Ormanlar ve ormancılık üzerine “sessiz” tartışmalar…
“Havanda su dövmek yerine…”
“Hayrettin Karaca’nın anısına sevgi ve saygılarımla”
Doç.Dr.Yücel ÇAĞLAR*
Belki de tümünü birlikte söylemem gerekiyor… Ancak söz konusu sorunlar tartışılırken ne olgusal, ne dönemsel, ne yöresel, ne de sınıfsal bir ayrım yapılıyor. Dahası söz konusu sorunlar birbirlerine karıştırılıyor da. Sözgelimi “kuraklık”, temelde, yağışların nitelik ve niceliği, sıcaklık, nemlilik, buharlaşma, rüzgâr vb. oluşumlardan kaynaklanan doğa kökenli bir durumdur; dönemsel ya da süreğen, bölgesel ya da yöresel olabilir. “Su kıtlığı” -”susuzluk”(?)- ise var olan su kaynaklarından su sunumunun niteliği ile niceliğinin, zamanlamasının su isteminin nitelik ve niceliğini karşılayamamasıdır; toplumsal, ekonomik, kültürel, kısmen de yönetsel temelli bir sorundur. Başka bir söyleyişle, “su kıtlığı”, daha çok insanların eylemlerinden ya da eylemsizliklerinden -“önlemsizlikten”(?)- kaynaklanan bir sonuçtur. Çok açık: “Kuraklıklar” da “su kıtlığına” neden olabiliyor kuşkusuz ama böylesi durumlar da son çözümlemede bir sonuçtur; yönetsel öngörüsüzlüğün, gereğinin yapılmamasından kaynaklanan bir sonuç. Böyleyken, öngörüsüz yöneticilerin konuyla ilgili tartışmalarda yeğledikleri söylemde çoğunluk “kuraklık” başroldedir. Bu yöneticiler, bilerek ya da bilmeden, “su kıtlığını” yalnızca yaşanan tanrısal (!) kökenli “kuraklıkla” açıklayarak sorumluluklarından -“sorumsuzluklarından”(?)- kolaylıkla kaçınabiliyor. Böylesi açıklamaların örneğin sellerin, su baskınlarının nedeni olarak hemen hemen yalnızca “aşırı” yağışların, büyük orman yangınlarının nedeni olarak da “aşırı” sıcaklıkların ya da “şiddetli” rüzgarların gösterilmesinden hiçbir farkı yoktur bence. Şimdilerde bunlara çok daha genelgeçer -“küresel”(?)- olabileceği düşünülen bir neden eklendi: Kesinlikle küresel olmayan “küresel iklim değişikliği”!
Bu bağlamda Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün (DSİ) birkaç verisini anımsamak yararlı olacak sanırım:i
“Türkiye’de yıllık ortalama yağış yaklaşık 574 mm olup, yılda ortalama 450 milyar m3 suya tekabül etmektedir. Günümüz teknik ve ekonomik şartları çerçevesinde, çeşitli maksatlara yönelik olarak tüketilebilecek yerüstü suyu potansiyeli yılda ortalama toplam 94 milyar m3’tür, 18 milyar m3 olarak belirlenen yeraltı suyu potansiyeli ile birlikte ülkemizin tüketilebilir yerüstü ve yeraltı su potansiyeli yılda ortalama toplam 112 milyar m3 olup, 57 milyar m3’ü kullanılmaktadır.”
“Ülkemizde kişi başına düşen kullanılabilir yıllık su miktarı 2000 yılında 1652 m3, 2009 yılında 1544 m3, 2020 yılında ise 1346 m3 olmuştur. Türkiye, kişi başına kullanılabilir su potansiyeline bakıldığında, su baskısı yaşayan ülkeler arasında yer almaktadır.”
