Bu yazı, 26-27 Haziran 2021 tarihlerinde çevrimiçi olarak düzenlenen Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’nun Emek ve Ekoloji Mücadelelerinin Ortaklığı başlıklı 3. oturumunda yapılan sunumun gözden geçirilmiş halidir. Başaran Aksu’nun sunumunu buradan izleyebilirsiniz. Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’ndaki oturumların tamamını izlemek için youtube’daki oynatma listesine ulaşabilirsiniz.
[yotuwp type=”videos” id=”0fe6lsuM84Q” pagination=”off” pagitype=”loadmore” template=”grid”]
Böyle bir etkinliğin parçası kıldığınız için teşekkür ediyorum. Hem Polen Ekoloji’ye hem de Ekoloji Birliği’ne. Ben Aykut ve Aslı hocalarımızın sunumlarından sonra daha saha odaklı bir konuşma yapmamın doğru olacağına kanaatindeyim. Ben iki hocamın sunumlarıyla paralel düşündüğümü ifade edeyim. Özellikle “adil geçiş”i yutturma çabaları karşısında Aykut hocanın çizdiği çerçeve anlamlı oldu. Bu Türkiye’de de yeni yeni hem emek zeminindekilerin hem ekoloji mücadelesi içindekilerin önüne ideolojik-pratik set çekmeye dönük bir hamle olarak gündem olacaktır.
Madencilik ile Türkiye’deki sanayileşmenin ihtiyaçları arasındaki bağlara ilişkin Aslı’nın işaret ettiği sorunların işkolu sendikacılığı ile karşılanamayacak kadar yoğun olduğunu belirtmek gerekir. Uluslararası işbölümü içerisinde ve Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda bir saldırı programı var. Burada hem emeğin bedeninin yağmalanması (sömürü) hem de doğanın metalaştırılması süreçleri aynı anda sözkonusu. Ve bu vahşet pratiklerini inşa ede ede devam ediyor sermaye güçleri. Bu vahşet hem iş cinayetleri olarak hem de doğanın talan edilmesi hem de bunlara bağlı olarak yaşanan canlı ölümleri biçiminde yoğunca yaşanıyor. Anadolu’nun dört bir tarafı hem enerji-maden havzalarında hem sanayi havzalarında muazzam ölçekte bir yağma faaliyeti sürdürülüyor. Türkiye’de Artvin dışında organize sanayi bölgesi (OSB) olmayan il yok. OSB’ler ilçelere kadar yaygınlaştırılmış durumda. Ve bunlar tarım havzalarının yağmalanmasının sonucunda oluşturulmuş. Buralarda kamu tarafından çalışma koşullarının, emek ilişkilerinin denetimi dahi sözkonusu değil. Yapılan denetimler de işverenlerle işbirliği içinde gerçekleşen birer seramoni. İşçilerin ya da bölge halkının taleplerini dikkatine alan bir kamu denetçiliği de sözkonusu değil. Dolayısıyla herhangi bir kuralın olmadığı, kolluğun ve yerel bazı güçlerin (tarikatların, sendikaların, partilerin, mayfaların) da sürecin parçası olduğu bir yağma ve talan sürecinden söz ediyoruz.
Özellikle 2015-2020 arasında, bırakın “kömürden çıkış”ı, Soma-İzmir hattında ve başka bölgelerde yeni devasa kömür işletmeleri açıldı. Özyeğin, Koç, Fernaz, Batı Anadolu, Colin gibi büyük şirketler tarafından. Bir taraftan da kömür madenciliğinde nitelikli madenciliğe (Altın, Gümüş, Nikel) geçiş yaşanıyor. Maden işkolunda resmi olarak çalışan sayısı -taşımacılık, enerji gibi başka iş kolları ile bağlantılı madencilik- 210 bini aştı. 2015’te 150 bin civarında iken, bugüne kadar 60 bin yeni işçi katıldı maden sektörüne. Ve ağırlıklı olarak altın, gümüş, bakır, Çine Milas havzasında slikosisli felpast, kuars gibi madenlerde hızlı bir ruhsat verme süreci gelişti. 2015-2020 arasında 3987 maden ruhsat ihalesi yapıldı ve bunlardan 1148’i ruhsata dönüştü. Sadece 2020 yılında ihaleye çıkartılan 2114 maden sahasının 901 adedi için ruhsat düzenlendi. Yani Türkiye’de 7 milyon 709 bin hektarlık bir alan maden sahası.
