Bu yazı, 26-27 Haziran 2021 tarihlerinde çevrimiçi olarak düzenlenen Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’nun Madenciliğin Politik Ekonomisi başlıklı 1. oturumunda yapılan sunumun gözden geçirilmiş halidir. Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’ndaki oturumların tamamını izlemek için youtube’daki oynatma listesine ulaşabilirsiniz.
Diğer pek çok boyutuyla ele alınması gereken madenciliğin iklim krizi ile ilişkisi onun sistemin bütünü içindeki yerini anlamada çok önemli bir gösterge. Zira bugün iklim krizine değinmeden tasavvur edilemeyecek bir geleceği düşünürken diğer tüm başlıkların onunla ilişkisi kapitalizm açısından da belirleyici. İklim krizinin güncel görünümlerine dair sayısız veri ve iklim felaketi sıralanabilir. En basitinden 1850-1900 yılları arasındaki küresel yıllık sıcaklık ortalaması olan 13,8 °C’nin 2020’de 14,94 °C olarak ölçülerek 2020’yi en sıcak ikinci yıl yapması. Son birkaç yıllık ortalamalar 19. yüzyıl ortalarına göre artışın artık 1,1 °C’nin üzerinde olduğunu gösteriyor. Dünya Meteoroloji Örgütü, o meşhur 1,5 derece eşiğinin 2025’te, yani 4 yıl sonra, aşılma olasılığının %40 olduğunu söylüyor. Normalde 2022’de yayınlanması beklenen ama erken bir şekilde sızdırılan IPCC 6. değerlendirme raporu taslağına göre karbon salımlarını ne hızla azaltırsak azaltalım, bazı eşik noktaları her halükârda aşılarak birbirini tetikleyecek ve gıda, göç, su, biyoçeşitlilik krizleri önceki hesaplamalara göre çok daha erken yaşanacak.
Tabi bir de buralardaki durum var. Geçenlerdeki habere göre meclisteki “iklim değişikliği ve kuraklıkla mücadele komisyonu” küresel ısınmayı maden şirketlerinden öğrenmeyi tercih etmiş. Sektör temsilcileri sunumlarında 79 yıl yaşayan bir insanın ömründe 797 ton maden kullandığını anlatmış. Yani, olmasaydık olmazdınız demişler bize. Ve iklim değişikliğinin de Güneş’in radyasyonundaki değişiklikten kaynaklandığını iddia etmişler.
OECD’nin Küresel Kaynak Görünümü raporunda GSYİH’nin 2060’ta üç katına çıktığı ‘olağan seyir’ senaryosunda verimlilik ve geri dönüşümdeki ciddi sıçramalara rağmen küresel ekonominin mineral, metal, fosil yakıt ve biyokütle kullanımı büyük ölçüde artacak. Öyle ki bu senaryoda 2011’den 2060’a yıllık topraktan çıkarılan kaynak miktarı 79 milyar tondan 167 milyar tona çıkacak. Bu artışta fosil yakıtlar 14’ten 24 milyar tona, metaller 8’den 20 milyar tona, mineraller 37’den 87 milyar tona ve biyokütle 20’den 37 milyar tona yükselecek.
Kapitalizmin Krizi ve Madenciliğin Yükselişi
Madenciliğin iklim kriziyle nasıl bir ilişkisi var? Madencilik faaliyetinin kendisi elbette enerji yoğun bir faaliyet; yani arama, kazma, çıkarma, taşıma, vb. her aşamasında sera gazı salımı açısından iklim krizine doğrudan bir etkisi var. Dahası madenlerin açıldığı ekosistemlerdeki tahribat oranın karbon depolama kapasitesini azaltıyor. Elbette bu doğrudan salım ve depolama kaybı etkilerinin diğer sektörlere oranla ne büyüklükte bir etki olduğu ayrı bir tartışma konusu, yani bir kazanç-kayıp dengesine bakılabilir. Sonuçta, bu sera gazı emisyonları ile iklim krizinin sebeplerinden olma ilişkisi ilk mesele.
