Foto: capitalocene.org
1. The Birth of the Anthropocene – Jeremy Davies (California, 240 sayfa, Haziran 2016, 9780520289970)
2. Capitalism in the Web of Life: Ecology and the Accumulation of Capital – Jason Moore (Verso, 336 sayfa, Ağustos 2015, 9781781689028)
(Hayatın Dokusundaki Kapitalizm: Sermaye Birikimi ve Ekoloji – Jason Moore (Epos Yayınları, 432 sayfa, Kasım 2017, Çevirmen: Alaz Munzur, 9786054822270))
3. Fossil Capital: The Rise of Steam-Power and the Roots of Global Warming – Andreas Malm (Verso, 496 sayfa, Ekim 2015, 9781784781293)
21. yüzyılın ekolojik hâl-i pür-melâlini nasıl anlamalı? Politik açıdan bununla nasıl yüzleşilmeli ve bunu kim yapmalı? Bakmaya katlanabildiğinizde sorunun temel nitelikleri gayet yalın. Küresel karbon kirliliği, daha bilinen yumuşatılmış ifadesiyle ‘iklim değişikliği’, aşırı sıcak ve soğuk uçlar arasında gidip gelen mevsimleri çoktandır dengesizleştirir, fırtına ve kuraklıkları aşırı şiddetlendirirken; giderek tarımsal üretimi mahvedecek, tropikal hastalıkları yayacak ve kıyı şeritlerini sular altında bırakacaktır. (Daha az bilineni ise daha sık deprem ve volkanik patlama yaşanması tehlikesidir.1) Havadaki fazladan karbon, kısmen, altındaki su tarafından absorbe edilirken okyanusları daha asidik hâle getirir, mercan resiflerini ve yanı sıra deniz tarağı, istiridye gibi diğer kabuklu organizmaların kabuklarını aşındırır. Yaklaşık 250 milyon yıl önceki Büyük Permiyen Yokoluşunun başlıca nedeni olan okyanus asitlenmesi, şu anda gerçekleşmekte olan, dünya tarihinde eşine az rastlanır bir şekilde yaşam formlarının gezegensel itlafı anlamına gelen ‘kitlesel yok oluş’ olayında bir faktör haline gelebilir. Şimdilik, hem su altı hem de karadaki ölümcül habitat kayıpları daha çok, yerel koşulların aniden daha sıcak veya daha kuru hale gelmesi; küresel çapta hareket halindeki insanların beraberinde taşımış oldukları yabancı türlerin bu yeni habitatlara varışı; tarım arazileri ve karayollarının işgal saldırılarıyla ilgili. Tarım arazilerinin kendisi, kulağa, daha vahşi ve daha çok biyolojik çeşitliliğe sahip arazilerden daha iyi geliyor olabilir, ancak burada da endişe duymak için sebepler var: toprağın verimli katmanının kapladığı alan küçülmektedir, tıpkı şu an için yedi ve yakında dokuz veya on milyar insanı beslemesi gereken bir gezegende, sulamada hayati önem taşıyan buzul ve akiferlerin de azalıyor olması gibi. Bu nüfusun çoğu Avrupa veya Kuzey Amerika standartlarına göre yoksul; ve ekolojik tahditler karşısında herhangi otomatik bir yapı içinde bir araya gelme durumunda değiller. Hükümetler ve şirketlerin, kendi paylarına, genel yıkımı yavaşlatmak adına hevesleri az, yıkımı durdurmak için ise çok daha az. İnsanlığın kolektif faaliyeti, medeniyetin ekolojik temelini sarsmaktadır – ve mevcut gerçeği hesaba katıp buna uygun hareket etme kabiliyetine sahip hiçbir kolektif özne henüz durumun ayırdına varmış değil.
Son yıllarda, bu çıkmaza dair tartışmalar ‘Antroposen’ kavramını gittikçe daha sık olarak gündeme getirdi. İlk olarak 1980’lerde Amerikalı bir biyolog tarafından dile getirilen terim, Londra Jeoloji Topluluğu Stratigrafi Komisyonu’nun (katman bilimi) dünya tarihinde yeni bir başlığı hak eden yeni bir dönemin açılıp açılmadığını değerlendirmek için bir araya geldiği 2008’den önce (SSCB’nin dağılmasından bu yana ilk kez küresel karbon salımlarının düşmesine neden olan bir dünya ekonomik krizi ile de dikkat çeken bu yıldan önce) bilim insanları arasında bile nadiren telaffuz ediliyordu. Jeologlar, Yunancadan ‘-sen’ sonekini, aşırı soğuk Pleistosen ve onun daha misafirperver devamcısı, yaklaşık 12 bin yıl önce başlamış olan ve – eğer gerçekten Antroposen’e girdiysek – jeolojik açıdan konuşmak gerekirse daha dün sona eren Holosen gibi yakın jeolojik dönemleri belirtmek için kullanıyorlar. Antroposen, dünyevi yaşam dengesi içinde insanların alışılmışın dışındaki baskın konumu ve insanların gezegenin atmosferi ve okyanuslarının kimyasında, yakın zamana kadar kasıtlı olmayan (eğer gerçekten de kasıtsızsa tabi), eşi benzeri görülmemiş deneyler yapmasının belirleyiciliği tarafından tanımlanacaktır. Holosenin istikrarlı ılık sıcaklığı tarımın ortaya çıkmasının yolunu açmıştı ve şimdi, hızla büyüyen Antroposen literatürüne başvuran herkes, mevcut dönemin istikrarsız ikliminin, insan yaşamının bugünkü hakim biçimini nasıl altüst edeceğini merak etmekten kendini alamamaktadır.
Bazı akademisyenler için, dünyanın insan çağı on bin yıl kadar önce; dev tembel hayvanlar, kürklü gergedanlar ve kılıç dişli kediler gibi Neolitik avcıların olduğu megafaunaların tüm gezegende neredeyse yok olmasıyla başladı (bu esas itibariyle Antroposen ile Holosen’i örtüştürüyor). Daha yaygın görüş ise, Antroposenin modern zamanlarda başladığıdır. Sıkça atıf yapılan bir çalışma 1610 yılını öneriyor: Avrupa fetihlerinden sonra Amerika’nın insansızlaşması, Yeni Dünya’nın yeniden ağaçlanmasına yol açtı ve Batı Yarımkürenin yeni gelişmiş bol ağaçları havadan o kadar çok CO2 çekti ki, incelen atmosfer, o zaman için azalmış olan güneş lekesi aktivitesinin etkisiyle birlikte, 17. yüzyılın Küçük Buz Devri’ni beraberinde getirdi. İki yüzyıl sonra, 1800 civarında, daha tanıdık bir iklim dinamiği iş başındaydı: Her yıl daha fazla miktarda fosil yakıt yakıldı ve daha fazla CO2 salınması daha sıcak bir iklime yol açtı. Buna göre, popüler bir bakış açısıyla, Antroposeni tesis eden şey Sanayi Devrimi’ydi. Diğerleri için ise, Antroposenin şafağı tam olarak, ABD Hava Kuvvetlerinin Hiroşima’nın üzerinde bir atom bombası patlattığı ve şimdi insanlığın ustalıkla kullandığı yıkıcı gücünü gösterdiği 6 Ağustos 1945’te söktü. En geç 1960’lara gelinip bu yeni zamanlar kapıya dayandığında, savaş sonrası “yeşil devrim” (bugün adı ironik gelebilir) çoktan yola koyulmuştu. Bilimsel tarım, daha yüksek mahsul hasadı ile insan sayısında son sürat büyümeyi teşvik etti; gereksizleşmiş artık tarım işçileri şehirleri doldururken ve yaygın ormansızlaşma ve pestisit kirliliği yaşanırken küresel Güney’in tehlikeli bir hızda kentleşmesini tetikledi. Tarihler arasındaki anlaşmazlıklar bir yana, ortadaki Antroposen fikri aynı. İnsanlar, şimdi büyük ölçüde, biyosferin yapısını, atmosfer ve okyanusların kimyasını belirliyor ve türsel hakimiyetin bu dönemi bir gün, katmanlar halindeki buz tabakaları, asteroit etkileri veya diğer çağların ayırt edilmesini sağlayan yeni yaşam biçimlerinin çoğalmasındaki gibi fosil kayıtlarında okunabilir olacak.
O gün yakında gelebilir. Jeologlara göre, Antroposen stratigrafinin teknik bir sorunudur; göl tabanındaki çökeltide bulunan gezegensel değişikliğe dair kanıtlar, mercan iskeletleri, kutup buzulunun katmanları, vb. gibi. Geçtiğimiz Ağustos ayında, Cape Town’daki Uluslararası Jeoloji Kongresi’nde 35 bilim insanının oluşturduğu grubun ağırlıklı kısmı, Antroposenin birkaç yıl içinde resmen jeolojik “bir çağ olarak kabul edilmesini” sağlayacak beklenen sonuçları veren bir araştırmanın yapılması tavsiyesi yönünde oy kullandı. (Antroposen Çalışma Grubu için bu dönem, “20. yüzyılın ortalarında” başladı, bu da “stratigrafik işaretlerin en net ve en belirgin görünümüne denk geliyor.”) Alanın dışından yazarlar ise Antroposeni ilan etmekte daha az tereddüt ettiler. Sadece son iki yıldan birkaç kitap başlığı şöyle: Antroposende Maceralar; Antroposende Sanat; Antroposende Yaban Hayatı; Antroposende Amazonya. Kelime, yüzlerce bilimsel makalenin ve üç akademik derginin başlıklarında yer aldı; sanat sergilerinden, heavy metal albümlerinden (Cattle Decapitation’dan The Anthropocene Extinction albümü) ve şiir dizelerinden (The Misanthropocene) bahsetmiyoruz bile. Leeds’de İngilizce profesörü Jeremy Davies’in, belki de bu terime iliştirilen farklı anlamlar ve zamansal çerçevelerle ilgili şu ana kadar en iyi rehber olan The Birth of the Anthropocene (Antroposenin Doğuşu) çalışmasında gözlemlediği gibi, Antroposene çoktan ‘bir dizi uyumsuz anlam yüklendi’. Yine de, ortak bir entelektüel çaba, çeşitli kullanımları ve de çoğu zaman paylaşılan polemik amacını birleştiriyor gibi görünüyor.
