2 Nisan 2020, New York
Joshua Clover yakın zaman önceki blog yazısında, tüm kapsamıyla yeni “karantina türleri”nin hızla ortaya çıkışına gayet haklı olarak dikkat çekiyor. Bu karantina türlerinden birinin deneyimlediğimiz mevcut durumu tarif etmeye uygun olup olmadığını sorgulayarak Michel Foucault’nun biyopolitika kavramına odaklanması sürpriz olmamalı. Mevcut koronavirüs salgınına değinmek üzere biyopolitika kavramından yararlanan neredeyse tüm yazılarda aynı muğlak fikirlerden tekrar tekrar bahsedilmesi de keza sürpriz değil. Şüphesiz daha ilginç olan ise biyopolitika dışındaki diğer Fukocu görüşlerin bunlarda göz ardı edilmesi. Aşağıda, bu görüşlerin ikisini tartışıp mevcut “krize” “yanıt verme”nin ne anlama gelebileceği konusunda bazı metodolojik vurgular yapıp bundan bir sonuç çıkaracağım.
Biyopolitika “Şantajı”
Belirtmek istediğim ilk nokta Foucault’nun 1976’da geliştirdiği haliyle biyopolitika kavramınıni bize iktidarın “modern” biçiminin ne kadar şeytani olduğunu gösterme amacı taşımadığı. Tabi ki, onu övmek amacı da yoktu. Bana öyle geliyor ki, Foucault biyopolitika kavramını oluştururken her şeyden önce tarihsel bir eşikten geçiyor oluşun ve daha spesifik olarak da onun bir toplumun “biyolojik modernite eşiği” (“seuil de modernité biologique”) dediği şeyin farkında olmamızı istiyor.ii Bir tür olarak insanların yaşamını karakterize eden biyolojik süreçlerin politik karar alırken kritik bir konu, hükümetlerin ele alması gereken yeni bir “sorun” hale gelmesiyle ve bunun sadece salgın gibi “istisnai” koşullarda değil, “normal” koşullarda da geçerli olmasıyla toplumumuz bu eşiği geçti.iii Foucault’nun “biyolojik olanın ulusallaştırılması” (“étatisation du biologique”) olarak da adlandırdığı şeyi ifade eden kalıcı bir endişe.iv Foucault’nun ‘iktidar kendi içinde iyi ya da kötü değildir ama her zaman tehlikelidir’ (yani hiç sorgulamadan körü körüne kabul edilirse) fikrine sadık kalarak hem olumlu hem de korkunç sonuçlarıyla nasıl yönetildiğimizle ilgili bu “paradigma kayması”nın şüphesiz iktidar mekanizmalarının müdahale alanının tehlikeli bir şekilde genişletilmesine karşılık geldiği söylenebilir. Artık sadece ve hatta öncelikle hukuki politik özneler olarak değil; aynı zamanda kolektif bir şekilde küresel bir kitleyi, doğum oranı, ölüm oranı, hastalıklılık oranı, ortalama yaşam beklentisi vb. olan bir “nüfusu” oluşturan canlılar olarak da yönetiliyoruz.
“Aydınlanma Nedir?” çalışmasında Foucault, “‘aydınlanma’ şantajını”, yani ya onu “savunma” ya da ona “karşı” olmamız gerektiği fikrini reddetmek ve yerine en azından bir dereceye kadar bugün ne olduğumuzu halen tanımlayan tarihsel bir olay olarak ele almak istediğini söylüyor.v Buna benzer bir şekilde, biyopolitikanın “şantajını” reddetmenin bizim için akıllıca olacağını, bunun “yanında” ya da “karşısında” olmamız gerekmediğini (hem bu ne anlama geliyor ki?), ancak bunu yönetilme şeklimizi, politika ve kendimizle ilgili düşünme şeklimizi halen en azından kısmen tanımlayan tarihsel bir olay olarak ele almayı önermek istiyorum. Gazetelerde veya sosyal medyada karantina kurallarına uymayan diğer insanlar hakkında şikayetlenen insanlar gördüğümde bunun benim için ne kadar şaşırtıcı olduğunu düşünüyorum hep; aksine, çoğumuz bu kurallara uyuyoruz, hatta çoğu durumda ceza alma riski çok az olsa bile. Ayrıca Disiplin ve Ceza’dan, özellikle de “Panoptisizm” bölümünün başından yapılan alıntılarıvi fark ettim ki veba salgını sırasında bir şehrin ve sakinlerinin disipline edilmesini açıkladığı üzere elbette güncel karantina deneyimimizle mükemmel bir şekilde uyuşuyor bu. Ancak, bu olağanüstü zamanlarda yalnızca zora dayalı önlemler, sınırılandırılma, denetime alınma ve eve “hapsedilmekte” ısrar ediyorsak disipline edici ve biyopolitik iktidarın esasen otomatik, görünmez ve mükemmelce sıradan bir şekilde işlediği ve tam da biz bunu fark etmediğimizde en tehlikeli hale geldiği gerçeğini göz ardı etme riskiyle karşı karşıya kalırız.