Ancak bunun dışında son yıllarda bir de iklim krizine çözüm olma boyutu öne çıkarılıyor. Yani o kayıp-kazanç dengesindeki kazanç olma faktörü. Nasıl? Enerji ve altyapı dönüşümüyle. Yani fosil yakıtların kullanımını azaltmak için yenilenebilir enerji sistemleri kurmalıyız, e bunun için de fotovoltaik panel yapmalıyız, rüzgar türbini pervanesi yapmalıyız, bunlar için kablolar, akıllı şebekeler yapmalıyız, bu elektrikle çalışan ulaşım araçları yapmalıyız. Bunların hepsi için belirli mineraller gerekiyor. Artan talep için de daha fazla madencilik gerekiyor. Örneğin, silisyum madeni ile yapılan güneş panelleri bir termik santralin kapanmasına yol açıyorsa burada madenciliğin ilk bakışta iklim krizini önlediği bile iddia edilebilir.
Peki bu dönüşümde kazanç ağır basıyor mu? Aslında bütün tartışma işte buradaki kazancın nasıl ve kimin için tanımlandığından ibaret.
Son dönemdeki iklim hareketi bilimsel bir gerçeklikle önümüze gelen zaman kısıtlarına bakarak her şeyin önüne bu sıcaklık eşiklerinin yakalanmasını koyan bir hatta ilerledi ağırlıkla. Enerji geçişini merkeze koyan ‘iklim endişelileri’, bazen sermayenin de desteğini arkalarına alarak bir tür felaket tellallığı da yapıyorlar. Bunların karşısında da tabi kapitalizmin bu aşamaya gelmesini sağlayan fosil yakıt endüstrisinin dinozorları var. Yani bir bakıma doomerlarla boomerlar arasında kaldık…
Salgın dünya ekonomisini küçülttü. İklim krizinin etkileri de yine sermaye maliyetlerini artırıyor. Ama aslında tüm dünyada salgından önce başlayan bir ekonomik kriz vardı. Salgın ve iklim krizi, kısa vadede böyle bir zarar veriyor görünse de sistemdeki 2008’den bu yana süren uzun bunalımı aşmada gereken yapısal değişiklikler için nihayet zorunlu da olsa bir yol göstererek kapitalistlere iki kullanışlı araç oldu. Ekstraktivizmin dünyada bugünkü yükselişini doğrudan bu ekonomik krize bağlayabiliriz bu nedenle. Krizle birlikte emek gücü, çıkarma maliyetleri, toplumsal direnişlerin neden olduğu gecikme maliyetleri ve diğer sosyal maliyetler ucuzluyor. Böylece tıkanan sermaye birikimi için yeni sömürü alanları ortaya çıkıyor. Bu yaklaşım iklim krizi bağlamında bize küçülme ve yeşil anlaşmalar tartışması için de bir zemin sunuyor.
Örneğin ABD’de bir maden şirketi temsilcisi şöyle diyor: “Eğer yeşil yeni anlaşma geçerse bankalar bizim için bir reset çekecek ve yolumuz tekrar açılacak.” Ali Rıza Hoca’nın ilk oturumdaki sunumunda bahsettiği mesele. Maden şirketleri özellikle kendilerini “siyahtan yeşile geçiş devriminin” başrol oyuncuları olarak görüyorlar.
Madenin ne için kullanıldığı onun çıkarılmasındaki çevresel ve toplumsal zararları değiştirmiyor elbette. Madencilik teknolojileri gelişiyor ve giderek daha az iş cinayeti yaşanıyor, enerji daha verimli kullanılıyor ama özellikle emperyalistlere bağımlı mali-ekonomik sömürge olan ülkelerde madencilik bu standartlarda işlemiyor. Ve tabi madencilik sadece oralarda değil, G7, Çin ve Rusya’da da bir yükseliş yaşıyor. Keza altın, petrol ve diğer geleneksel metal ve minerallerin madenciliği de ekonomilerin toparlanması için bir fırsat olarak görülüyor ancak bunların madenciliğini olağan ‘büyüme’ seyrinde olarak düşünebiliriz.