Jeolojik terimler nadiren moda terimler haline gelirler: yeryüzünün yüzeyindeki büyük değişiklikler, genellikle medeniyetlerin görece kısa kariyerleriyle alay edercesine yavaş meydana gelir, politik ve entelektüel yaşamın çok daha hızlı ve geri dönüşü olan gelişmeleri için hiçbir analoji sunmazlar. Ancak Antroposene gösterilen rağbetin bir mantığı var. Öncelikle, konuştuğumuz esnada dahi alışılmadık bir hızla devam eden, en kalıcı öneme sahip çevresel değişimin gerçekleşmekte olduğu farkındalığını ifade eder. (Dev bir asteroit veya nükleer savaşın yanı sıra çok az şey yeryüzünün yüzeyini daha hızlı ve daha kapsamlı değiştirebilir.) İkincisi, Antroposen, küresel ısınmadan Birmingham’ın yoksul bir mahallesindeki bir çöp yakma fırınının emisyonlarına kadar tüm ayrı ayrı duran çevre sorunlarını tek bir başlık altında toplar; altıncı kitlesel yokoluşu bir bütün olarak almanın yanı sıra, ödenecek faturaları olan balıkçıların deniz aslanlarının beslenmek için bağlı olduğu sardalya stoklarını tüketmesinden dolayı Kaliforniya’da açlık çeken deniz aslanlarını da kapsar. Kısacası, Antroposen, Davies’in dediği gibi, “insanın gezegene etkileri hakkında sürükleyici ve sezgisel bir hikaye”yi, “tek bir kelimede” yoğunlaştırır. İnsanlığın, kazara veya kasıtlı olarak, gezegenin koşullarını tasarladığı ve daha sonra bu şimdiki anı, onlarca, yüzlerce veya binlerce yıl geçmişe ve geleceğe uzanan bir zaman dilimine yerleştirdiği çağdaş bir durum belirler. (Antroposen, insanlığın kendisinden çok daha uzun sürebilir, çünkü antropojenik küresel ısınmanın tetiklediği erimiş permafrosttan metan salımı, yokluğumuzda dünyayı ısıtmaya devam edecektir.) Bir zamanlar şimdi modası geçmiş bir terimi olan ‘postmodernizm’ ile ilgili doğru olan şey bugün Antroposen için doğrudur: aksi halde kendi dikkat süresiyle uğraşıp duran bir çağda, çağdaş dünyayı tarihsel olarak ele almak için gösterilen bir çabayı adlandırmaktadır.
Terimin politik sonuçları, toplamdaki cazibesinden daha muğlaktır. Davies ve diğerlerinin iyimser tahmininde, Antroposen, Davies’in sözleriyle, ‘çevre politikaları için kavramsal bir temel’ sağlaması nedeniyle büyük umut vadediyor. In After Nature: A Politics for the Anthropocene (Doğa Sonrasında: Antroposen için Politika) kitabında, ilerici Amerikalı yazar ve hukuk profesörü Jedediah Purdy bunu şu şekilde ortaya koyar: ‘İnsanların onun için sorumluluk almaya çalışabilmesi için önce Antroposenin adlandırılması gerekir.’2 Ekolojik gerçeklik, bir kez kabul edildiğinde, şimdilik kolektif ataletin bir sonucu olarak ekolojik değişime karşı kolektif bir kırılganlığın mevcut olduğu kolektif bir çevresel karar alma sürecine yol açan siyasi bir zorunluluk haline gelebilir. Purdy, ‘Antroposen demokrasisi idealini’ tasarlar: ‘Ne tür manzaraların, ne tür bir atmosfer ve iklimin ve dünyaya şekil veren ne tür bir yerleşimin takip edileceği sorularıyla öz farkındalığı olan kolektif bir katılımın hepsi, özyönetim repertuarının bir parçası olacaktır,’ der. Konu üzerine yazan çoğu yazar gibi, Davies ve Purdy de herkesin çevresel bozulmaya eşit derecede dahil olmadığını kabul ediyorlar; Bir kural olarak, yoksullar en az suçu taşırken en çok acı çekenlerdir. Bu nedenle Antroposen her iki yazar için de sadece ekolojik özbilince değil, siyasi gücün radikal olarak yeniden dağıtılmasına da bir çağrıdır. Farklı şekilde ifade edersek, eşit derecede muğlak olsa da, terimlerin her biri kulağa dünya ölçeğinde bir demokrasi gibi gelen şeyi önerir: bir antropos (insan), bir oy.
Küresel yeşil bir demokrasiye giden makul bir yolun yokluğunda ise, ne yazık ki, Antroposen düşüncesinin kolaylıkla yol vereceği şey aşağı yukarı apolitik kaderciliktir. New Yorker’dan Elizabeth Kolbert, çoğu bölümü çöken ekosistemleri titizlikle raporlayan The Sixth Extinction (Altıncı Yokoluş, 2014) kitabını spekülatif antropolojiye deneysel bir girişim ile sonuçlandırıyordu. Goethe’nin oyununda Mefisto’nun Faust’u davet ettiği Leipzig barında, Kolbert, insanlığın özgün ekolojik kariyerinden bir nevi henüz keşfedilmemiş ‘çılgınlık geninin’ sorumlu olduğuna kafa yoran İsveçli bir evrimsel genetikçi ile bir söyleşi gerçekleştiriyor. Eğer gen bir gün tanımlanırsa diyor İsveçli, ‘gezegenin tüm ekosistemini değiştirdiğini ve bizi her şeye hükmeder hale getirdiğini düşünmek inanılmaz bir şey olacaktır’. Kolbert, Homo sapiens farklı bir hominid türü olarak ortaya çıktığı anda kalıbının döküldüğü fikrine göz kırpıyor ya da en azından fikir aklına yatıyor gibi görünüyor; insanın, doğasında olan yıkıcılığı, sadece teknolojik ilerlemenin gerçekleşmesini bekliyordu. Roy Scranton, Learning to Die in the Anthropocene’de (Antroposende Ölmeyi Öğrenmek) (2015), Kolbert’in Faustçu bilimcisinden daha az determinist bir tutum alır, ancak daha az kasvetli değildir. İnsanlığın bir zamanlar farklı bir rota seçip seçemeyeceği sorusu için şimdi çok geç: ‘Karşı karşıya olduğumuz en büyük zorluk, felsefi bir zorluk: bu medeniyetin zaten ölmüş olduğunu anlamaktır.’ Tipik olarak bir seferberlik çağrısı niyeti taşıyan Antroposen, bir umutsuzluk düsturu da olabilir aynı zamanda.
Antroposen literatürüne bugüne kadarki en müthiş katkılardan ikisi, terimi reddeden yazarlardan geldi. Capitalism in the Web of Life: Ecology and the Accumulation of Capital (Hayatın Dokusundaki Kapitalizm: Sermaye Birikimi ve Ekoloji, Verso, 2015/ Epos, 2017) kitabında Jason Moore’un ve Fossil Capital (Fosil Sermayesi) kitabında Andreas Malm’in, Moore’un ‘Antroposen argümanı’ olarak adlandırdığı şeye karşı örtüşen eleştirileri yer alıyor. Moore’a göre kavramın kusuru, aslında genel ortak özellikleri olan bir durumda asla bulunmadığı halde insanlığı “homojen hareket eden bir birim” olarak sunmasıdır. İnsanlar, yalnızca, ‘insan-dışı doğaya’ yönelik farklı tertipler, eğilimler anlamına gelen toplumsal mülkiyet ilişkilerinin özgün rejimleri tarafından tanımlanan, toplumun belirli tarihsel biçimlerinde var olurlar. On bin yıl önce başlayan bir Antroposen, son yüzyılların ekolojik dinamiğine ışık tutmaz; genellikle merkantilist, endüstriyel veya savaş sonrası kapitalizmle az çok yaşıt olarak düşünülen modern Antroposenler ise ya dönemin kökeni olan belirli noktaları görmezden gelirler ya da en iyi ihtimalle bunları kabul ederler, ama analiz etmekte yetersiz kalırlar. Dönemselleştirme potansiyeli nedeniyle ilk etapta çekici olan bir kavram, böylece anlamlı tarihsel içerikte bir kayba uğrar. Moore, “1450’den sonra kapitalizmin yükselişinin, insanlığın, doğanın geri kalanıyla olan ilişkisinde, tarımın yükselişinden bu yanaki herhangi bir doruk anından daha büyük bir dönüm noktası” olmasından dolayı Antroposen’in “Kapitalosen” olarak yeniden adlandırılmasını önerir.