Bu maden furyasının en temelinde elbette Türkiye kapitalizminin uluslararası işbölümüne bağlı olarak sıfır sermaye ile doğanın metalaştırılması yoluyla üretime hız kazandırmasıdır. Örneğin İliç’te devasa bir sahada altın madenciliği yapan Anagold şirketi var. Koca bir dağ silsilesini çökerten ve oldukça teknolojik araçlarla bu işi yapan bir süreç yaşanıyor. Ve burada İyi Partili iki onurlu çevre mücadelecisi dışında, bütün kasaba satın alınmış durumda. Şirket, ücret politikası ile işçileri susturuyor, sendika zaten satın alınmış bir unsur, o da bir bastırma aracı olarak işlev görüyor, yerel siyasal patronaj şirketten küçük de olsa bir pay alması karşılığında toplumun susturulmasında rol oynuyor ve koca bir havza şirkete peşkeş çekilmiş oluyor.
Biz burada sendikal pratik olarak çevre/ekoloji merkezli doğanın metalaştırılması pratiklerine önsel olarak itiraz ediyor, tutum alıyoruz. Ücret sendikacılığı yapmıyoruz, işçiler buna ne der/demez kaygısı gütmüyoruz. İşçilere bunu anlatmak gayretinde olmalıyız. Bu faaliyetlerin doğal, toplumsal yaşamda üç-beş yıl sonra nasıl bir durum/tahribat yaratacağını anlatarak. Fakat bu politik bir konu. Sendikal sınırları, demokratik kitle örgütü sınırlarını da aşan bir politik programlar gerektiren bir konu. Fakat politik program, politik hedef denildiği zaman da şu an süren örgütlenme çabalarını, mücadeleleri küçümseyen, görmezden gelen, onun merkezcil önemini hafifseyen bir yerden söylemiyorum. Bu ihtiyatla konuşuyorum.
Ama sonuçta uluslararası işbölümü ile merkezi bir şekilde Türkiye kapitalizminin de ihtiyaçlarına göre planlanan ve gelişen bir metalaştırılma saldırısı sözkonusu ve buna karşı da toplumsal siyasal düzlemde bir mücadele ve örgütlenme gerekir. Karşımızdaki güçler, özellikle maden ve enerji sektöründe, tehlikeli gruplar. Kimin hangi maden sahasını alacağı, kimin nerede taşeron olacağına kadar birçok konuda mafya gruplarının da dahil olduğu ilişki mekanizması karar veriyor. Devletin resmi nizamı içerisinde olan sendikaların yönetimlerinin belirlenmesi ve bu maden ruhsatlarının dağıtılması süreçleri Korkut Eken ve Mehmet Ağar’ın olduğu ekibin fonksiyonları var. Dolayısıyla bunların karşısına ekolojik nedenlerle emeğin hakları nedeniyle yapılan itirazlara da resmi ve gayri resmi saldırı mekanizmaları, susturma, caydırma vb. mekanizmaları devreye sokuluyor. Satın alma yöntemi, tehditle telkinle susturma yöntemleri devreye giriyor. Bu güçlükleri, bu tehlikeli yapıları aşacak olan şey, her bir noktadaki mücadelenin birliğini sağlayacak bir politik ufkun, programın ortaya çıkması lazım.
