Var olan krizlerin derinliğinde ve bildiğimiz yaşamın sonu olarak nitelendirilen dünyadaki türlerin altıncı kitlesel yok oluşu krizinin – son 5 tanesinden farklı olarak bu seferki insan türünün eseri – ortasında artık apaçık bir gerçeklik olarak şu sorular bizler yani sosyalistler ve hayvan özgürlük mücadelesi yürütenler tarafından aciliyetle cevaplanmayı beklemektedir;
Türcülük karşıtı hayvan özgürlük mücadelesi, diyalektik materyalist bir yöntemle nasıl ele alınmalıdır ve türler arası sosyalist bir adalet mücadelesini nasıl örgütleyebiliriz?
Bu iki soru günümüz iklim ve doğa krizlerinin bilimsel bir yaklaşım dışında çözüme ulaşmasının mümkün olmadığı gerçekliğini barındırırken aynı zamanda marksizmin bilimsel yaklaşımının etik bir tutum yerleştirerek insan ve insan dışı tüm türlerin sömürülmesi, ezilmesi ve aşağılanması ile de mücadele etmesi gerçekliğinden doğmaktadır.
Pek çok sosyalist insanlarla birlikte hayvanların da sömürü tahakkümünden kurtulduğu bir toplumu öngörür ama bu gelecek tahayyülünde hayvanların özgürlüğü sorunu insanların özgürlüğü kadar elzem bir konu değildir. Bunun temelini oluşturan düşünüşün Marks ve Engels’in her ne kadar ekoloji konuları ile ilgilenseler de tarihsel gelişimi içinde sosyalist bir vejetaryenlik anlayışını ütopyacı bir fikirden öteye geçemeyecek burjuva bir yaklaşım olarak konumlandırmasından doğduğu söylenebilir. Yine, sömürü kavramının emek değer kuramı içinde yalnızca insanın emek gücünün sermayeyle kurduğu ilişkide ele alınıp hayvanların doğanın diğer üretici güçleri arasında sayılmasından kaynaklandığı söylenebilir.
Ama şunu açıkça belirtmek gerekir ki, marksizmin ortaya koyduğu kapitalist toplumun tarihsel materyalist analizi olmadan hayvan özgürleşmesinin mümkün olmadığı gibi, içine hayvan özgürlüğü mücadelesini ve kapitalist gelişmenin ekosistemler üzerindeki örseleyici etkisini almayan marksist bir sınıf ve toplumsal mücadele anlayışı da yetersiz bir toplum eleştirisi olacaktır. Ezilme, sömürülme ve üretim araçları ile ilişkileri birbirinden ayrılsa da hayvanlar da, işçiler de aynı sistem tarafından sömürülmektedir. Devrimci mücadeledeki tüm öncü insanların son 30 yılda boy veren ve günümüzün en aktif hareketlerinden biri olan “hayvan özgürlük hareketi”ni görmesi artık ahlaki bir tutumun ötesinde bu temelde ele alınmalıdır.
Diğer bir husus, tahakkümün başka bir tahakkümden doğduğu gerçeğidir. Erkek cinsinin kadın cinsi üzerinde kurduğu tahakküm yalnızca fiziksel güçten beslenmez. Bu tarihsel süreç içerisinde gelişmiş, oturmuş, çeşitli aşamalardan geçmiş başlı başına bir sistemdir ve sistemle mücadelenin en temel yolu da sistemi yeniden üreten küçük çarkları ortadan kaldırmaktır. Kadın özgürlük mücadelesinin geldiği düzeyde sokaktaki cinsiyetçi dilden başlayıp son noktada fiziksel güçle tahakküm kurmaya kadar erkek egemenliği mücadele içinde sistemin tüm bu daha küçük yapılarıyla savaşarak geriletilmiştir. Beş bin yıldır süren bir mücadele ve nesnel gerçeklikler ortadayken konu hayvanlar olduğunda bu gerçeklik hafife alınmakta, göz ardı edilmektedir. Bir türün başka bir türe tahakküm kurması, yok etmesi insanın insan üzerindeki güç tahakkümünü – özelde bir cinsin diğer cins üzerindeki tahakkümünü – yeniden üretmektedir.
Mücadele yollarını kavramanın, örmenin yollarından biri elbette ki sistemi bilimsel bir çözümleme ile ortaya koymaktır. Bu yolla hiyerarşinin doğuş noktasını kavrayabilir, analiz edebiliriz. Nitekim kadınlar tarihteki ilk sınıf savaşımı olan mücadelelerinde ataerki ile böyle savaşmışlardır. Bu var olan nesnel zeminden yola çıkarak şunu ortaya koyabiliriz; insanlar arasındaki hiyerarşi insanların hayvanlar üzerindeki tahakkümüne bakarak çözümlenebilir ya da tam tersi. Ataerkil kapitalist sistem hayatımızın içinde kendini yeniden üretirken, her bireyin içinde de kendine yer edinmektedir. Duyduğumuz, gördüğümüz, akıllarımıza sığmayan olaylar bu içselleşmiş eril fikirlerin dışavurumudur. İnsanların hayvanlar üzerindeki hakimiyetini cinsel, ırksal, etnik ya da sınıfsal duruma göre haklı göstermek amacıyla kullanılan tüm hakimiyet mantığı aynı zamanda doğaya hakimiyeti haklı göstermek için de kullanılır. Her birinin tarihsel nesnel gerekçeleri vardır, her biri toplumdaki hakim üretim tarzıyla ilişkilidir, her birinde insanın doğaya, kendine, türüne ve şeylere yabancılaşmasının payı vardır.