İsveç’te bir ekoloji profesörü olan Malm, mevcut ekolojik krizin membasını yüzyıllar sonra kömür yakan sanayileşmenin tetiklediği küresel ısınmada bulur. “Antroposen anlatısında” iklim değişikliğinin “doğal nedenler alanından insan faaliyetleri alanına taşınması”nın, bir süre sonra bir tür ur gibi “doğuştan gelen bir insan özelliği” olarak “yeniden doğallaştırılması”na varmasından yakınır. “Alet kullanımı, dil, kooperatif emek” ve benzeri antropolojik değişmezler, iklim değişikliğini hızlandırmada ön koşulların yolunu döşeyebilir, ancak türün tarihinde bunu önceden belirlenmiş bir bölüm olarak ele almak için hiçbir anlam ifade etmezler: “Kapitalistler, Batı dünyasının ufak bir köşesinde fosil ekonomisinin temelini atarak buhar gücüne yatırım yaptı; ve hiçbir anda tür… kendi kaderi ve yeryüzü sisteminin kaderi üzerinde herhangi türden ortak bir otoritenin uygulayıcısı olmamıştır.” Ne de o zamandan beri, bir bütün olarak tür, ekolojik olarak egemen hale geldi: “21. yüzyılın başlarında, insanlığın en yoksul yüzde 45’i CO2 salımlarının yüzde 7’sini üretirken, en zengin yüzde 7’si, salımların yüzde 50’sini üretti.” Hem Malm hem de Moore için, eğer doğal tarihin mevcut dönemi, zorlu bir süreç olmanın ötesinde, kullanışlı bir analiz nesnesi haline gelecekse, kapitalizm, insanlığın son ekolojik meşgalesinin baskın belirleyicisi olarak kabul edilmelidir.
Antroposen veya Kapitalosen, terminolojik anlaşmazlığı o kadar önemli olmayabilir. Önemli olan şu anki hangi darboğaz hissinin hüküm sürdüğüdür. Antroposen teriminin kastettiği bir gerçek, insanların binlerce yıldır yeryüzünde yaşama esaslı bir şekilde şekil verdiğidir. Son yarım binyıldaki türden bir değişimin eşi benzeri görülmemiş kapsamı ve hızına ise Kapitalosen terimi ile daha iyi bir çağrışım yapılmaktadır. Yine de, insan toplumlarının dünyasal varoluşun rengini, gidişatını belirlemedeki devasa rolü, kapitalist üretim tarzının süresinin dolmasından – partizanlarının en iyimser varsayımlarına rağmen – çok sonra da devam edecektir. Ekolojik açıdan, diyebiliriz ki, Antroposen kalıcı olarak burada; ancak gelecek nesiller boyunca nasıl gelişeceğini, bu Antroposenin politik olarak, (Moore’un ortaya koyduğu gibi “sermayenin sonsuz birikimini ayrıcalıklandıran”) Kapitalosen olarak mı kalacağı ya da insanlığın çıkarlarının bir bütün olarak ekolojik seyrimizin planını çizdiği doğru dürüst politik bir Antroposene mi dönüşeceği belirleyecek. Konunun bu şekilde çerçevelenmesi, ekolojik açıdan sağlıklı bir kapitalizmin olamayacağını ifade eden John Bellamy Foster’ın “imkansızlık teoremi”nin kanıtlanmış olarak kabul edilmesi anlamına gelmez. Ne de bir sonraki üretim tarzının (ve kirliliğin), SSCB’nin Aral Denizi’ni kuruttuğu ve Çernobil reaktörünün erimesine izin verdiği, Demokratik Almanya’nın herhangi bir ülkeden daha fazla kişi başına kükürt dioksit saldığı ve Polonya makamlarının çevresel bilgileri devlet sırrı olarak sınıflayıp sakladığı Sovyet bloğunun üretim tarzından mutlaka daha yeşil olacağının garanti olduğu anlamına gelir. Ancak, modern insanlığın geçmişi ve gelecekteki ekolojik yörüngesi sorununun, kapitalizmle ilgili bir sorun olarak ortaya konulması dışında akıllıca ortaya konulamayacağı konusunda ısrar etmek anlamına gelir.
Moore’un Hayatın Dokusundaki Kapitalizm’i ve Malm’ın Fosil Sermayesi, aynı zamanda biraz daha geçmişi olan Ekolojik Marksizm literatürüne aittir. Amerikan saygıdeğer radikal dergi Monthly Review’un şu anki editörü Bellamy Foster, belki de bu akımın en önemli temsilcisidir. Bellamy Foster’ın eski bir öğrencisi olan Moore, alanını ‘dünya ekolojisi’ olarak tanımlamayı tercih ediyor, ancak ‘ekomarksist’, kendisi ve Malm’inki gibi, açıkça Marksist geleneklerden gelen ekolojik araştırmalar için kullanışlı bir kısa ifade gibi görünüyor. Klasik Marksist terimlerle, üretim biçimleri, (insanlar arasındaki) karakteristik üretim ilişkileri ve üretici güçler (araçlar, makineler ve hammaddeler gibi üretim araçlarına uygulanan insan emeği) açısından tanımlanabilir. Ekomarksizmin özeti, hem toplumsal olarak tanımlanmış ilişkilerin hem de tarihin yapımında ekolojik olarak sınırlandırılmış güçlerin rolüne yeterince kulak vermektir. Ekomarksistler için, daha geleneksel Marksistler, toplumsal değişime dair modellerinde doğal dünyayı ihmal ederler; ekolojik nimetlerin ve kaynak kısıtlarının ampirik gerçeklerini kabul edebilirler, ancak bunlar nadiren teorik bir faktördür. Öte yandan, Marksist olmayan ekolojik yazarların tipik eksikliği, belirli türdeki mülkiyet ilişkilerinin toplumları doğal tarihin özneleri olacak şekilde nasıl hareket ettirdiklerini ve yönlendirdiklerini görmezden gelmeleridir.
Bir bakıma ekomarksizm Marx ve Engels’in kendileriyle başladı. Kapital’de Marx, topraktaki özel mülkiyetin bir gün taşınabilir mal biçimindeki kölelik kadar saçma görüneceğini tahmin ediyor ve bu arada “kapitalist tarımdaki tüm ilerlemenin sadece işçiyi soyma sanatında değil, toprağı soyma sanatında da bir ilerleme olduğunu; toprağın verimliliğini belirli bir süre için artırmaya yönelik tüm ilerlemelerin, bu verimliliğin kalıcı kaynaklarını mahvetme yolunda bir ilerleme” olduğunu belirtiyordu. Marx’ta pek çok şeyde olduğu gibi, bu hem ileri görüşlü hem de zamanından önce doğmuş görünüyor. Avrupalı kapitalistlerin Çinli işçileri, Peru kıyılarında yüzlerce yıllık birikmiş kuş pisliğini çıkarmak için kullandıkları, daha sonra eve dönünce gübreyi çiftçilere sattıkları Guano emperyalizmi, Marx’ın ölümünden sonra, kapitalizmin kalbinde yapay veya petrol türevi gübrelerin bulunmasına kadar tarımsal verimliliği sürdürdü. (Bu zaferin dayanıklılığı, erozyon ve küresel ısınma diğer suçlular olsa da büyük ölçüde yapay gübrenin aşırı kullanımı nedeniyle artık garanti gibi görünmüyor: Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün tahminine göre kişi başına ekilebilir arazi, yüzyılın ortalarında, 1960’takinin sadece dörtte biri olacak.) Marx, her toplumsal oluşumun nüfus artış hızını değiştiren belirli bir demografik rejime sahip olduğunu öneren başka ekolojik önermeler de neşretti ve Engels daha sonra Marx’ın toprağın tükenmesi konusundaki endişesini çevresel geri tepme yasası gibi bir şeye genelleştirdi.
“…doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır… işte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman, başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öte gitmez.” (Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü, Friedrich Engels)
Marx’ın düşüncesinin önde gelen mirasçılarında proto-ekolojik düşüncenin başıboş örneklerini seçmek de mümkündür. Sermaye Birikimi’nde (1913) Rosa Luxemburg, kapitalizmin kapitalist değişim dışındaki “doğal ekonomi”nin giderek daha fazla “meta ekonomisi” yörüngesine sürüklenmeden genişleyemeyeceğini tartışır ve Aydınlanmanın Diyalektiği’nde (1944) Horkheimer ve Adorno, otomatik kâr peşinde koşmanın ötesinde hiçbir amaç taşımayan, doğayı kontrol etmenin ve ölçmenin peşinde koşan araçsal aklın hüznünü yaşıyorlardı: “İnsanların doğadan öğrenmeye çalıştığı şey, hem ona hem de insanlara bütün olarak egemen olmak için onun nasıl kullanılacağıdır.” Ancak ekolojik farkındalık. 1920’lerde varlığını sürdüren klasik Marksizm denilen dönemde ya da bundan sonra gelen Batı Marksizminde hiçbir zaman sistematik bir hâle gelmedi.