Elbette bu da ha deyince ortaya çıkacak bir şey değil. Bundan on yıl önceki çevre/ekoloji mücadeleleri ile şu anki mücadeleleri karşılaştırdığımızda ciddi bir ilerleme olduğunu görüyoruz. Çünkü bugün burada konuştuğumuz konular bu on yılın birikimi sonucunda geldiğimiz noktayı gösteriyor.
“Kömürden çıkış” tartışmasında, bu ‘çıkış’ın yalan olduğunu, Türkiye’de bu OSB’lerin enerji ihtiyacına dönük içerde bir planlama olduğunun altını çizmek gerekir. Koç ve Fernaz şirketleri, Soma’da halihazırdaki yerlerinin yanına yeni kömür sahaları açtılar. Özyeğin grubu, Çinlilerle ortak yeni bir işletme açtı. Bu yeni madencilik furyasının eskisinden de bazı farkları var. Örneğin Soma katliamından önce yeraltı maden işçiliğinde “klasik ayak” diye ifade edilen kazma kürekle çalışıldığı bir üretim sözkonusu iken artık yüksek teknoloji girdileri sözkonusu. Devasa hiltilerin, monorayların, makinelerin kömür üretiminde kullanıldığını görüyoruz. Bu makineleşmeye bağlı olarak, normalde işçi sayısının düşmesi gerekirken tersi bir şekilde işçi sayısının da arttığı bir süreç yaşanıyor. Bu yeni üretim teknolojilerinin işçilerin ciğerlerini parçaladığını görüyoruz ve bu çok yaygın. Çünkü kazma kürekle yapılan çalışmaya göre bu devasa hiltilerin, monorayların çıkardığı tozlaşma korkunç düzeyde yüksek gerçekleşiyor. Yani üretimdeki makineleşme, üretim oranları arttırırken işçinin soluduğu havadaki kömür tozu, kimyasal toz oranını da yüzlerce onbinlerce kat arttırıyor. Bu durum, birkaç yıllık çalışma sonucunda çok sayıda genç işçinin ciğerleri tüketiyor.
Biz Sağlık Bakanlığı Soma Hastanesinden Celal Bayar Hastenesinden Dokuz Eylül Araştırma Hastenesine kadar, bütün çabalarımıza rağmen akciğer ve diğer hastalıklarla ilgili verileri açıklamaları talebimize karşılık bulamadık. Yani bu havzalardaki sağlık verileri saklanıyor. Bu nedenle bu meslek hastalıkları ne düzeyde yaşanıyor, net olarak tespit edemiyoruz. Bu işkollarında da işverenler, kendi belirledikleri sendikalarla çalışıyorlar ve bu sendikalara da işverenlerin doğrudan temsilcileri katılıyorlar. Maden işkolundaki en büyük sendika olan Türkiye Maden İş sendikası, özelleştirme süreci öncesinde kamuda örgütlü bir sendika ve özelleştirmeye karşı direnişleri de olan bir sendika ama özelleştirme süreci ile birlikte büyük maden şirketlerinin denetimine geçmiş bir sendika şu anda. Nurettin Akçul Ciner Holding’in Çayırhan İşletmesinin eski muhasebe müdürü iken -orada yapılan bir toplu işsözleşmesinde işveren adına imzası bulunan biri- silah zoruyla önce şube başkanı, 6 ay sonra da sendikanın genel başkanı yapılmış biri. Halen de sendikayı yönetmeye devam ediyor. Biraz önce bahsettiğim maden sektörünü yöneten ekip bunu böyle koordine etti.
Bu ilişki ağı, yerel rant dağıtım mekanizmalarıyla da -işçilerin üye olduğu oradaki yöre derneğiyle, tarikat bağlarını, mafya gruplarını da- tedarik, taşımacılık, küçük ihaleler üzerinden bir ittifak kuruyor. Buna karşı verilen bir çevre mücadelesinin, ya da hak arayışının karşısına resmi kolluk güçlerinin de dahil olduğu bir böylesi bir güç çıkıyor.