Öte yandan, bu verilerin yanı sıra ülkemizde su tüketiminde % 73 ile tarım önde gelirken sanayi % 11, “su tasarrufu” denildiğinde nedense akla ilk gelen evsel kullanım ise yalnızca % 16’lık bir paya sahip. Su kıtlığının yanı sıra başka yaşamsal sorunlara da yol açan kuraklıktan göreceli olarak en çok etkilenen tarımda suyun % 82’si, ülkemizde, artık ilkel toplumlarda bile neredeyse tümüyle terk edilmiş “salma” -“vahşi sulama”(!)- yöntemiyle kullanılıyormuş.ii
Hiçbiri yeni olmayan bu verilerin -“bilgilerin”(?)- sergilediği somut gerçeklik karşısında ülkemizde yaşanan dönemsel kuraklıkların su kıtlığına da yol açabileceğini öngörmek için, sözgelimi, subilimci -“hidrolog”- olmak gerekmiyor sanırım. Ne var ki, örneğin, dönemin Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, Tarım ve Köyişleri ile Enerji Tabii Kaynaklar Bakanlarıyla düzenlediği ”İklim Değişikliği, Kuraklık ve Su yönetimi” konulu ortak basın toplantısında;
“Sorumluluk evdeki ev hanımı Ayşe Teyze’ye düşüyor. Kime düşüyor? İlkokul 5. sınıfa giden Hasan’a düşüyor. Kamyon şoförü Mehmet’e düşüyor. Köylü Ali Amca’ya düşüyor. Yani herkesin sorumlulukları var.”
diyebilmiştiriii. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ise aynı günlerde şöyle açıklamalar yapabilmiştiriv:
“Bardağımıza içebileceğimiz kadar su almalıyız. Yarısını içip yarısını masada bırakmamalı, dökmemeliyiz… Özellikle hanımlar makine dolmadan iki parça çamaşırı makineye atıp yıkamamalılar. Düşünün, su olmazsa zaten yıkayamayacaksınız. Bu sefer elde yıkamaya kalkacaksınız. Bulaşık yıkarken yine iki parçayı bulaşık makinesine koyup yıkamak yerine doldurarak yıkamayı tercih etmek ve ekonomik yıkama programını tercih etmek lazım.”
“Sorumlu” yöneticilerin yaşamsal sorunlar karşısında böylesi açıklamalar yapması, ülkemizde yadırganabilecek bir durum değil kuşkusuz. Ancak “su kıtlığı” sorununu, yalnızca yağış azlığı -ya da “kuraklıkla”**-, giderek de;
- su kullanımındaki savurganlıklar,
- yapılı çevrenin genişlemesi,
- bitki örtüsü azlığı,
- su depolama yapılarının yetersizliği
vb. genellemelerle açıklamak, deyim yerindeyse havanda su dövmektir. Sorgulamak gerekmiyor mu;
- suyu kimler savurganca kullanıyor,
- yapılı çevrenin alabildiğine betonlanması ya asfaltlanması kimlerin işidir,
- bitki örtüsü neden ve nasıl kimler tarafından azaltılıyor,
- yeterli nitelik ve nicelikte su depolama tesislerini kimler neden yapmıyor?
Sorgulanması gerekmiyor olacak ki, böylesi soruları, sorumsuz sorumlular bir yana, göreceli olarak en duyarlı olması gerekenler bile sormuyor. Gerçekten de sorulup gerçekçi olarak yanıtlanmış olsaydı eğer, örneğin;
- Tarımsal Kuraklıkla Mücadele Stratejisi ve Eylem Planı (2008-2012),
- Tarımsal Kuraklıkla Mücadele Stratejisi ve Eylem Planı (2013-2017)
kapsamında getirilen öneriler ve yanı sıra,
- oluşturulan “Tarımsal Kuraklık Yönetimi Koordinasyon Kurulu”, bu kurula bağlı merkezde, “İzleme, Erken Uyarı ve Tahmin Komitesi ile Risk Değerlendirme Komitesi”, illerde ise valiler başkanlığında “Tarımsal Kuraklık İl Kriz Merkezleri” ile,
- doğrudan ve dolaylı olarak ilgili yine çok sayıda hukuksal düzenlemeyle,
- görevlendirilen çok sayıda kurum ve kuruluşla
su kıtlığı sorununun en azından şimdilerdeki boyutlara ulaşması engellenebilirdi. Peki, engellenebildi mi? Öte yandan, çok merak ediyorum: Orman ve Su İşleri Bakanlığı Su İşleri Genel Müdürlüğü eşgüdümünde çok sayıda kurum ve kuruluş ile konu uzmanının katkısıyla 2017-2023 döneminde uygulanmak üzere hazırlanan Ulusal Kuraklık Yönetimi Strateji Belgesi ve Eylem Planı’yla söz konusu sorun ne denli önlenebilecek ya da küçültülebilecek acaba? Bu “eylem planında”, “Kuraklık Yönetiminin Güçlü Yönleri, Zayıf Yönleri, Fırsatları ve Tehditleri” kapsamında yer verilen saptamalara bakılırsa, bu konuda iyimser olabilmek kolay değil çünkü önceki iki “eylem planında” da benzer saptamalara yer verilmiş:
“Kuraklık Yönetiminin Zayıf Yönleri ile Tehditleri”
“Zayıf Yönler” | “Tehditler” |
|
|
Kaynak: TC Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Ulusal Kuraklık Yönetimi Strateji Belgesi ve Eylem Planı 2017-2023, Sayfa 19 ile 20.