Enerji geçişi için öncülük ederek dünyaya erdem satmaya çalışan AB için iklim krizi meselesine bakalım. Sorun önce evde azaltım için sera gazı kaynağı üretim süreçlerinin dışarı transferi şeklindeydi. Ancak bunun bir aldatmaca olduğu ortaya çıktıkça tedarik zincirleri boyunca olan bitene de bakan düzenlemeler getirildi. Sadece sera gazı salımı açısından da değil, insan hakları, ayrımcılık, vb. açısından da. Adil meta zincirleri dendi buna. Örneğin en son kabul edilen Avrupa Yeşil Mutabakatı’nda 2023’ten itibaren sınırda karbon vergisi uygulaması olacak. AB, ticaret yaptığı tüm taraflara kendi standartlarını dayatıyor, tabi kabul ederseniz bunu iklimi kurtarma adına yapıyor.
Başta gayet emekçilerin lehine görünen bu takip aslında üretim sürecinin yeşillenmesi adı altında AB’nin mali gücü ve tek alıcı konumu nedeniyle yeni bir tür bağımlılık ilişkisinin gelişmesini getiriyor. Yani yeşil fonlarla borçlandırarak yeşil teknolojilerin zorunlu tutulması. Tabi büyüyen bir küresel ekonomide bu kirli teknolojilerin yerine geçme değil, bir üstüne eklenme şeklinde oluyor.
‘Yeşil’ Geçişte Hangi Madenler
Dünyadaki doğal kaynak kullanımı 1970’ten bu yana 3 katın üzerinde artmış ve artmaya da devam ediyor. Uluslararası Kaynak Paneli’ne göre biyoçeşitlilik kaybının ve su stresinin yüzde 90’ı kaynak çıkarımından ve işlenmesinden kaynaklı. Yine bu faaliyetler sera gazı salımlarının da yaklaşık yarısına neden oluyor. Yani madencilik böyle devasa etkileri olan bir sektör.
Uluslararası Enerji Ajansı’nın geçtiğimiz ay çıkan son raporu 1,5 derece eşiği için 2021’den sonra hiçbir yeni fosil yakıt çıkarma faaliyetinin olmaması gerektiğini belirtiyordu. Buna göre örneğin Paris Anlaşması hedeflerine uyulması için önümüzdeki 20 yılda, bakır ve nadir toprak elementlerinde, temiz enerji teknolojilerinin toplam talepteki payı yüzde 40’a yükselecek. Bu nikel ve kobalt için yüzde 60-70, lityum için ise yüzde 90.
Bunun nedeni şu: Örneğin tipik bir elektrikli araba, konvansiyonel arabaya göre 6 kat daha fazla mineral içeriyor, bir rüzgar santrali aynı güçteki doğalgaz santraline göre 9 kat fazla mineral gerektiriyor. Yani bu bahsedilen kritik minerallerin kullanımının yıllık büyüme hızı %3 olsa bunların madenciliği her 25 yılda kendini ikiye katlıyor.
Tüm bu enerji ve altyapı geçişi için artan madencilik şu 4 ana başlık için gerekiyor esasen: güneş ve rüzgar enerjisi, elektrikli araçlar ve enerji depolama. Hazır değinmişken minerallerin adlarına, hızlıca diğerlerini de sayayım.
Örneğin güneş panelleri için Boksit, Alumina, Kadmiyum, Bakır, Galyum, Germanyum, İndiyum, Kurşun, Nikel, Selenyum, Silisyum (silikon), Gümüş, Tellür, Kalay ve Çinko. Rüzgar türbinleri için yine Boksit, Alümina, Krom, Kobalt, Bakır, Demir, Kurşun, Manganez, Molibdenum, Çinko ve nadir toprak elementleri. Elektrikli araç ve bataryalar için yine Boksit, Alümina, Kobalt, Bakır, Grafit, Demir, Kurşun, Lityum, Manganez, Nikel, Silisyum, Titanyum ve nadir toprak elementleri.
Nadir toprak elementleri denen elementler 17 adet. Genelde yer kabuğunda birlikte bulunuyorlar. Bunlardan Disprosyum, Neodimiyum ve Praseodimiyum özellikle rüzgar türbini, batarya ve elektrikli araçlardaki güçlü mıknatısları üretmek için kritik önemde.