Organize sanayi bölgeleri ve maden havzaları kritik bir mesele, maden ve enerji havzalarındaki sıfır maliyetle sermaye üretimi Türkiye’deki egemen sınıfın, en verimli sermaye birikimi yaratma sahası. 1000 ton posadan 6 gram altın üretiyorlar İliç’te ve korkunç bir hızla ve büyük bir üretim var. Aynı şey Çanakkale’de Lapseki’de Nurol üretiyor. Fatsa’da, Balıkesir’de, Kütahya’da başka şirketler benzer üretimler yapıyorlar. Bu şirketler açısından bu sektörler mevcut koşullarda oldukça avantajlı, fark yaratıcı sermaye birikim alanı sağlıyor. Dolayısıyla bu işleyişi korumak için seferber olmuş, agresif bir devlet siyaseti ile karşı karşıyayız.
Bu sürecin elbette temel bir yönü de Anadolu’daki proleterleşme süreci. Tarım politikaları da bunun bir parçası. Ciddi bir proleter nüfus, yedek sanayi ordusu oluşmuş durumda. Büyük kentlere göç etmeyen insanlar küçük ölçekli sanayi havzaları, organize sanayi havzalarının etrafında birikiyor. Bu proleterleşme olgusu ve mülksüzleşme süreci, yoksulluk ve açlık korkusunu beraberinde getiriyor. Mevcut ekonomik krizle beraber açlık sorunu ilk kez bu ciddiyette gündeme geldi ve pandemi ile beraber derinleşti. Bu süreçte görünür olan bazı çelişkiler var. Bir taraftan Ünye’deki bir madene karşı verilen direniş ile Ünye OSB’de ve Fatsa OSB’deki işçilerin direnişi ve hak arayışı birbirinden uzak değil, bilakis iç içe aynı sınıf mücadelesinin farklı görünümleri olduğudur. Emeğin talanı ile doğanın metalaştırılmasını aynı erk, aynı ilişki ağı aracılığıyla gerçekleşiyor.
Bu proleterleşme olgusu, Anadolu’nun dört bir tarafında hem çevre mücadeleleri açısından hem hak mücadeleleri açısından bu proleterlerde yeni bir çelişki, huzursuzluk biçimleri açığa çıkarmış durumda. Bu çelişki şu: 1940’lı yıllardan beri Türkiye’de merkez sağ, milliyetçi, muhafazakar İslamcı siyasi oluşumlarla birlikte hareket etmiş olan bu yoksul emekçi kesimler çok büyük oranda bu artık proleterleştiler ve aç kaldıklarını, yoksullaştıklarını ve gözlerinin önünde köylerinin doğasını yağmalandığını aynı anda gözlemlediler. Ve bu arada dün kendilerinden biri olan bazı kişilerin, birlikte aynı camiye, aynı kahveye gittikleri birilerinin bu siyasi, tarikat, mafya ilişkileri sayesinde bu yıkım süreci içinde zenginleştiklerini gördüler. Kendi yoksullaşma süreçleri ile doğalarının metalaştırılmasının kaynağının tam da bu ilişkiler olduğunu gördüler. Bu yeni bir olgu. Yeni proleter emekçi halk gerçekliği. Bu durum karşısında da ilk kez devletlerinin -çünkü hak aramak için yasaya başvurduklarında- hukukun, devletin kendi karşılarında olduğunu gördüler. Ya da ilk önce devletin kolluk güçlerinin kendilerinin karşısına dikildiğini gördüler; hem çevre mücadelesinde hem emek mücadelesinde. Zaten diğer mekanizmalar, valilik, siyasi partiler vb. kendi hakkını almasını değil de bu hak talebini unutmaları için devreye girdiğini gördüler. Bu daha önceden istisnai bir durumken şimdi oldukça yaygın bir durum olarak yaşanıyor. Konya’da da Kütühya’da da, Erzincan’da da…
Bu toplumsal gelişmenin nasıl bir yerde toparlanacağı, ekolojik, sendikal mücadelelerle nasıl toparlanacağı önümüzdeki zamanın konusu. Ama her durumda bu yerel mücadelelerin önemini dışlayan söylem ve pratiklere düşmeden bu sürecin içinde yer almak gerekir. Bu yerel direnişler, çabalar, arayışlar olmadıkça merkezden söylenen siyasi program, söylemlerin çok karşılığının olmadığını, olmayacağını görmek lazım. Mesele bu hareketlerin havza düzeyinde, il düzeyinde deneyimlerin açığa çıkmasını beklemek, bunun için çabalamak. Ben gelişmelerin bu yöne doğru evrildiğini görüyorum, düşünüyorum. Zamanla da bunun gerçekleşeceğine de inanıyorum.