Baskılanmış bir sezgi yerine gelişmiş bir bakış açısı olarak ekomarksizm, yeni bir olgudur. 1988’de Amerikan Capital Nature Socialism dergisinin kurucu editörü James O’Connor, ‘sermaye-doğa ilişkisinin’, kapitalizmin kendini nasıl yeniden ürettiği ve nihayetinde kendi altını oyduğunu analiz etmede sermaye-emek ilişkisi kadar temel bir yerde durduğunu ileri sürmüştü. Başka bir dönüm noktası, Bellamy Foster’ın kolaylıkla kitaplarının en iyisi diyebileceğimiz Marx’ın Ekolojisi (2000) idi. Marx’ın, kapitalist tarımın topraktan, geri toprağa döndürdüğünden daha fazla besin aldığı sürdürülemez metabolizmanın (Stoffwechsel) eleştirisini öne çıkaran Bellamy Foster, kapitalist insanlık ve doğa arasında çok amaçlı bir ‘metabolik yarık’ kavramı sunar: sürekli daha fazla sermaye biriktirme zorunluluğu, bir toplumun, süresiz bir şekilde geçimini ondan sağladığı çevreyi süresiz bir şekilde sürdürmesine imkân verecek metabolik dengeyi dışlar. Daha teknik bir çalışma olan Marksizm ve Ekolojik İktisat – Kızıl ve Yeşil Bir Ekonomi Politiğe Doğru (2006) kitabında Amerikalı Paul Burkett, Marksist bir politik ekonomi anlatısının, (alternatif olarak tükenmiş veya korunmuş sermaye varlığı olarak kabul edilen doğal kaynaklar olan) doğal sermaye, (ekonomik büyüme üzerinde nihai bir kontrol olarak enerji yoğun hammaddelerin tükenmesi olan) entropi ve sıfır büyüme veya sabit-durum ekonomisi olasılıkları gibi ekolojik ekonomi öğeleriyle nasıl uzlaştırılabileceğini gösterdi.
Ekomarksizmin entelektüel başarısı, insanların eşzamanlı olarak doğal tarihi ve kendi toplumsal tarihini yapma biçimine bütüncül bir açıklamataslağı getirmesiydi; politik vaadi, hem toplumsal sınıfı ortadan kaldıracak hem de çevreyi koruyacak gelecekteki bir toplum idealini savunmaktı. Yine de Burkett, çalışmasının ‘Marx’ın yaklaşımının uygulanmasının değil de yaklaşımın yeniden inşası’ üzerinde durduğunu kabul ederken ABD’de bulunan O’Connor ve Bellamy Foster’ın yanı sıra, Almanya’daki Elmar Altvater ve Fransa’daki Michael Löwy ve geç André Gorz gibi Avrupalı isimleri adına konuşuyor olabilirdi. Ekomarksizm ilk birkaç on yılını metodolojik yol temizliği ve henüz buna girişmese de yeni bir tür tarihsel araştırmanın ana hatlarının çizimiyle geçirdi. Moore’un Hayatın Dokusundaki Kapitalizm’inin hem Marksist hem de genel ekolojik düşünceye büyük bir katkı olarak göründüğü arka plan bu. Hiperaktif bir neolojizm isteği tarafından gölgelenen, (‘Kapitalosen’ uydurulan birçok sözcükten sadece biridir) biraz düzensiz organize edilmiş bir çalışma olan Moore’un kitabı yine de, geçmiş yüzyıllar boyunca ortaya çıkıp yarının eşiğine kadar gelişerek gelen ekolojik bir süreç olarak sermaye birikiminin tamamlanmış bir teorisine en yakın şeyi sunmaktadır.
Moore’un ilk amacı, toplumsal analize sadece göstermelik bir sonradan ekleme düşünce olarak çevresel hassasiyetleri katan ‘yeşil aritmetiği’ reddetmektir. “Ekonomi” ve “ekoloji” kelimelerinin kökünün, Yunanca “ev halkı/eve ait olan” veya “yer” anlamındaki oikeios’tan geldiğini anımsatan gerçeklikte doğa/toplum dualizminin ötesinde yeni bir ontoloji olasılığını bulur. Toplumların ve doğal çevrelerinin birbirlerini sürekli olarak aynı noktada ‘birlikte ürettiğini’ görmek, sorunumuzu birbirine eklemeli bir şekilde sadece insanlık ve doğadan biri olarak değil, sentetik olarak ‘doğadaki insanlık’ (humanity-in-nature) ve ‘insanlıktaki doğa’dan (nature-in-humanity) biri olarak anlamaktır. İlkinden, insan toplumları, karşılık olarak onları şekillendiren insandışı doğaları kesin bir biçimde şekillendirdiler, yani doğal dünya asla ayrı bir şey değildir: ‘Doğa, her şeyden önce, tarihseldir’. (Zaten daha önceki toplumsal oluşumların elinden çıkma bir iş olmayan az sayıda doğa manzarasıyla karşılaştığı göz önüne alındığında, özellikle kapitalizm söz konusu iken bu böyledir.) Doğayı ve toplumu ayrı bölümlere yerleştirmek, onu yöneten ana kibri “doğa toplumun dışında var olur ve bu nedenle ‘ekonomik büyümeye hizmet etmek için kodlanmalı, nicelleştirilmeli ve rasyonelleştirilmelidir’” olan kapitalizmin kendine özgü zihinsel bir kalıntısıdır. En azından italikleri az çok göz korkutucu biçimde kullanan eski moda bir Marksist olan Moore kapitalizmi ‘bir ekonomik sistem’ değil, ‘doğayı organize etmenin bir yolu’ ilan eder.
Moore’un terminolojik yeniliklerinden bazıları, kullanışlı kavramsal değişiklikleri, buluşları adlandırıyor. Bunlardan ilki, ucuz emek arayışıyla bir analoji kurulabilecek kapitalist Ucuz Doğa yasasıdır. Marx’ın değer yasasının standart bir okumasında, sermaye bir saatlik emekten giderek daha fazla meta üretimi elde etmeye çalışırken, işçiye, maliyetlerinin bir payı olarak o saat için giderek daha az ödeme yapar. Buna itiraz etmeksizin Moore, işyerinde emek verimliliğini artırma çabasını başka bir zorunluluk ile birleşmiş olarak görür. Sermaye, meta üretimine girdi olarak ‘durmaksızın Ucuz Doğaları aramalı ve üretmenin yollarını bulmalıdır’. Bunlar dört temel kategoride yer alır: gıda, emek gücünün kendisi, enerji ve hammaddeler. Temel gıdalar daha ucuz hale gelmelidir, çünkü gıdaya yapılan hane halkı harcamaları, işçileri işe almanın temel maliyetinin büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Burada, işte harcanan bir şey olarak değil de, işçinin evinde yeniden üretilen bir şey olarak düşünülen emek gücü, işçinin varlığının sürdürülmesinin yükünün olabildiğince ücretsiz işçilere, özellikle de, tarihsel olarak evli oldukları kadınların üstüne yıkılmasıyla ucuz olmak veya ucuz kalmak zorundadır. (Mütevazı ama merkezi bir yer tutacak şekilde, Moore’un kitabı feminist bir çalışmadır.) Enerjiye gelirsek, yel değirmenleri, gemiler ve su değirmenlerinin tasarımındaki gelişmeler rüzgar ve suyun itme gücünü daha ucuz kılmıştır; son yüzyılların getirdiği yenilik ise, fosil yakıtlardan gelen enerjinin önce motorlu taşımayı mümkün kılması ve endüstriyel üretimin yürütücüsü olması ve daha sonra fosil yakıtların maliyetlerini sürekli bir şekilde düşürme eğiliminde olmasıdır. Son olarak, hammaddeler de daha ucuz hale gelmelidir, çünkü bir binanın inşası veya metal bir cihazın imalatı, kereste daha ekonomik olarak kesilir veya maden daha ekonomik çıkarılabilirse, daha ucuz olacaktır.
Doğal olarak, “Dört Ucuz”un devamlı olarak aynı anda maliyetinin düşmesi beklenemez. Gerekirse, bir tür ucuzluk başka birini elde etmekteki zorlukları telafi edebilir. Moore, Batı Avrupa’da tarımdaki ücretlerin arttığı ve sonuç olarak daha pahalı gıdaların, metalaştırılmış tarımın, tahılın daha az yetiştirilebileceği Baltık’a yayılmasını teşvik ettiği 16. yüzyıldan bir örnek sunar. Gerçekten de, son birkaç yüzyıl boyunca süreğenleşen eğilim, enerji ve hammaddelerin fiyatlarının düşme eğilimindeyken emek gücünün daha pahalı hale gelmesi şeklindeydi. Bununla birlikte, ideal olarak, Dört Ucuz’dan herhangi birinin mümkünlüğü, birden fazla yeni ‘meta sınırını’ açmak için sürekli bir seferberlik içinde diğerlerinin mümkünlüğü için önayak olur: – Marx’ın ifadesiyle – ‘Hollanda Cumhuriyeti 17. yüzyılın “model kapitalist ulusuydu”’, ‘Çünkü Ucuz tahılı (Polonya’dan), Ucuz enerjiyi (yerel turbadan) ve Ucuz keresteyi (Norveç ve Baltık’tan) kuzey Hollanda’ya taşıyıp teslim eden bir dünya-ekolojik rejimi örgütlemiş ve yönetmiştir.’ Dört Ucuz’un güvence altına alınabildiği ölçüde, hem emekçilerin çabaları hem de emek sürecinin daha sert bileşenleri daha ucuza getirilebilir. Bu nedenle bir saatlik emeğin verimliliği artacaktır ve kâr fırsatı genişleyecektir.