Demir, alüminyum ve bakır gibi geleneksel sanayide yoğun kullanılan metaller için görece az kayıp ve belli bir düzeyde geri dönüşüm varken bu yeni temiz teknolojilerin gerektirdiği minerallerde bunlar geçerli değil. Geri dönüşümün az olması bu minerallerin madenciliğinin talebi karşılamak için özellikle hızlanması anlamına geliyor.
Bu 4 başlık için gereken bahsettiğimiz mineraller çoğunlukla kırılgan ülkelerde bulunuyor. Buradaki kırılganlık, BM’nin tanımladığı ekonomi, iç politika, demografik baskılar, göçmenler, dış müdahaleler gibi 12 indikatöre göre belirlenen bir ölçüt. Buna göre Latin Amerika, Sahraaltı Afrikası ve Güneydoğu Asya bu açıdan kırılgan bölgeler. Elbette Çin, ABD ve Avustralya da bu mimerallerin bazıları açısından zengin rezervler barındırıyor ama çevresel ihtilaflar buralarda kırılgan bölgelere göre daha az.
Türkiye örneğin en son Aralık 2020’de Eskişehir’deki Eti Maden tesislerinde lityum karbonat üretimine başladı. Daha önce uygun teknoloji olmadığı için bor yataklarındaki lityum değerlendirilemiyordu. Şimdi ise bu lityum karbonat bordan çıkan atık sudan elde edilecek imiş. Buna göre yıllık 10 tonla başlayıp 600 tona kadar bir lityum üretimiyle Türkiye’nin ihtiyacının yarısı buradan karşılanacakmış. Yerli ve milli otomobil TOGG’un bataryaları için yine Ekim 2020’de Çinli Farasis şirketi ile anlaşılmıştı. Bu şirket Türkiye’de bir lityum-iyon batarya fabrikası kuracak.
Yeşil Yeni Anlaşma ve Küçülmede Yaklaşımlar
Şimdi iklim krizi, enerji geçişi, kritik minerallerin madenciliği ilişkisini kurduktan sonra Yeşil Yeni Anlaşmaların ve küçülme ekolünün meseleyi nasıl ele aldığı üzerinde duracağım biraz. Elbette her ülkede farklı içeriklerde Yeşil Anlaşmalar geliştiriliyor, kimisi daha soldan, hatta ekososyalist içerikle radikal değişimler öngörüyor, kimisi ise tipik yeşil kapitalizm örneği olarak yeni yeşil metalar ortaya koyuyor sadece. Keza küçülme ekolünde de meseleyi daha sistemsel bir değişiklikle ele alanlar olduğu gibi önceki kuşakta daha fazla olan, kapitalizm içinde küçülme mümkün mü diye tartışanlar da var. İklim krizine, ekolojik çöküşe çözüm olarak sunulan bu her iki geniş kampın örtüşen yanları olmakla birlikte küçülme ekolü sıklıkla zorunlu kemer sıkma ile Yeşil Anlaşmalar ise kalkınmacılıkla itham ediliyor.
Şu an için ABD ve AB’nin hakim tartışması olan Yeşil Anlaşmalar esasen sera gazı salımlarını büyük oranda azaltmak için gereken kapsamlı enerji ve altyapı hamlesini, içeride artan işsizliğe karşı bir istihdam hamlesi olarak görüyor. Son dönemde devletin sunduğu trilyon dolarlık salgın paketleriyle de yinelenen neoliberalizmin sonu mu geldi tartışmaları, işte bu Yeşil Anlaşmaların neo-Keynesçi olduğu, yani devletin bir ekonomik aktör olarak talebi artıracak şekilde yeniden devreye girdiği tartışmalarıyla örtüşüyor. Ama bu tartışmaya zamanımız olmayacak.