Soru-Cevap
Başaran Aksu: (Chat kısmında) Havza bazlı mücadele ne anlama geliyor, diye sorulmuş. İkinci olarak da kömür madenciliğinde makineleşmenin işçi sayısında artışa neden olmasına, makineleşmenin işçilerin sağlığını daha hızlı tüketmesi ile bağlantılandırıldı, bu biraz açılabilir mi?
TKİ ve TTK rödevans sözleşmelerle büyük şirketlere madenden çıkardıkları tüm taş toprak kömürü satın alma garantisi veriyor. Sektördeki şirketler, olabildiği kadar kısa sürede olabildiği kadar çok üretim yapabilmek için olabildiği kadar çok işçi ile çalışıyor. Yüksek tempolu bir doğanın metalaştırılması pratiğinde sermayenin hızının artttırılmasıdır bu, insan emeğinin katkısının da büyümesini getiriyor. Klasik ayaktan teknoloji girdili çalışmaya geçilince buradaki işçi sayısındaki artışın nedeni bu. 301 işçinin katlediği Soma Eynez ocağında daha çok klasik ayak üretim vardı. Orada işçilerin “hadi, hadi” ile daha çok kömür üretmeleri için baskı yapıldığı bir yerdi. Yeni işletmelerde daha büyük makinelerle daha geniş çaplı bir üretim sözkonusu. Günde bin ton üretilecekken 15-20 bin ton üretilmesi sözkonusu. Bu da işçi sayısını arttırıyor. Bir de özellikle yerüstü madenciliğine işaret etmek lazım. Şimdi “beşli çete” diye tabir edilen iktidarın etrafında kümelenen Cengiz, Kolin, Limak, Nurol, Güriş gibi şirketler de bu maden furyasının öncü güçleri olarak yer alıyor. İnşaat alanındaki iş makineleri, o yolları, barajları, tünelleri inşa etmede kullandıkları bütün araç, ekipmanları ile bu madenciliğe taşıyorlar.
Tablonun bütüne baktığımızda her yerde karşımıza çıkanın aşağı yukarı aynı özneler olduğunu görüyoruz. Yani kentte, kırda yaşam alanlarımızı tarumar edenler aynı zamanda geniş kitlelerin yoksullaşmasını sağlayan, emeği de tarumar edenler. Emek ile ekoloji hareketinin bütünlüğünün koşullarını sağlayan bu maddi gerçeklik. Mesela Çiftay Firması, Kazdağları’nda Kirazlı bölgesinde Alamos Gold için alanı kazıyan firmanın kurucu sahibinin, geçmişte Sivas’ın İmranlı’lı, Koçgiri İsyanının bastırılmasında devletle işbirliği yapmış Ziya Aydın’ın olması ve bu firmanın hem harfiyat, hem taşıma hem inşaat işleri yapan bir firma, mesela 800 işçi çalıştırıyor sadece İliç Altın Madeninde, Develi’de de bir o kadar işçisi var, Soma’da, Divriği’nde işletmeleri vat. Devlet mekanizması bu Çiftay Firmasının önünü açıyor. Aynı zamanda CHP belediyeleri bu firmanın sponsorluğunda Divriği’nde İmranlı’da festival organizasyonları yapıyor. Yani bu ilişkilerin bir yandan AKP, devlet önünü açarken, bu firmanın diğer taraftan da böyle bir ilişki ağı var. Bu ilişki ağı, yerellerdeki çevre hareketinin ya da emek hareketinin karşısındaki iktidar bloğunun çok daha geniş ve karmaşık olduğunu gösteriyor.