Yeni bir “istisna durumu” koşullarında denetleme mekanizmalarının artması ve gelişigüzel kontrol konusunda endişelenmek yerine bu nedenle, halihazırda uysal ve itaatkâr biyopolitik özneler olduğumuz konusunda endişeleniyorum. Biyopolitik iktidar yaşamlarımıza önceden olduğu gibi (sadece) “dışarıdan” uygulanmaz, aksine en azından son iki yüzyıldır tarihsel öznellik biçimimizin, ne olduğumuzun bir parçası olagelmiştir. Bu nedenle biyopolitika “şantajı” mantığının en tehlikeli yönlerine karşı etkili bir direniş stratejisinin küresel bir ret biçiminde olması gerektiğinden şüpheliyim. Foucault’nun “kendimizin eleştirel ontolojisi” hakkındaki vurgularıvii, sorgulamaya hazır olmamız gereken şeyin tam da varlığımızın dokusu olmasından dolayı burada şaşırtıcı derecede yardımcı olabilir.
Farklı Kırlganlıklıkların (Biyo)Politikası
Tartışmak istediğim ikinci nokta, kritik bir nokta, ancak mevcut koronavirüs salgınını ele almaya yönelik biyopolitika kavramını sefereber eden yazılarda nadiren değinildiğini gördüğüm bir nokta, Foucault’nun biyoiktidar ve ırkçılık arasında kurduğu ayrılmaz bağlantı. Yakın bir zamandaki yazısında, Judith Butler haklı bir şekilde şunu belirtiyor: “Radikal eşitsizliğin, milliyetçiliğin ve kapitalist sömürünün hızı, salgın bölgelerinde kendilerini yeniden üretme ve güçlendirme yollarını buluyor.” Bu, Jean-Luc Nancy gibi düşünürlerin, koronavirüsün “bizi eşitlik temeline oturtarak ortak bir duruş sergileme ihtiyacında buluşturuyor” tarzı iddialarının olduğu bir dönemde çok ihtiyaç duyulan bir hatırlatma. Elbette, Nancy’nin bahsettiği eşitlik sadece zenginlerin ve ayrıcalıklıların eşitliğidir, karantina sürecini içeride geçirmek için bir ev veya daireye sahip olacak kadar şanslı olan ve çalışmak zorunda olmayan veya evden çalışabilenlerin eşitliği, tam da Bruno Latour’un gözlemlediği gibi. Maaşlarını kaybetmeyi göze alamayacakları için veya evden çalışamadıkları için hâlâ her gün işe gitmeye zorlananlar ne olacak? Ya başları üstünde bir çatısı olmayanlar ne olacak?