Elbette bu yollar çok engebeli. Mesela ABD daha bu hafta Çin’in Sincan bölgesinde faaliyet gösteren 5 şirkete ekonomik kısıtlamalar getirdi. Bunlar oradaki fotovoltaik panel fabrikaları olan şirketler. Yani bir yandan güneş enerjisine hızlı geçiş, ama diğer yandan ana üreticiye yaptırım. Emperyalist çıkarlar neyi gerektiriyorsa önce o yönde adım atılıyor. NATO, Çin’i baş düşman ilan ettikten sonra hem bu tür çelişkiler hem de artacak silahlanma ile Yeşil Anlaşmalardan beklentiler daha da düştü denilebilir. Tabi şu an açık ara en çok sera gazı salımı yapan ülke olan Çin, ihracata yönelik meta üretiminden iç piyasaya yönelik üretime yöneldi son dönemde. Bu başlı başına küresel salımları azaltmada en büyük adımken kimse bundan Yeşil Anlaşma vs. diye bahsetmiyor tabi ki. Çin artık dış piyasada doğrudan sermaye yatırımcısı olarak da varlığını hissettirdiğinden ABD-AB emperyalistlerinin pazar rekabetinde Çin’e karşı daha sert adımlar atmasına neden oluyor.
Şu ana kadar tartışma konusu olan Yeşil Anlaşmalar’ı savunanlar yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçerken ortaya çıkacak bu madencilik furyasına karşı cılız sesler dışında pek fazla itiraz geliştirmiyorlar. Elleri mahkum. Örneğin Tesla’nın sahibi Elon Musk, Bolivya’daki lityum madenleri için “nerede istersek orada darbe yaparız” derken Ocasio-Cortez ve Sanders gibi isimlerden güçlü bir ses çıkmadı. Yeşil Anlaşmacıların ana derdi bu işin finansmanı, ve bunun için de en ilerisinden önerileri servet vergileri.
Yeniden dağıtımcı bu tür planların göremediği kapitalizmin içine düştüğü krizin herhangi bir vergi reformu için dahi esneyecek mecalinin kalmaması, bunu kazanmak için bile sınıf mücadelesinin şiddetlenmesi gerekliliği. Ancak bir kez bunu kazanacak noktaya geldiğinde işçi sınıfı neden her şeyi almak varken azına razı olmalı?
ABD’de başkanlık seçimlerinde bile belli düzeyde bir etkisi olan Sunrise Hareketi örneğin, İlerici Enternasyonal’in de bir parçası. Ve burada radikal küresel bir Yeşil Yeni Anlaşma’nın çağrısını yapıyor. Biden üzerinde yeterince baskı kurarsak iklim yasalarını çıkartırız, salımları düşürtmeyi başarırız diye düşünüyorlar. Biden da o sihirli istihdam sözüyle yenilenebilir enerji ve altyapısı için trilyonlarca dolarlık görülmemiş paketler açıklıyor. Ama ertesi gün bir bakıyoruz ABD ordusu, geçelim artık ABD kamuoyu için görünmezleştirilen dünyanın dört bir yanında sürdürdüğü savaşları, okyanusun ortasında dev bombalar patlatıyor, tek seferde dev bir katliam yapıyor. E nerede kaldı iklim krizine çözüm?
Küresel çapta Yeşil Yeni Anlaşmalar’ın içinde belirtilen iklim adaleti ve eşitsiz ekolojik değişimin tazminatı gibi ilkeler de mevcut. Ama geri bırakılmış ve ekolojik yıkımı en ağır yaşayan ülkelere sağlanması için Biden üzerinde nasıl bir baskı oluşturuluyor? İşte, gücünü yalnızca kitlesellikten ve demokratik baskıdan alan bu tarz hareketler burada tıkanıyor. Evet, kitlesellik bir siyasi güç olma açısından çok kritik ama bu kitlesellik hangi sınıf uzlaşmalarıyla ya da neleri talepler manzumesi içinde geri sıralarda bırakarak sağlanıyor? Peki ya iklim krizine, yani siyasi anlamıyla emperyalizme karşı emperyalist ülkelerdeki proletaryanın, gerçek ittifak ilişkileri olarak dünya ezilenleriyle olan bağı nasıl sağlanacak? Pratik dayanışma ve eylemler için iletişim kanalları tarihte hiç olmadığı kadar gelişkin. Emperyalist ülkelerdeki ekolojistlerin mücadelede bu yeni ekstraktivizm dalgasını durdurmak için ikili görevi dengeli şekilde yürütmeleri en kritik olan şey.