Bir bütün olarak, Ucuz Doğa mantığına göre, bu artan biyofiziksel çıktıyı güvence altına alma maliyeti, sermayenin toplam harcamalarının içinde tuttuğu oran anlamında azalırken “giderek daha fazla insan-dışı doğa, toplumsal olarak gerekli emek-zamanın her bir payına, parçasına bağlanır”. Kapitalizmin ekolojik projesi, başka bir deyişle, satılabilir metaların toplam değeri içinde ödenmemiş/ücretsiz emeğinki gibi, ‘ödenmemiş doğanın’ kısmını genişletmektir. (Doğa nakit kabul etmediği için ödenmemiş doğadan bahsetmek kulağa garip gelebilir, ancak doğanın sözde bedava mallarının çoğunu verebilmeleri için işçilere ödeme yapılması gerekir ve kira genellikle kaynak bakımından zengin topraklara erişim için ödenir.) Meta üretiminin, hem iş hem de materyal maliyetinin en düşük olduğu yerde en düşük maliyetli olacağı sezgisi çok barizdir. Ancak, Marx’ın değer teorisi üzerine yazan ve tipik olarak enerji ve hammadeleri (‘döner sermaye’) göz ardı etmek için üretim araçlarında makinalara ve diğer altyapıya (‘sabit sermaye’) odaklanan çoğu yazardan kaçmak çok da bariz değil. Moore’un işaret ettiği gibi, ‘döner sermaye, Marx’ın modelinde unutulmuş bir momenttir.’ Daha sonra, emek değer teorisinin taraftarları, belki de bunlar açıkça insan emeği ürünü olmadığından insan-dışı enerji ve hammaddelerin tamamen dışardan alındığını kabul ederken yüzleri kızarmış olabilir. Fakat Marx’ın kendisinin ısrar ettiği üzere ‘emek tüm zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da, yalnızca bir doğa gücünün tezahürü olan emek gibi, kullanım değerlerinin kaynağıdır.”
Kapitalizm sonsuza kadar Ucuz Doğa edinebilir mi? Moore, “ekolojik artığın düşme eğilimi” olarak adlandırdığı bir karşı eğilim tanımlar. Ekolojik artık (fazlalık), insan-dışı ‘iş/enerji’nin ekonomiye akışının, onu elde etmenin parasal maliyetinin üzerindeki ve sermaye birikimine fazladan yaptığı katkıyı ifade eder. Ekolojik artık, sermaye, metaların değerinin toplamında “ödenmemiş doğa” kısmını koruyamadığında ya da artıramadığında düşer.
Moore, bunun sistem genelinde gerçekleşebilme ihtimali – ve nihayetinde gerçekleşmek zorunda oluşu – için dört neden ortaya koyuyor. Birincisi, entropi yasası gereği, kompakt ve çok amaçlı enerji yoğun materyaller (mesela, değerli metaller veya fosil yakıtlar) kullanmak, bu materyallerin yerini doğrudan atık (ıskartaya çıkan piller) ve kirliliğe (güç santrali emisyonları) bırakmasını, değilse de yerini daha az kullanışlı ve daha az enerji yoğun materyallere (geri dönüşüm kutusundaki teneke kutular) bırakmasını şart koşar. Uzun vadede, faydalı kaynakları işe yaramaz atığa dönüştürmek ekonomik büyümeyi engeller. (Moore, ‘uygarlığın belirli mantık biçimlerinin’ aksine, entropinin nihayetinde uygarlığı basitçe doğrudan tehdit ettiğini reddediyor, ancak nedenini söylemiyor; nasıl söyleyebilir ki? Burada, kalıcı bir kıtlık olmasın diye geçici yoksulluğu haklı kılmak için büyümeye ilişkin nihai sınırların kabul edilmemesini ifade eden sosyalistlerin anti-Maltusçu meşreplerinde verilmiş bir tavizden şüphe edilebilir. Ancak termodinamiğin ikinci yasası, yeryüzündeki uygarlığı en başından itibaren ölümlü bir yaşama mahkum etmiştir; tek soru – bir insanın yaşamında olduğu gibi – bu ömrün ne kadar kısa ve karmaşık olduğunu kanıtlamasıdır.)
İkinci ve daha acil bir risk, Dört Ucuz’un sermayeleştirilmesinin veya para maliyetinin emek üretkenliğine katkısından daha hızlı artmasıdır; tıpkı, odun, bakır veya buğday gibi bitmemiş metalara talebin – veya bunları ihraç eden ülkeler arasındaki işbirliğinin – artması durumunda fiyatlarının yükselmesinde olacağı gibi. Üçüncü bir tehlike, doğal kaynakların edinilmesinin teknik nedenlerle daha kolay olmaktan çok, daha zor hale gelebilmesidir; en kolay erişilebilir olanları yolup yağmaladıktan sonra, sermayenin, geri kalanına ulaşmak için daha derine kazması, daha yükseğe çıkması gerekecektir. (Petrol üretimi belki de ‘yatırılan enerjiye karşılık geri dönen enerjinin’ azalışının en önemli örneğini sunmaktadır: bir asır önce, büyük Teksas petrol sahalarından bir varil petrol çıkarmak, şimdi, bu ilk süreçten geriye ne kaldıysa, hidrolik kırılma yoluyla bir varil petrol elde etmekten çok daha az efor gerektiriyordu.)
Moore’un sürekli artan bir ekolojik artığın (ve ‘belki de kümülatif anlamda en önemlisi’) önündeki dördüncü ve son engeli, biyosferin karbon emisyonları, toprağın bozulması, biyolojik çeşitlilik kaybı, kimyasal toksisite vb. yoluyla bozulmasıdır. Yeterince parçalanmış bir yaşam ağı, herhangi bir pozitif bolluktan ziyade ‘negatif değer’ verecektir: hiçbir sermaye veya emek uygulaması, herhangi bir miktarda, genellikle daha düşük kalite ve niceliğe sahip mallar dışında hiçbir şey üretemeyecektir. Kapitalizm, nihayetinde sürekli olarak artan emek verimliliği ve sonsuz sermaye birikimi için doğal önkoşulları yok edecekti, kapitalist olmayan insanların ve diğer seyirci organizmaların refahını kafanıza takmayın.
Hayatın Dokusundaki Kapitalizm’in merkezinde beş yüzyıl boyunca gelişerek yayılan tarihsel kapitalizmin marifetlerini gösterdiği bir taslak yer alıyor. Şeylerin bu şekilde resmedilişinde, kapitalistler, eğilimsel olarak zaman içinde, herhangi bir dünyevi yaşam öğesinin değerinin onun sermayeye hizmetine göre hesaba katıldığı, tekdüze bir ‘soyut toplumsal doğa’ alanına indirgenen doğal bir dünyadan metalar üretmek için ücretli işçileri işe koşar. Ekolojik modernite, soyut toplumsal doğanın ortaya çıkmasıyla birlikte başlar ve böylece Moore’un Kapitaloseni, ilk kapitalist devlet yapısı olan 16. ve 17. yüzyıl Hollanda Cumhuriyeti ile birlikte gerçek anlamda yol almaya başlar. Birleşik bir kapitalist pazarın yasal kurumları ve emperyal genişlemesi ile Hollandalılar, bir gün neredeyse tüm dünyayı ele geçirecekmiş gibi görünen, giderek daha yoğun ve kapsamlı bir metalaştırma süreci başlattılar.
Soyut toplumsal doğa, çekirdeğinde küresel kapitalizmi beraberinde getirir. Ucuz enerji, en ucuz olduğu yerde üretilen ve dünyanın her yerine gönderilebilen gıda anlamına gelirken, aynı ucuz taşımayla birlikte ucuz hammaddeler, fabrikaların ve ofislerin, herhangi bir kıt yerel kaynak temeline veya misafirperver olmayan bir iklime bakılmaksızın, işgücünün en ucuz olduğu yerlerde çalıştırılabileceği anlamına gelir. Moore, tezini “1450’lerden Sanayi Devrimi’nin öngününe kadar toprak ve emeği dönüştüren erken kapitalizmin” kısmi özgeçmişiyle özetliyor. Yaklaşık iki düzine örnek arasında, Hollandalı işçileri çiftlik işlerinden imalat ve denizcilik işletmelerine iten Düşük Ülkelerde başlayan tarım devriminden; ‘kendisi de ormansızlaştırma, azalan cevher kalitesi ve emekçilerin huzursuzluğu ile koşullanan Sakson ve Bohem gümüş madenciliğinin tükenmesinin ardından dünyanın önde gelen gümüş üreticisi olarak’ Bolivya’daki Potosí’nin 16. yüzyılda ortaya çıkışından; Akdeniz ormanları tükendiğinde İber gemi inşasının eş zamanlı olarak Küba ve Brezilya’ya taşınarak yeniden konumlanmasından; ve bunun gibi örneklerden bahseder. Endüstriyel kapitalizm incelemesi de benzer şekilde panoramiktir.