“Toplum Savunulmalı”nın son dersinde Foucault, ırkçılığın “iktidarın ele geçirdiği yaşam alanında kırılma yaratmanın, neyin yaşaması ve neyin ölmesi gerektiği arasında bir kırılmanın bir yolu” olduğunu iddia eder.viii Başka bir deyişle, biyopolitikanın ortaya çıkışıyla ırkçılık, farklı insan grupları arasında hiyerarşiler oluşturmak ve böylece ölmesi gerekenler ölüm riskine açık hale gelecek şekilde (radikal) farklılıklar yaratmak için, aşağı yukarı aynı biyolojik ihtiyaçlara sahip canlı varlıklar olmamızdan gelen biyolojik sürekliliği parçalara ayırmanın bir yolu haline gelir. Foucault’ya göre insanın sağlık ve sosyal risklere karşı bu farklılaşan maruziyeti, biyopolitik yönetimselliğin dikkat çeken bir özelliğidir. Tüm biçimleriyle ırkçılık, iktidarın temel olarak nüfusun biyolojik yaşamını korumak ve üretken kapasitesini artırmak için kullanıldığı bir toplumda, yaşamların böylesine farklılaşan maruziyetinin “kabul edilebilirlik koşulu”dur.ix Bu nedenle biyopolitiği, ünlü “yaşatmak ve ölüme terk etmek” Fukocu formülüne indirgemekten dikkatle kaçınmalıyız.x Biyopolitika gerçekte yaşam ve ölümün net bir karşıtlığına dayanmaz, fakat aralarındaki gri alanı farklı açılardan düzenleme çabası olarak daha iyi anlaşılır. Şu anki göç yönetimi, Martina Tazzioli’nin “hareketlilik üzerinden biyopolitika”dan bahsederken ikna edici bir şekilde gösterdiği üzere bunun mükemmel bir örneğidir.xi Gerçekten de, sürekli olarak, bazen de acı verici şekilde bu günlerde hatırlatıldığımız üzere biyopolitika aynı zamanda ve kritik bir önemle, bir hareket edebilirliği ve de hareket edemezliği yönetme meseledir. Belki çoğumuz için yeni olan bu deneyim, farklı renkler, uluslar ve sosyal arka planlara sahip insanlar için daha az veya daha çok geçirgen olan “sınırlar”ın sıradan işleyişinin, çağdaş dünyada iktidarın uygulanışının ana biçimlerden biri olarak ele alınmayı hak ettiğini fark etmemize yardımcı olacaktır.
Kısacası, biyopolitika daima farklı kırılganlıkların politikasıdır. Bize aynı biyolojik türe olan ortak aidiyetimizi hatırlatarak toplumsal ve ırksal eşitsizlikleri silen bir politika olmaktan çok uzak, yapısal olarak hayatların taşıdığı değerler arasında hiyerarşilerin kurulmasına, insanları yönetmenin bir yolu olarak kırılganlıkları üretilmesine ve çoğaltılmasına dayanan bir politikadır. Bir dahaki sefere “koronavirüs ile savaşan” “sağlıkçı kahramanları” ve “bakım işçilerini” topluca alkışladığımızda bunu düşünmek isteyebiliriz. Bunu hak ediyorlar, kesinlikle. Peki, ama bizimle “ilgilenenler” gerçekten sadece onlar mı? Karantina sürecini geçirdiğim dairemde güvenli bir şekilde kalırken satın aldığım ürünü teslim almamı sağlayan teslimatçılara ne demeli? Süpermarket ve eczane kasiyerleri, toplu taşıma sürücüleri, fabrika işçileri, polis memurları ve toplumun işleyişi için gerekli görülen diğer (çoğunlukla düşük gelirli) işlerde çalışan tüm insanlara ne demeli? Aynı şekilde onlar da, sadece bu “sıradışı” koşullar altında da değil, “bakım işçileri” olarak görülmeyi hak etmiyorlar mı? Virüs bizi eşitlik temeline yerleştirmiyor. Aksine, toplumumuzun yapısal olarak süreğen kırılganlıklara ve toplumsal eşitsizliklere dayandığını bariz bir şekilde ortaya koyuyor.