Havza ölçeğindeki örgütlenme de, tam da burada, Milas, Çine, Güllük, Bodrum, buralar bir aks sayılır, Karpuzlu’dan Milas’a doğru giderseniz, orda Eczacıbaşı’nın, Kaltun, Elsim’in, Sibelco’nun, tarihi Yapıları ve doğayı nasıl tahrip ettiğini görürsünüz. Nasıl bir üretim döngüsü olduğunu, artık taşıma işi yapan erkek emek gücünün de azaldığını, Milas’da çok sayıda kadın tır şöforün kömür taşıdığını da görüyorsunuz. Kömürcüoğlu Madencilik’te şu an bir direniş var, şöforler Nakliyat İş sendikasına üye oldu, diğer işçiler bizim sendikamıza üye, 300lü günleri geride bıraktı direniş. Bölgede köylülükle, tarımla, proleterleşme süreci çok iç içe, sınıf kimliği ve bilinci de çok yeni yeni oluşuyor, ama oluşmuş bir mafyacı siyasi yapılar bu insanları bu sisteme mahkum etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Esan Şirketi, Eczacıbaşı grubunun. Bu şirket bir yandan Labranda tarihi kenti kazılarına sponsor oluyor bir taraftan da hemen yanındaki, 100 metre ilerisindeki ormanlık dağ çökertiyor beyaz maden çıkarmak için yağmalıyor. Bunların teşhiri, ifşa pratikleri bu açıdan çok önemli.
Çünkü mevzuat düzeyinde bir sıkıntı yok. Ama bunlar uygulanmıyor. Çünkü, bizzat iş denetimci arkadaşların bize söyledikleri, 2018 Kasım ayından beri emir olduğu, hiçbir yerde hiçbir işletmede iş güvenliği işçi sağlığı denetimi yapılmayacağına dair. Vaka bazlı, kamuoyuna yansıyan bir durum olursa, onun denetimi yapılıyor, dolayısıyla buradaki sahtekarlığın teşhiri çok önemli. Sendikalar da bu durumlarla pek ilgilenmiyorlar. Bu mücadeleleri takip etmek, ortaklaştırmak gibi bir dertleri yok. Çünkü sendikal nizam, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) üzerinden, Koç holdingin bu alana kadrosal düzeyde çok yatırımı var, Türkiş’ten Disk’e Hakiş’e ve tabi İTUC-ETUC bağlantısıyla sermayenin işlerinin önünü açmak üzerine kurulu. Bu nedenle bu sendikaların da iki yüzlülüğünü teşhir etmek çok önemli.
Bu şirketlerden sendikalara kadar geniş bir kapsamı olan bu ağlara karşı havza düzeyinde, çiftçi sendikalarından “güzelleştirme derneklerine”, çevre derneğine, bu yıkım karşısında etik, ahlaki gerekçelerle tutum alanlara kadar herkesi birleştirebilecek yerel örgütler, mücadele merkezleri, birleşik davranışlar olmazsa, Çine’deki sınırlı bir mücadele Çine ölçeğinde kalıyor, Milas’taki oradaki köylünün sorunu olarak kalmış oluyor, dolaysııyla il bölge, havza düzeyinde sorunun bütün mağdurlarını birleştirmeden ve bu mücadelelerin doğal sözcülerinin, önderlerinin önünü açamadan ne emek yağmasına ne de doğanın metalaştırılmasına karşı kalıcı bir başarı elde edemeyiz. Mücadelelerin, hakikatlerin de zorlamasıyla ve çok sayıdaki yenilginin tecrübeleriyle bu bahsettiğim birlik zemini yönünde ilerlediğini düşünüyorum.