Ülkemizde “kuraklık yönetiminin” bu “zayıf yönlerinin” aşılması, “tehditlerin” göğüslenmesi için gereğini kimler, ne zaman ve nasıl yapacak acaba; ben mi, siz mi; kimler?
“Sorumsuz” sorumlu: Siyasal iktidar
Biliyorsunuz, ülkemizde su kullanımının yönetiminden doğrudan ve dolaylı olarak sorumlu çok sayıda kurum ve kuruluş vardır. 1953 yılında kurulan Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, günümüzde de bu kuruluşların başında geliyor. 1960’lı yıllarda kurulmaya başlayan, giderek de yaygınlaşan ve 2001 yılında Türkiye Sulama Kooperatifleri Birliği’nde bir araya gelen sulama kooperatifleri ile birlikleri de bu bağlamda anılması gereken bir örgütlenme biçimidir. Ne var 2011 yılında çıkarılan 6172 sayılı Sulama Birlikleri Kanunu’yla bu örgütlenme biçimi yeniden düzenlenmiştir. Bu kapsamda; sulama birlikleri “kamu tüzel kişiliğine sahip (…), bu Kanunda hüküm bulunmayan hallerde özel hukuk hükümlerine tabi” kuruluşlara dönüştürülmüşse de 7139 sayılı yasayla bir anlamda DSİ’ye devredilerek iyiden iyiye siyasallaştırılmıştır.
Öte yandan, yine bu bağlamda büyükşehir belediyeleri ile il ve ilçe belediyelerinin de suyun yönetimi doğrudan ve dolaylı olarak görevlerinin bulunduğu anımsanmalıdır. Örneğin 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 15. Maddesine göre belediyelerin;
“e) Müktesep haklar saklı kalmak üzere; içme, kullanma ve endüstri suyu sağlamak; atık su ve yağmur suyunun uzaklaştırılmasını sağlamak; bunlar için gerekli tesisleri kurmak, kurdurmak, işletmek ve işlettirmek; kaynak sularını işletmek veya işlettirmek…”
5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun 7. Maddesine göre de büyükşehir belediyelerinin
“r) Su ve kanalizasyon hizmetlerini yürütmek, bunun için gerekli baraj ve diğer tesisleri kurmak, kurdurmak ve işletmek; derelerin ıslahını yapmak; kaynak suyu veya arıtma sonunda üretilen suları pazarlamak…”
görevleri bulunuyor.
Ulusal Kuraklık Yönetimi Strateji Belgesi ve Eylem Planı 2017-2023 hazırlandığında hem merkez yönetiminde hem de belediyelerin çoğunluğunda onbeş yıldır görevde olan bir siyasal yönelimin sorumlularına sormak gerekmez mi;
Eyyyy sorumsuz “sorumlular”, bunca yıldır neredeydiniz; bunlar görev savsaklama değilse beceriksizlik değil midir?
“Adaletin bu mu dünya”?
Evet, su kaynaklarının kullanımında da “dünyanın”, daha doğru bir söyleyişle “kapitalizmin” adaleti bu!
Her türden adaletsizlik, sınıflı toplumların doğasından kaynaklanan bir olumsuzluktur. Kapitalizm bu olumsuzluğu hem yaygınlaştırıp kalıcılaştırmış hem de yeni boyutlar, biçimler kazandırmıştır. Öte yandan; böyle toplumlarda devletin, daha doğru bir söyleyişle kamu kurum ve kuruluşlarının bu süreci tümden engelleyebilmesi, deyim yerindeyse “balığın kavağa çıkması” denli olanaksızdır.