Hayatın Dokusundaki Kapitalizm, Moore’un daha sonraki bir çalışma için vaat ettiği kapitalizmin detaylı ekolojik tarihi değil. Şimdilik, geç Giovanni Arrighi’nin sistemik birikim döngüleri sekansı üzerinden deneysel bir ana hat izliyor. ‘Hollanda hegemonyası, Kanada’dan Güneydoğu Asya’nın baharat adalarına uzanan bir dünya-ekolojik devriminin içinden ortaya çıktı; Kömür/buhar gücü ve plantasyon devrimleri yoluyla İngiliz hegemonyası; Petrol öncüleri ve tarımın sanayileşmesi yoluyla da Amerikan hegemonyası ortaya çıktı.’ Yükselen bir ekolojik artık peşinde doğayı organize etmenin bu yollarından her biri, tarihsel olarak yeni bir dereceye kadar belirli bir fosil yakıtın (sırasıyla turba – bataklık kömürü -, kömür ve petrol) yakılması üzerine kuruludur. Ve her bir ‘ekolojik rejim’, aynı temel nedenden ötürü halefinin önünde bocalayarak sendeler: ‘Ekolojik artık, doğanın sermayeleştirilmesi arttıkça düşer.’ Basitçe söylemek gerekirse, İngiliz sermayesi, Hollanda ile karşılaştırıldığında, daha azı ile doğal dünyadan daha fazlasını alabilir, tıpkı Amerikan kapitalizminin daha sonra İngilizlerle karşılaştırıldığında yapabileceği gibi. Eski rejim böylelikle, bu hat sona erene kadar yeni bir imparatorluğun tahta oturduğu Ucuz Doğa’nın restore edilmiş ve genişletilmiş bir egemenliğine yol verir.
Uzun vadeli kapitalist dinamiklere dair büyük teorik yaklaşımlar belki de her zaman bir kehanet unsuru içerir ve Moore, bunda bir istisna değil. Korkunç bir gelecekten geçmişe bakan bir ruh hali içinde ‘21. yüzyılın başlarında, Ucuz Doğanın sonu görünür hale gelmiştir’ diye yazıyordu. Tarihsel olarak, ‘kapitalizmin temel sorunu’, yani ‘Ucuz Doğalara olan talebin onları güvence altına alıp sürdürme kapasitesinden daha hızlı artması’ yeni meta cepheleri açarak her zaman geçici olarak rahatılabilmekteydi. Fakat gerçek anlamda küresel bir kapitalizm, ötesinde yalnızca uzayın soğuk boşluğunun olduğu son bir sınır takdim eder. Halihazırda bir nesilden fazla bir süredir, petrol şirketleri çıkardıkları her bir varil ham petrol için keşif ve üretime daha fazla harcama yapma eğilimindeyken, egzoz emisyonları küresel ısıtmayı şiddetlendirmektedir. Küresel ısıtmanın kendisi – toprağın tükenmesi, akiferlerin boşalması, monokültür mahsulün istilacı türlere karşı savunmasızlığı ve arı kolonilerinin çöküşüyle birlikte – tarımsal verimlilikteki azalan kazanca delalet eder. Kıymetli metaller de daha kıt ve daha maliyetli hale gelebilir: Moore, 2013 tarihli bir yatırımcı gazetesindeki ‘daha derin madenler, daha düşük dereceli mineraller, daha uzak ve zorlu konumlardan’ şikayet eden bir habere atıf yapıyor. Hammaddeler, fosil yakıtlar ve temel gıdalar sadece daha pahalıya gelmeyecek; gökyüzünün, toprağın ve suyun biriken kirliliği ve bunun neden olduğu lafı bile edilmeyen kayıp mesai saatleri ve insan sağlığındaki takip eden kötüleşmeden kaynaklı tıbbi bakım maliyetleri, bizim yaşam süremiz içinde ‘artı-değerden negatif değere geçişin’ gerçekleşmesi tehdidini yaratıyor.
Bu tür tahminler kaçınılmaz olarak ileride başına dert alma riskini göze almayı gerektirir ve Moore’un ‘görünüşte sonsuz bir meta patlaması’yla ilgili yazdığı kitabı, meta fiyatlarında yaşanan bir çöküşün ortasında yayınlandı. 2008 başında 140 dolara yaklaşan bir varil petrol fiyatı şu anda 50 doların üzerinde seyrediyor. Ve yine de bu tür fiyat dalgalanmaları sadece tarihsel bir parazit sinyaldir: esas nokta, maskeledikleri uzun vadeli sinyali açığa çıkarmaktır. Kapitalizm devam ettiği sürece, Moore’un yaklaşımına göre geçmişte her daim yaptığı gibi, yükselen bir ekolojik artığa el koyma yeteneğini geri kazanma eğilimi gösterecek mi? Ya da yine kendisinin de tartıştığı gibi sonunda Ucuz Doğa nihayetinde sona geldi mi? Küresel ekonominin dünyadaki yıllık tahribatının, dolar cinsinden ölçüsü ne olursa olsun, onlarca yıl daha nasıl artabileceğini öngörmek zor. Elden geçmiş bir enerji altyapısı, güneş ışığını ve rüzgarı araçlara ve makinelere güç verecek şekilde bugünden daha yüksek olmayan bir maliyetle işe koşsa bile – çok da kesin bir olay değil – sermayenin burnunun dikine gezegenin biyolojik verimliliğini bozmasını ve mineral bahşetme kapasitesini tüketmesini hangi iç mekanizma sınırlayacaktır? Moore, sermayenin çok geçmeden kendini, artan bolluğun ekolojik dönütüyle ile başa çıkamayacak bir noktada bulacağı konusunda ikna edicidir.
Kitabının son cümlesinde kapitalizmin daha ne kadar süre hayatta kalabileceğini sorduğunda, Moore yine de sosyalist ümitvarlığa yenik düşebilir. Tozu dumana katan bir krizin kapitalist ekonominin küçülmesine neden olduğunu varsayalım. Sistemin işini bitirmekten çok, kısmi çökme, oransal olarak yükselen bir ekolojik artığın mutlak olarak daha küçük bir girdiden elde edilmesini sağlayarak ona yeni bir yaşam süresi hakkı sunabilir. Daha sonra daha küçük bir işçi grubu, küçülmüş bir tüketici şirketine artan bir meta kitlesi sağlamak için işe alınabilir ve bu süreçte kabul edilebilir bir kâr oranı elde eder. Bu nedenle, herhangi bir sayıda insan, prensipte sistemi tehdit etmeksizin emeklerini satma ve karşılığında diğer malları satın alma kapasitesini kaybedebilir; onlar sadece sermayenin ihtiyaçlarına göre gereksiz ya da fazla olan bir artık nüfusu şişireceklerdir. Four Futures (Dört Gelecek) adlı kısa kitabında Peter Frase, 21. yüzyıl için dörtlü bir siyasi şema ortaya koyar.3 ‘Yok edicilik’, ekolojik kıtlığın kötüleşen sınıflı toplum ile birleşimi için onun verdiği addır: gereksiz derecede bol yoksullar okyanusunda zenginler için korunaklı adacıklar. Mülksüzler arasındaki politik örgütlenme, böyle bir yolu engellemek için mülkiyeti elinde bulunduran sınıflarının insancıl standartlarının sunduğundan daha fazlasını yapacaktır. Sermaye birikiminin doğasındaki hiçbir şey, zaten, onu menetmez.
Modern zamanlarda daha az yıkıcı bir ekolojik rejim mümkün mü? Bugün böyle bir ihtimal ya da beklenti var mı? Andreas Malm’ın Fosil Sermayesi bu sorulara Sanayi Devrimi’ni aykırı bir soruşturmaya tabi tutarak yaklaşıyor. Sanayi kapitalizmi ilk kez (bitkilerin yaşamlarının doğrudan odun biçiminde veya dolaylı olarak hayvanlar için yem ve işçiler için yemek kaynağı olduğu) bir ‘organik’ veya güneş ekonomisinden Malm’ın ‘fosil yakıtların artan tüketimine ve dolayısıyla karbondioksit emisyonlarında sürekli bir büyüme yaratmaya’ dayalı diye tanımladığı fosil ekonomisine geçişe etkide bulundu. Bu değişimde İngiliz pamuk endüstrisi başrol oynadı. İngiltere, dünyanın geri kalanını 19. yüzyılın ortalarına kadar fosil yakıtlardan kaynaklanan CO2 emisyonları ile açık ara geride bıraktı, 1825’te emisyonların yaklaşık yüzde 80’inden ve çeyrek yüzyıl sonra yüzde 60’ın üzerinde bir miktarından tek başına sorumluydu. Konuyla ilgili nüktedanların ‘Anglosen’ olarak bahsettiği bu dönemde, buhar motoru tek ve en büyük kömür tüketicisiydi. Buharı ilk kez birincil hareket sağlayıcı güç olarak kullanan pamuk endüstrisiydi ve 1870’e kadar tekstil üreticileri ekonominin diğer tüm sektörlerinden daha fazla buhar motoru kullanıyordu.
Yaygın varsayım, değirmen sahiplerinin akan sudan güç elde etmek yerine daha düşük maliyetli olduğu için buhar gücünü seçtikleri yönünde, ancak Malm ikna edici bir şekilde ‘suyun bol, daha ucuz ve en azından buhar kadar güçlü olmasına rağmen buharın üstünlük kazandığını’ iddia ediyor. Kömür, madenlerden elbette zahmetli bir şekilde çıkarılır ve fabrikalara ulaştırılması için genellikle demiryolu ile taşınmalıdır; akan su ise, mülkü, arazisi bir akıntıya bitişik olan herhangi bir değirmen sahibi için ücretsiz olarak kullanılabilir durumdadır. Nehir kıyısındaki toprağa erişim için rekabet kiraları arttırırsa, buhar gücü yine de daha iyi bir kelepir olabilir. Ancak yağmurlu Britanya’da nehirler asla tam kapasitede bir şey için kullanılmadı. Pamuk endüstrisinin, nehir akıntısı boyunca uzanan su değirmenlerinin yanından buhar motorları barındıran kentsel fabrikalara geçmesinden on yıllar sonra bile su, birim başına beygir gücü olarak kömürden daha ucuz kaldı. Malm’ın 1840’larda gerçekleştiğini belirttiği bu geçiş sırasında buhar gücü mekanik olarak da üstün değildi. Su çarkları, düşen suyun enerjisini dönen pamuk dokuma makinalarına ve tezgahlara iletmede buhar motorlarının kömürdeki enerjiyi mekanik harekete dönüştürmesinden en az yirmi kat daha verimliydi. Dahası, su gücü düzgün akışlı ve daha büyük çaplı kullanımlar için ölçeklenebilirdi. Belirleyici olan birkaç on yıl boyunca, en büyük pamuk fabrikaları, genellikle ikili, üçlü veya daha büyük setler halinde yerleştirilmiş muazzam çarklar ile su gücüyle çalışır olmayı sürdürdü.