Krizin Politik Dilbilgisi
Foucault’nun biyopolitika konusundaki çalışmaları bugün bizim için, onu çok hızlı bir şekilde disipline edici sınırlandırma ve kitlesel gözetlemeye karşı bir dizi anatemaya indirgeyenlerin veya onu istisnai durum ve çıplak yaşam hakkında konuşmak için yanlış yönlendirir şekilde kullananların kalemi altında göründüğünden daha karmaşık, zengin ve çekicidir.xii Bununla birlikte, biyopolitika kavramının bize, neler olup bittiğini ve tüm sorunlarımızın “çözümünün” ne olduğunu anlatmaya muktedir nihai açıklayıcı bir ilke olarak alınması gerektiği önerisini yapmak istemiyorum. Ve bu durum sadece, Roberto Esposito tarafından doğru bir şekilde vurgulanan “biyopolitika fenomeninin tarihsel olarak farklılaşmış karakteri” yüzünden değil, aynı zamanda daha derin bir metodolojik nedenden dolayı böyledir. Siyasi düşüncemiz “krizin grameri”ne ve onun kısıtlanmış zamansallığına, mevcut duruma (veya, bu açıdan bakınca görünüşte, son dönemdeki tüm ekonomik, toplumsal ve insani “krizlere”) verilecek kritik tepkilerin en yakın geleceğin ötesine gidemiyor göründüğü ölçüde, mahkumdur.xiii Yani, eğer Latour ile mevcut “sağlık krizi” “bizi iklim değişikliğine hazırlamaya teşvik etmeli” konusunda hemfikir olursam, ben ondan çok daha az iyimser olmuş olurum: Mevcut kriz anlatısını “krizlerimizin” yapısal nedenlerine çoklu ve değişip dönüşen yanıtlar bulmak için uzun vadeli eleştirel ve yaratıcı bir çaba ile değiştirmedikçe bu gerçekleşmeyecek. Çözümler aramak yerine, yanıtları detaylandırmak, şu anki yaşam, üretim, seyahat, yeme, vb. biçimlerimizi olabildiğince az değiştirmeyi hedefleyen kısa vadeli problem çözme stratejilerinden kaçınmak anlamına gelecektir. Tarihsel var olma biçimlerimizden bir anda kurtulamayacağımızdan bu dönüşümlerin mutlaka yavaş olacağını kabul ederek bu denemelerin şu anki “kriz” ile bir sonraki kriz arasındaki zamandan daha uzun süreceği umuduyla alternatif sosyal ve politik yolları araştırmak anlamına gelir. Tek kelimeyle, sadece kendimiz için değil, gelecek kuşaklar için de bir gelecek inşa etme kapasitemize inanmak anlamına gelir. Ve gerçekten yapmaya başlamak anlamına.
Daniele Lorenzini, Warwick Üniversitesi’nde Felsefe Asistan Profesörü. Aynı zamanda, Post-Kantçı Avrupa Felsefesi Araştırma Merkezi Yardımcı Direktörü. Foucault Çalışmaları ortak editörü. Yakın zamandaki kitapları, La force du vrai: De Foucault à Austin (2017) and Éthique et politique de soi: Foucault, Hadot, Cavell et les techniques de l’ordinaire (2015).
iBkz. Michel Foucault, The History of Sexuality, Volume 1: An Introduction (New York: Pantheon Books, 1978), 135-145; Michel Foucault, “Society Must Be Defended”: Lectures at the Collège de France, 1975-1976 (New York: Picador, 2003), 239-263.
iiFoucault, The History of Sexuality, Volume 1, 143.
iiiFoucault, “Society Must Be Defended”, 244.
ivAge., 240.
vMichel Foucault, “What is Enlightenment?”, in The Foucault Reader, ed. Paul Rabinow (New York: Pantheon Books, 1984), 42-43.
viBkz. Örneğin bu dosya: “Coronavirus and Philosophers”. To read Foucault’s analysis in full, see Michel Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison (New York: Vintage Books, 1977), 195-200.
viiFoucault, “What is Enlightenment?”, 47.
viiiFoucault, “Society Must Be Defended”, 254.
ixAge., 255-256.
xFoucault, The History of Sexuality, Volume 1, 138-141; Foucault, “Society Must Be Defended”, 241-243.
xiMartina Tazzioli, The Making of Migration: Biopolitics of Mobility at Europe’s Borders (London: Sage, 2019), 106. Görünürde fark edilmeden geçilse de Cinselliğin Tarihi’nin ilk cildinde Foucault göçten iktidarın biyopolitik mekanizmalarının işlev gördüğü temel alanlardan biri olarak bahseder. Bkz. Foucault, The History of Sexuality, Volume 1, 140.
xiiBkz. örn. Giorgio Agamben’in koronavirus üzerine yazısı ve Gordon Hull’un eleştirel yanıtı.
xiiiBkz. Daniele Lorenzini ve Martina Tazzioli, “Critique without Ontology: Genealogy, Collective Subjects, and the Deadlocks of Evidence”, Radical Philosophy, yakında çıkıyor.