Öte yandan; eğer gezegenimizde her şey “adaletli” olsaydı, bu, anlık bir durum bile olsa hiçbir doğal oluşum, moda söylemle, “sürdürülebilir” olamazdı. İnsanların varoluş süreci bir yönüyle de “adaletsizlikleri” kendinden yana “adaletli” kılmaya yönelik savaşımlar sürecidir. Mülkiyet ilişkileri, toplumsal sınıflar, bu sürecin çıktılarıdır bir bakıma. Bu süreç günümüzde öyle boyutlar kazanmıştır ki özel mülkiyet, neredeyse, Tanrı vergisi kutsal bir hak sayılır olmuştur. Öyle ki, oluşumu, yanı sıra, varlığını kendi doğası içinde sürdürebilmesi için hiçbir emek ya da sermaye harcanmamış, yanı sıra, harcanmayan, başka bir söyleyişle en geniş anlamıyla kamusal süreçler, ortamlar ile varlıklar bile günümüzde mülk edinilir olmuştur. Biliyorsunuz; su, hava, toprak böylesi varlıkların başında geliyor. Bence, tümüyle bu nedenle bu süreçlerin, ortam ve varlıkların kullanımı da giderek “adaletsizleşmiştir”. Öyle ki, bu “adaletsizlik” doğurgandır; hem sürekli olarak yeni yeni “adaletsizlikler” üretiyor hem de ürettiği “adaletsizlikleri” giderek pekiştirip derinleştiriyor. Oysa insan, gezegenimizde bu gerçeğin ayırdında olan, daha önemlisi, bu gerçeği değiştirme; daha açık bir söyleyişle, “adaletsizliğin” temellerini ortadan kaldırma yeteneği ile gücüne sahip belki de tek canlı türüdür. Ancak, bu yeteneği ile gücünün ya ayırdında değildir ya da gerektiğince kullanmaz yahut kullanamaz. Bence kullanabilmesi için son derece zorlu, yanı sıra, uzun soluklu savaşımları göze alması gerekiyor. Bu savaşım olguları birbirinden soyutlayarak, var olan bütünsellikleri parçalayarak rastlantısal ve bölük pörçük çabalarla sürdürülemez. Sürdürülemez ama sürdürülmeye çalışılıyor. Peki, sonuç?
Herkesin bildiği, görebildiği son derece yalın bu gerçeklikler karşısında akla şu soru geliyor:
Üretilmesi için hiç kimsenin ne emek ne de sermaye harcadığı suyun sahiplenilmesi, mülk edinilmesi, istediği yerde istediği denli ve istediği gibi kullanabilmesi “adaletli” bir durum mudur?
“Su kıtlığı” sorunu ülkemizde de varsa eğer bu kıtlık toplumun tüm sınıf ve katmanları için, dahası tüm canlılar için aynı düzeyde yakıcı bir sorun mudur?
Değildir kuşkusuz. Gerçekten de değil ise şu görüntüler ne anlama geliyor?
Az kalsın unutuyordum(!): Su yalnızca insanlar için vazgeçilemez bir kamusal varlık değil ki; suya bağımlı başka canlılar da var biliyorsunuz:
Böylesi yaşantıların günümüzde bile olağan sayıldığı ülkemizde, temel, öncelikli sorun nedir;
- kuraklık mı,
- suyun kıtlığı mı,
- suyun verimsiz tüketimi mi,
- adaletsiz kullanımı mı?
Bu bağlamda sorulması gereken bir başka soru da şudur bence;
Kuraklık, yanı sıra, su kıtlığı daha çok kimler için ne denli yaşamsal bir sorundur?
Böylesi “yanılsamalarla”…
Evet, genellemeci, ortalamacı “yanılsamalar” sürdürülürse, deyim yerindeyse “benim oğlum bina okur, döner döner bir daha okur!” Dikkatinizi çekmiştir, sözgelimi;
- “yoksulluk”,
- “yoksunluk”,
- “sürdürülebilirlik”,
- “dezavantajlı gruplar”,
- “paydaşlar”,
vb. olgular, kavramlar özellikle 1980’den sonra giderek kanıksanmış, yaygınlaşmıştır. Öyle ki;
- anlamı, kimler tarafından ve neden gündeme getirildiği hiçbir düzlemde sorgulanmaz olmuş;
- ortak paydalarının emek ve doğa sömürüsünün gözlerden kaçırılması olduğu gerçeği kolaylıkla gözlerden kaçırılabilmiştir?