Yani kadınların doğaları gereği, duygusal, fiziksel olarak güçsüz, vb. oldukları, bu yüzden de rasyonel düşünen, duygularına (bedenine) hakim olmayı başaran, fiziksel olarak da güçlü erkek tarafından yönetilmesi gerektiği mantığı, zaten “canlı ve cansız”, “akıllı ve akıllı olmayan” gibi ayrımlara tabi tutulmuş ve birincilerin ikincilere egemenliğini onaylayan bir mantığı da, hayvanlara yapılan her türlü muameleyi de normal, olması gereken olarak karşılar.
Kadının üzerinde nasıl egemenlik kurulmalı ise hayvanın üzerinde de aynı mantıkla egemenlik kurulmalıdır. Bu “egemenlik ideolojileri” birbirini doğurarak, besleyerek sömürü ilişkilerini yeniden üretir. Kadının emeğini görünmez kılarken hayvanlar ancak ham madde ve üretim aracı olarak “değer” kazanırlar.
Türcülük hayvanların sömürülmesinin ekonomik gerçeklerini gizlerken bunu aynı zamanda meşrulaştıran bir sistemdir. Fakat şu gerçek ortadadır: hayvan sömürüsüne ve türcülüğe karşı bir mücadele, burjuva ahlak teorileri üzerine yükselemez, oradan ancak daha fazla mistifikasyon ve sömürünün başka biçimleri ortaya çıkar. Zira bu sorun yalnızca bireylerin kültürel, toplumsal ve kişisel yapılarıyla açıklanamaz. İşte burada devreye marksizm girer. Peki bu iki mücadelenin birliği, bir aradalığı nasıl sağlanabilir?
Kapitalizm tarihsel gelişim süreci içinde insanı, hayvanı ve topyekün dünyayı yok eden bir sistem düzeyine erişti. O bunları kaynak dışında bir konumda görmez, dolayısıyla yok olmaları sadece bir kaynak sorunudur. Burada önümüze şu sonuç çıkar; tüm hiyerarşik sömürü yöntemlerinde olduğu gibi hayvan sömürüsünde de tarihsel materyalizm kullanılmadan hayvanların özgürlüğünü sağlayacak bakış açısı yakalanamaz. Sorun, şu an ve burada olandan ibaret olmadığı gibi tarihsel kökenleri de tarihteki birer sapma olarak ortaya çıkmamıştır. Şu bir gerçektir ki, insan ve insan dışı hayvan türleri arasındaki çelişki yalnızca hiyerarşik üstünlük ile açıklanabilecek ve bunun kaldırılması ile çözümlenecek bir mesele değildir. Bu karşıtlık toplumdaki egemen sınıf ile doğanın, egemen sınıf ile işçi sınıfının ilişkisi üzerinden açıklanabilir.
Tarihsel türcülük karşıtı materyalist bir yaklaşım bizi pek çok noktada gerçek bir özgürlük anlayışına götürecek olsa da bu, başlı başına yeterli de değildir. Günümüzdeki krizin durumu şu gerçekliği net bir şekilde ortaya koyuyor: “Vaktimiz yok!”
Giderek artan doğa katliamları, had safhaya ulaşan iklim krizi insanlığa şu gerçeği gösteriyor; hayvan ya da insan, hayatta kalmak için artık yalnızca ahlaki ya da bilimsel bir duruşun ötesinde acil eyleme ihtiyaç var. İnsanın ve dünyanın yok oluş eşiğinde olduğu bu anda iklim krizinin birincil sebeplerinden birinin endüstriyelleşmiş hayvansal üretimi olduğu gerçeği, işte tam da bu acil eylemin hedefini önümüze koyar.
Kapitalizm var olduğu günden beri doğa üzerinde tahakkümünü sürdürüyor. Lakin içinde bulunduğumuz yüzyıla – yaşadığımız döneme – tahrip gücünün en yüksek seviyeye çıktığı dönem diyebiliriz. Bugün çıkan yangınların, sellerin, doğal felaketlerin haberini dünden birçok bilimsel araştırma bize apaçık bir şekilde sunmuştu. Tüm bilimsel veriler, ekolojistler bağırarak bizlere “iklim krizinin” önlenmesi için son eşikte olduğumuzu söyledi. Bu ekolojik yıkımlar önümüze tesadüf eseri çıkmış değil. Kapitalist, sömürgeci, türcü sistemin gerçekleridir. Üstelik yaşadığımız krizler, bu sistemin sürdüğü sürece önümüze koyacağı daha derin krizlerin başlangıcı gibi görünüyor.
Bugün önümüzde iki seçenek artık daha açık bir şekilde durmaktadır: Ya ekososyalizm, ya barbarlık!