarihsel bir eğilimdir.
Sosyalizm kadının kurtuluşu için zorunludur, sadece “daha iyi bir düzen” ve “kadının cinsel baskıdan kurtuluşunun tek gerçekçi yolu” olduğu için değil, tarihsel olarak zorunludur. Yani gelişimin bu aşamasında, toplumun bağrında birikmiş çelişkilerin çözümünün başka herhangi bir yolu yoktur.
Kadın özgürlük mücadelesi karşısında, erkek ayrıcalıkları ve konforuyla ya da kadınlar açısından, bu erkeklik tutumuyla uzlaşma içinde, sorumsuz ve ilgisiz, feministleri çok küçümsediği ve bütün katkılarını reddettiği halde alanı tümüyle feministlere bırakmış, bu sorunun ancak sosyalizmde çözülebileceği gerçeğine lafızda sığınarak (işçilerin insanca yaşam koşullarına da ancak sosyalizmde ulaşacağı bir gerçek olduğu halde, ücret zammından iş cinayetlerine birçok gündeme müdahale etmekten geri durmayarak), kadın kitlelerinin özgürlük talepleriyle ilgilenmeyen, erkek egemen apolitizme batmış tutumlar karşısında, sosyalizme ertelemeciliğin eleştirisi, kadın hareketinin bütünü bakımından olduğu kadar ve daha da fazla, komünist öncünün cins sorununda tutarlı ve devrimci bir hattan gelişimi bakımından önemli bir köşetaşı oldu.
Reformizm madalyonunun cins körü, erkek egemen yüzünde sayısız ezber vardır: “Ev emekçileri ücretlendirilirse eve mahkum olur”, “Seks işçiliği denirse fuhuş meşrulaşır”, “Cins mücadelesi sınıf işbirliği üretir”… Ancak bu madalyonun diğer yüzünde de oldukça ciddi ezberler vardır. Bahsettiğimiz eleştiri hattının reformcu türevi, kadın kurtuluşu bakımından en tehlikeli ezberlerden biridir: kadın kurtuluşu için “sosyalizmi mi bekleyeceğiz?”
Sosyalizme dünya çapında inanç ve güven zayıflamasının bir dışavurumu olarak görülmesi gereken bu görüş açısı, her şeyden önce, sosyalizmi güncel bir sorun olarak değil, uzak bir ütopik ufuk olarak algılar. Esas ütopik olansa, özel mülkiyet temeli ataerkinin ayakları altından çekilip alınmadığı koşullarda bir kadın özgürleşmesi hayalidir.
Bu düşünüş tarzını başka toplumsal mücadelelere uyarlasanız, bir sürü reformisti doğrularsınız: İşçiler insanca yaşam için sosyalizmi mi bekleyecek? Kürt halkı özgürlük için Kürdistan’ın kurulmasını mı bekleyecek?…
Kadın özgürlük mücadelesini sosyalizme “havale etmek” başka bir şey, “kanalize etmek” başka bir şeydir. Emekçi sol saflarda, kadın özgürlüğü sorununun sosyalizme havale edildiği eleştirisi, özellikle de kadın hareketinin burjuva reform ufkundan bir milim ilerisini göremez hale geldiği, devrimci mücadelelerin de dünya çapında iyice zayıfladığı koşullarda, pörsümeye ve anlam kaybına uğramaya başladı.
Oysa kadın emeğinin toplumsallaşması, kapitalizmde asla sonuçlarına vardırılamaz. Sonuçlarına vardırılmak bir yana, bugün kapitalizmin cinsel çelişki karşısındaki gericiliği de, çaresizliği de daha belirgin biçimde ortadadır. Kadın cinsi ilgilendiren belli başlı sorunların hiçbiri, sosyalizm olmadan, hiç değilse emekçi sınıflardan kadınlar için, yani kadın kitlelerinin ezici çoğunluğu için, çözülemez. Kadın cinsinin bütünü için bile, özellikle de burjuva toplumun varoluş krizinin kırılganlaştırıcı koşulları altında, bu çelişkiler ancak kısmen yumuşatılabilir. Bu, marksistlerin şöyle veya böyle davranmasıyla ilgili değil, kapitalizmin sınırlarıyla ilgilidir. O yüzden, sosyalizmin kadınlar için sadece bir tercih sorunu olduğunu zannedenler fena halde yanılırlar.
Dolayısıyla, bu soru aslında tam tersinden sorulmalıdır: Reformları mı bekleyeceğiz? Sermayenin keyfini mi bekleyeceğiz?
Hayır, kadınlar sosyalizmi beklemeyecek, sosyalizm için savaşacaktır. Sosyalizm olmadan tam kurtuluş olmayacağını savunuyorsanız, o zaman, sosyalizm gelene kadar geçeceği varsayılan uzun sürede bir şeyler elde etmenin yoluna bakmak yerine, kadın özgürlüğünün öne sürdüğü bütün talepler için süregiden tüm mücadelelerin parçası olup, bu taleplerin tümünü sosyalizm ve kadın devrimi hattına kanalize etmeniz, kadın kitlelerini talepleri ekseninde bu yönde örgütleyip savaştırmanız gerekir.
Üstelik sosyalizm için savaşmak ve onu kazanmak da yetmeyecektir. Asıl o zaman, “bağımsız bir kadın hareketi”, kadının bağımsız iktidar organları, örgütlenme olanakları ve kanallarının gerekliliği, Engels’in öngörüsünden yola çıkarsak, kadın ve erkek arasında hak eşitliğinin son sınırlarına (bir hukuktan bahsetmek mümkün olduğu sürece sağlanabilecek en üst hukuksal eşitliğe) vardırılmasıyla birlikte, zorunlu bir ihtiyaç olarak açığa çıkacaktır.
Dipnotlar
[1] Karl Marx – Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev. Nail Satlıgan – Tektaş Ağaoğlu, Yordam Kitap, 2015, s. 55
[2] Karl Marx – Friedrich Engels, Komünist Manifesto, s. 63
[3] Karl Marx, Kapital Cilt 1, çev. Mehmet Selik – Nail Satlıgan, Yordam Kitap, 2011, s. 553
[4] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyelin ve Devletin Kökeni, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 1987, s. 78
[5] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyelin ve Devletin Kökeni, s. 76
[6] Karl Marx – Friedrich Engels, Komünist Manifesto, s. 62
[7] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyelin ve Devletin Kökeni, s. 36
[8] Karl Marx – Friedrich Engels, Komünist Manifesto, s. 55
[9] Çeşitli hesaplama biçimleri için bkz. Gülnur Acar Savran, “Kadınların Emeğini Görünür Kılmak”. Yıllara göre yapılmış bazı hesaplamalar için bkz. UNIFEM Gender Fact Sheets (www.unifem.org).
[10] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyelin ve Devletin Kökeni, s. 79
[11] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyelin ve Devletin Kökeni, s. 79
[12] Feminizm Nasıl Kapitalizmin Uşağı Oldu Ve Onu Nasıl Geri Kazanabiliriz?, Nancy Fraser, 14 Ekim 2013