Günümüzde artık hemen hemen her konuda varsa yoksa bu türde genellemeci ya da ortalamacı, alabildiğine soyut kavramlar, yaklaşımlar, nitelemeler baştacı edilir olmuştur. “Kuraklık”, “susuzluk”, “çölleşme”, “iklim değişikliği” vb sorunlar da böylesi yaklaşımlarla ele alınmıyor, söylemlerle dillendirilmiyor mu?
***
Su kıtlığı sorununun kalıcı biçimde çözümlenebilmesi için, bence;
- böylesi sorular her düzlemde sorulmalı;
- ekolojik, ekonomik, toplumsal, kültürel ve teknik, dolayısıyla siyasal gelişmelerden soyutlanmadan tüm boyutlarıyla gerektiğince yanıtlanmalı;
- verilebilecek yanıtlar doğrultusunda yine çok boyutlu savaşım stratejileri geliştirilip çok boyutlu planlar hazırlanmalı;
- bu planların yaşama geçirilebilmesi için demokratik örgütlü çabalara girilmelidir!
Onca tarımsal birlik ve kooperatif, çevre/doğa korumacı gönüllü kişi ve kuruluş, yerel yönetimler ile meslek örgütleri varken bu türden çabalar popülist siyasal iktidarlara bırakılırsa “barajlarda su seviyesi çok azaldı!” vb su kıtlığı “muhabbeti” yapmak, deyim yerindeyse, “havanda su dövmek” değil midir?
***
Yorumsuz:
Orman ve Su İşleri Bakanlığı:
“NASA’nın meteorolojik hava tahminleri, bizim gerimizde, geçen yıl yaptıkları tahminleri tutmadı mesela. Bizim teknolojimiz onlardan ileri. NASA da kim oluyor? Onlar global ve kuşbakışı bakıyor iklim verilerine. Biz noktasal ve bölgesel tahminler yapıyoruz. Sadece Türkiye’ye değil, çevre ülkelere de bu hizmeti veriyoruz. Denizlerde kurduğumuz istasyonlarla bölgemizdeki en etkin tahminleri yapıyoruz. Onların uyduları varsa, bizim de Göktürk’ümüz var”
(30 Mart 2016)
Kaynaklar
i https://www.dsi.gov.tr/Sayfa/Detay/754;
ii https://sutema.org/kirilgan-dongu/tarimda-kullanilan-su.10.aspx
iii https://www.hurriyet.com.tr/gundem/kuresel-isinmaya-karsi-ayse-teyzeye-sigindik; 6 Şubat 2007
iv https://www.sondakika.com/haber/haber-istanbul-buyuksehir-belediye-baskani-topbas; 20 Haziran 2007)
* İletişim: ormanlarindelisi@gmail.com
** 2013-2017 döneminde uygulanmak üzere hazırlanan ikinci Tarımsal Kuraklıkla Mücadele Stratejisi ve Eylem Planı’nda da belirtildiğine göre kuraklığın dört çeşidi varmış: “Meteorolojik Kuraklık: Uzun bir zaman içinde yağışın normal değerlerinin altına düşmesi; Tarımsal Kuraklık: Toprakta bitkinin ihtiyacını karşılayacak miktarda su bulunmaması; Hidrolojik Kuraklık; Uzun süren yağış azlığından dolayı kaynak 2 seviyeleri, yüzey akış ve toprak nemi gibi hidrolojik sistemde meydana gelen değişimler; Sosyo-Ekonomik Kuraklık: Meteorolojik, tarımsal ve hidroljik etkilere bağlı olarak ekonomik ürünlerin arz ve talebinde meydana gelen değişimi.” (Kaynak: Tarımsal Kuraklıkla Mücadele Stratejisi ve Eylem Planı’nın (2013-2017), Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Ankara, 2013, Sayfa 1.) Peki, neden hemen hemen yalnızca “tarımsal kuraklık” öne çıkarılmış?