Malm, değirmen sahiplerinin su gücüne takılıp kalmış olsalardı bile buhar motorunun nihayetinde tekstil endüstrisinin, daha hızlı ve daha büyük bir ölçekte metrelerce kumaş üretmesini sağlayacağını kabul eder. Ancak geçişin etkileri, geçişin nedenlerini bastırır durumda değil. Buhar tercihini açıklayan şey, Malm’a göre, değirmen sahipleri ile çalışanları arasındaki değişen üretim ilişkilerinin, üretici güçlerde değişikliklere neden olmasıdır. Pamuk endüstrisi 19. yüzyılın ilk yarısında genişledikçe, su değirmenlerine ilk olarak yerel kırsal nüfustan çekilen işgücü, sözleşmeli çıraklardan oluşmaya başladı. Genç firariler ya da yoksul evlerden gelen acemiler kışla benzeri ‘kolonilere’ yerleştirildi ve nehir bir değirmenin makinelerini tam kadro çalıştıracak kadar dolu aktığında bunlar fiziksel dayanıklılığın sınırlarını aşan bir şekilde çalışmaya zorlandı. İşin bu şekilde düzenlenişi kapitalistlere, görece esnek olmayan boyuttaki bir işgücünü barındırma ve besleme masraflarını dayattı; tezgahlar boşta dururken fabrika işçilerini işten çıkarılması daha sonra bir işgücü açığı riski anlamına gelirdi. Mülk sahiplerinin kendilerini rahat bir şekilde kovup yerlerine yenilerini getirmeleri için yerelde çok az olan işçiler, eğer hep birlikte kaçmamışlarsa, yasa dışı (fiili) grevlere, sendikalaşma girişimlerine ve vandalizm eylemlerine eğilimliydiler. Yoksul Hukuku Komisyonu’nundan bir görevlinin 1836’da gözlemlediği üzere, “burada genç insan kendini esaret altında hissederse sanayiye ve iyi davranışa olan teşvik kaybedilir”.
Buharla çalışan fabrikaların coğrafi olarak izole olan su değirmenlerine göre avantajı, basitçe kentlerde kurulabilir olmalarıdır. Su değirmenlerinin esir ve bağımlı işçilerinin aksine, serbest kent proletaryası kendi bakım masraflarını üstlendi. Sayıları sermayenin gereklerini aştığı için, kayıtsızlık, haylazlık veya militanlığa yatkın emekçiler, işi yapmaya hazır el arzını tehlikeye atmadan işten çıkarılabilirlerdi. İşçi hareketinin siyasi kazanımları bile kırsal kolonilere kıyasla kentsel fabrikaları destekliyordu. On Saat Yasası 1847’de çalışma gününe yeni bir sınır koydu. Nehirler buhar motorları gibi komutla çalışmadığı için, ‘çalışma saatleri ne kadar çok kısıtlanırsa – ve bu tür kısıtlamalar ne kadar çok öngörülürse – havanın ritminden etkilenmeyen enerji kaynağına o kadar prim tanınırdı, veya tam tersine: çalışma günü ne kadar kısa olursa, yavaşlayan veya durma noktasına gelen bir çarkın maliyeti o kadar acı verici olurdu.’ Irwell Nehri için önerilen gibi bir rezervuar yönetimi sistemi 1830’ların başlarında değirmen sahiplerine istikrarlı bir hidrogüç akışı sağlamış olabilirdi, ancak bu tür planlar, belirli bir endüstrideki karşılıklı uzlaşmaz kapitalistleri tipik olarak gözden kaçıran, belirli bir derecede koordinasyon gerektirir.
Malm’ın genel “fosil sermayesi” genel teorisine göre, endüstriyel kapitalizm bize buhar motorunu verdi, çünkü akan suyun mekandaki sabitliği, kapitalistleri, işgücünün en bol ve uysal olduğu neresi varsa üretimi oraya konumlandırma konusunda önemli bir kabiliyetten mahrum bırakıyordu. Buhar gücü, ‘mekandaki hareket edebilirliği nedeniyle büyük geri yanlarına rağmen’ kullanıma sokuldu; kompakt ve taşınabilir bir enerji kaynağı olan kömürün ‘zamanmekansal profili’, fabrika sahiplerine ne zaman ve nerede isterlerse orada ve o zaman fabrikalarını çalıştırma olanağı sağladı. Yine de, mekandaki bu hareket edebilirliğin kendisi, fosil yakıt depoları olan yerin ‘hareketsiz konsantre enerji katmanından’ sağlanır. Fosil yakıtlar, yenilenebilir alternatifler karşısında, üretim, arıtma ve taşıma sabit altyapısına yapılan büyük sermaye yatırımları nedeniyle, halen kullanımda kalabilmektedir. Her rasyonel insanın tamamen tasarlanmış bir şekilde, hızla gerçekleştirilmesi gerektiğini düşündüğü bir karbon sonrası enerji sistemine geçiş, özel ve kamusal enerji şirketlerinin doğal ve inşa edilmiş mal varlıklarını değersizleştirmeksizin gerçekleşemez. Bu böyle olmakla birlikte, ayrıca, fosil enerji yenilenebilir enerjiye oranla kamu tarafından altı kat daha fazla sübvanse edilmektedir. Bu intihar sübvansiyonunun kendisi, herhangi bir ekolojik kapitalizm olasılığından şüphe etmek için tek başına bir nedendir. Malm’ın kayda değer bu dikkat çekici kitabı, ‘küresel bir iklim hareketinin momentum kazandığı’ yüreklendirici gözlemi ve bu hareketin, ‘düşmanınkinden daha büyük bir gücü kalan çok kısa zaman içinde toplayıp toplayamayacağı’ tedirgin edici sorusu ile sonlanıyor.
İklim değişikliği reddiyecisi Donald Trump’ın seçilmesinden sonra, ‘düşman’ çok da güçlü bir kelime değil. Trump, dünya uluslarının ortalama küresel sıcaklıkta 1,5 ºC’den daha fazla bir artışı önlemeyi retorik olarak taahhüt ettiği Paris Anlaşması’ndan geçen yıl çekilme sözü verdi. 2 ºC’lik bir sıcaklık artışının genel olarak tehlikeli olduğu düşünülür, ancak bu çoktan kaybedilmiş bir dava olabilir. Kasım ayında Science Advances dergisinde yer alan bir makalede, ortalama sıcaklıkların, ‘işlerin olağan akışında’ (business-as-usual) olduğu senaryo adı verilen çarpıcı ve kendini açıklayan senaryoda 2100 yılına kadar 4,78 ºC ilâ 7,36 ºC arasında artacağı öngörülüyordu.
Ne Hayatın Dokusundaki Kapitalizm ne de Fosil Sermayesi bir politik strateji çalışmasıdır. Moore ve Malm’ın her ikisi de varsaydıkları şeyi tartışmaktan kaçınırlar: yani, 21. yüzyılda yeni ve daha iyi bir ekolojik rejim ortaya çıkabileceği varsayımı. Çağdaş kapitalizmin alarm veren iki özelliği inanılmaz boyutlardaki ekonomik eşitsizlik ve ekolojik yıkımdır; ki yoldan çıkmanın bu ikinci versiyonu ilkinin bir bedeli olarak kabul edilir. Buna karşıt ekososyalizm projesi ise, buna öyle diyelim, aynı anda hem dünya halklarının büyük çoğunluğu için yaşam standartlarını yükselterek hem de insanlığın gezegenin kaynaklarını kullanımını sürdürülebilir bir düzeye indirerek her iki gelişmeyi de tersine çevirmenin yollarını arayacaktır. Bununla birlikte, sağlam bir ekolojik temelde iyi bir yaşam standardının evrensel hükmünün, politik bir ufuk olmasını geçelim, teknik bir olasılık olarak bile var olup olmadığını merak etmek de doğaldır. Küresel nüfusun artarken geçim koşullarının kötüleştiği her yıl, küresel gelirin herhangi bir şekilde kaba eşitliğini sağlamak için dahi ya kendimizi en az kapitalizmin neden olduğu kadar büyük bir çevresel yıkıma tamamen adayacağımız ya da korkunç bir tek tip yoksulluğu dayatacağımız bir noktaya yaklaştığımızı varsayabiliriz.
Henüz böyle bir geçitte görünmüyoruz. Vaclav Smil’in Energy in Nature and Society (Doğa ve Toplumda Enerji, 2007) kitabı, ‘karmaşık sistemlerin enerji bilimini’ genel olarak özetlemek için girişilmiş büyük ölçüde apolitik bir çabadır. Değindiği birçok şeyin yanında, joule cinsinden ölçülebilir elektriğe dayalı ortak bir enerji arzına göre örgütlenecek farklı insan toplumu biçimlerini tarif eder. Tüm insan faaliyetleri, tüm doğal ve üretilmiş nesnelerle birlikte, büyük miktarlarda enerjiyi temsil ettiklerinden, enerjinin kullanıldığı işteki verimliliği dikkate alarak, bir toplumun kişi başına enerji arzı, o toplumun yaşam standardı için en iyi göstergeyi oluşturur. Smil, küresel ölçekte kişi başına enerji tüketimini azaltmanın politik olarak gerçekçi veya ekolojik olarak şart olduğunu düşünmüyor: ‘güneşe dayalı bir toplum’, bugün ‘fosil yakıtlı uygarlık’ ile aynı enerjiyi sağlayabilir. Ancak, ortalama enerji arzının – tahminine göre, yılda kişi başına 58 milyar joule – yoksulluğun ortadan kaldırılması için artması gerektiğini de düşünmüyor. Verimlilikte süregelen iyileştirmeler sayesinde, bugün 75 milyar joule’e ihtiyaç duyan hizmetlerin aynısını önümüzdeki on yılın ortasında 58 milyar joule’ün vermesi beklenebilir; ki bu da elli yıl önce Fransa veya Japonya’nınkine eşit küresel bir kişi başına enerji tedarikine imkân verir: ‘Bugün yoksul olan milyarlarca insan, 2025 yılına gelindiğinde, 1960’larda Lyon veya Kyoto’da yaşayan insanların yaşam kalitesini yaşamaktan mutluluk duyacaktır.’ Smil’in bu iki şehri seçmesi mütevazı ama şık bir ütopyanın yolunu buluyor.
Sürdürülebilir bir evrensel refah teknik olarak uygulanabilirse, hangi politik bileşim ekososyalizmi ya da temel güneş komünizmini ya da bu ne şekilde adlandırılmak istenirse gerçekleştirebilir? Klasik Marksizmin, kapitalizmin bir gün kendisini başka bir şeyle değiştirecek kolektif aktörü nasıl geliştirdiğine dair nihayetinde hatalı değilse akla yatkın bir teorisi vardı. Proleter deneyimiyle tutarlı hale gelen kimliği endüstriler, bölgeler ve ülkeler arasında daha homojen hale gelen, sürekli olarak daha da kalabalıklaşan ve daha iyi organize olmuş bir işçi sınıfının, bu ortak gücünü kullanmak için sadece onu algılaması gerekecektir ve işçiler bir gövde halinde kendi yarattıkları dünyayı ele geçireceklerdir. Hipotez zarafetini koruyor, ancak işçi sınıfı perspektifte milliyetçi kaldığı ve örgütlü bileşeni geri kalanına oranla azaldığı sürece ikna gücünü kaybetmiş görünüyor.
Antroposen tartışması veya söylemi genellikle yeni bir evrensel özneyi öne çıkarıyor: sınıf bilincine sahip enternasyonal proletarya değil de tür bilincine sahip gezegensel bir insanlık. Bu, arkasında kasıtlı bir özne bulunmayan kontrolden çıkmış bir ekolojik kriz içerisinde güzel bir fikir gibi görünür; şirket yöneticileri ve üst düzey yetkililer bile, hissedarların veya seçmenlerin kabul edeceği şeylerin ötesinde hiçbir şey yapamayacak olmalarını içtenlikle protesto edebilirler. Ancak bir isim üzerinden hiçbir kolektif aktör göz önünde canlandırılamaz ve Antroposen literatürü şimdiye kadar dünyanın dört bir yanındaki insanların politik bir güç olarak ekolojik bir dayanışma gerçekleştirmelerini etkileyecek devletlerin siyasi sınırlarını tanımayan bir toplumsal hareket üretmek üzere ahlaki bir övgüyle birleşebilecek herhangi bir tarihsel süreci tanımlamada başarısız olmuştur. Kapitalizmin ekolojik bir medeniyet haline gelemeyeceğini iddia eden ekomarksistler ise bu arada soru üzerinde makul bir sessizliği koruyorlar.
Ancak, geniş halk kitlelerinin ekokıyımcı bir kapitalizmle düşman olarak yüzleştiği zaman çok da uzak olmayabilir. Varsayalım ki çevresel ve belki de başka nedenlerle (sermayenin finansal balon oyunları lehine üretken yatırımlardan kaçınılması gibi), Euro Bölgesi’nde son on yıldan uzun süredir olduğu gibi, kişi başına ekonomik büyümede bir sona gelinsin. Tarihsel olarak, kapitalizm, toplumsal bir düzen olarak meşruiyetini, toplumun büyük kısmı için yükselen bir gelir sağlayan pozitif toplamlı bir oyun olmaktan türetmişse, herhangi bir halkın aynı meşruiyeti kapitalist kazançların herkesin kaybı olacağı sıfır toplamlı bir oyuna bahşetmesi beklenemez. Sermaye ayrıca büyüme sonrası koşullarla yüzleşmek için kötü bir donanıma sahiptir, çünkü artık büyümeyen bir ekonominin herhangi bir departmanından kâr elde etme zorluğu, zenginleri dayanıklı, uzun vadeli yatırımlara teşebbüs etmek yerine nakit varlıklarının üzerinde oturmaya teşvik edecektir. Keynes’in terimiyle ifade edilirse böylesine yüksek bir likidite tercihi, yanıt olduğu durgunluğu yalnızca daha da kötüleştirebilir. Öte yandan, derhal kâr gereksiniminden muaf olan toplumsallaştırılmış yatırım, toplumun gelirini artıracak veya en azından koruyabilecek projelere daha kolay bağlanacaktır. Kısacası, ekonomilerin büyümesi durduğunda, özel serveti büyütmek için sarf edilecek çabalar, bir bütün olarak ekonomiyle birlikte kapitalist sınıfı küçültme ve itibarsızlaştırma tehdidini taşır; sosyalizm, gelirlerin adil bir dağılımının da ötesinde, ekonomik kapasitenin tam olarak kullanılmasında daha iyi bir şansa sahiptir. Böyle yeni bir düzen kurmak için gereken bileşim, bu yeni düzenle daha iyi olacağına inanmak için gerekçeleriyle sayıları sürekli artanlardan olacaktır basitçe.
Yalnız soralım, gelecekteki herhangi bir sosyalizm neden, kapitalizmin sadece pohpohladığı ve ihanet ettiği (görünür bir ikamesi olmayan kirletilmiş bir kelime olan) sürdürülebilirlik ölçütüne bağlı bir ekososyalizm olmalıdır? Yarın ortaya çıkacak perişanlığa rağmen bugünkü refah uğruna kendileri de aşırı büyük bir biyofiziksel çıktı veya doğal dünyanın aşırı sömürüsünden yararlanan sosyalistleri hayal etmek yeterince kolaydır; o doğmamış olan, ebedi çoğunluğu temsil edecek hiçbir modern politika henüz tasarlanmamıştır. Söyleyebileceğimiz cılız ama dürüst şey, ekokapitalizmin mümkün değilken ekososyalizmin mümkün olduğudur basitçe. Sosyalizm, Antroposen sloganının kışkırttığı, ancak tetikleyemediği, kolektif olarak üstlenilen ve yönetilen yeryüzünün intifa hakkını gerektirmeyebilir, ancak en azından buna izin verir. Aydınlanmış bir türün bu türden herhangi bir politik yakınsanmış hali, amaçladığı evrenselliğe benzer bir düzeye ulaşmadan çok önce bir dizi savaş halinde olan ve, biraz şansla, müttefik halinde olan ülkelerde ortaya çıkacaktır. Ekolojik zararı ve bolluğu eşitlik hatları boyunca, yaşayan nesiller içinde ve aynı zamanda nesiller arasında ve de sonrakiler arasında yeniden dağıtmak üzere uluslararası bir hareket, başka bir deyişle, böyle bir şeyle taban tabana zıt bir kapitalizme karşı bir savaşla yüzleşecektir. Bu, trajik bir şekilde, Kapitalosen sona erdiğinde, kapitalizmin, halefine miras olarak bırakmak üzere Rosa Luxemburg’u güncelleyerek söylersek, ya ekososyalizm ya etnobarbarizm haline gelmiş olacak, çok kötü bir şekilde yağmalanmış bir dünyası olacağı anlamına gelir. Terimin politik anlamında, Antroposen ile ilgili soru, ne zaman başladığı sorusu değil, aksine hiç başlayacak mı sorusudur, eğer başlayacaksa, ilk önce nerede olacağıdır. Yolumuz açık olsun!
1“Değişen iklimin depremleri, tsunamileri ve volkanları tetiklediği” iddiası İngiliz jeofizikçi Bill McGuire tarafından Waking the Giant (2012) çalışmasında etkileyici bir şekilde ortaya konuldu. Yükselen denizlerden kara kütleleri üzerinde etkiyen suyun devasa ağırlığının jeolojik fayların dengesini bozacak ve böylece depremlere yol açacak olması, McGuire’nin öngördüğü tektonik düzensizliğin bir nedenidir; bir diğeri ise bu tür fayları yerinde tutan buzulların kaybolmasıdır.
2 Harvard, sayfa 336, £23.95, Eylül 2015, 978 0 674 36822 4.
3Verso, sayfa 160, £8.99, Kasım 2016, 978 178168 813 7.