Geçtiğimiz haftalarda Avrupa Parlamentosu ilk defa AB’nin tüketimini azaltmaktan bahsettiler. Vekiller 2030’a kadar kaynak kullanımının azaltılması ve 2050’de gezegen sınırlarıyla uyumlu hale getirilmesine onay verdiler. Bu küçülmeciler tarafından yeni madencilik furyasını yavaşlatmak açısından olumlu bir adım olarak görüldü. İlk kez en yüksek makamdan küçülmeden bahsedilmişti.
Önce küçülme nedir biraz ondan bahsedeyim kavrama aşina olmayanlar için. Yunan akademisyen ve bu ekolün en bilinen isimlerinden Kallis’e göre küçülme makro düzeyde ekonomik ve politik işleyişin değişmesi ama mikro düzeyde de kişisel değer ve arzuların değişmesine yönelik bir yaklaşım. Yani ilk akla geldiği itibariyle sadece toplumsal üretimin, kaynak kullanımının, insanın doğaya müdahalesinin küçültülmesi demek değil; bunlarla birlikte bunları yapmak için gereken ideolojik dönüşüme dair de bir şeyler söylüyor kişisel değerlerden bahsederken, ki sanırım bu kavramın son dönemde popülerliği bence daha çok bu ikinci sebepten.
Zira kavram meşhur 1972 Büyümenin Sınırları raporundan bu yana tartışılsa da daha çok teknik anlamda materyal ve sera gazı salımları küçülürken ekonomi büyümeye devam edebilir mi, yani bunlar arasında bir ayrışma (decoupling) mümkün mü üzerinden, yani kapitalizmde küçülme mümkün mü üzerinden yapılmıştı.
Son 10 yıldaki küçülmecilere göre mesele gezegenin taşıma kapasitesi değil, doğaya mevcut el koyma biçimi. Yani büyümeye bir sınır konulacaksa bu, gezegendeki kaynak sınırı değil; politik bir sınır olmalı.
Ayrışmanın mümkün olmadığı, bunca teknolojik gelişmeye rağmen meydana gelmediği, bunun da üretim sürecindeki artan verimliliğe rağmen pompalanmış tüketim ve toplumun örgütlenme biçiminin buna izin vermemesinden kaynaklandığı görüldü. Yani küçülmecilerin büyük kısmı artık tartışmalarını kapitalizmin aşılması düzlemine taşıdılar.
Tabi bunun nasılına dair cevaplarındaki yetersizlik sürmekle beraber yaşamdaki değer, anlam, arzular üzerine söylemleri kimi insanları cezbediyor. Bu bir yandan soldaki üretimci, kalkınmacı anlayışlara da bir eleştiri getirdiğinden aslında ekolojik çöküş koşullarında ellerini güçlendiriyor.
Bu yaklaşım ekstraktivizmi bir tür büyüme modeli, iktidar ilişkilerinin bir parçası olarak görüyor. Alternatif toplum modelleri, müştereklerin artması, nowtopia dedikleri bugünden somut ütopyalar kurulmasını salık veriyor. Onların bocalaması elbette toplumsal mülkiyet ilişkilerinin nasıl el değiştireceği sorusunu böyle muğlak cevaplar vermelerinden kaynaklanıyor. Küçülme zaten tahayyül olarak post-ekstraktivist bir yaklaşımdır diyorlar. Yaşamın üretim ve yeniden üretim alanlarının baştan kurgulanması olarak görüyorlar. Böylelikle enerji geçişi gerekliliğinde önceliği geçişten çok enerji talebinin niceliksel azaltımasına veriyorlar.
Daha yerel ve ulusala odaklanıyor; ama dünya pazarı ve emperyalist ilişkiler de dönüşmeli sorusuna, bugün üretimin küresel düzeyde örgütleniyor oluşuyla zaten emperyalist merkezlerdeki küçülmenin tüm kürenin hayrına olacağı cevabını veriyorlar. Yani küresel eşitsizliklere kör, yekpare bir küçülmeden bahsetmiyor kimse, ama güç ve hegemonya ilişkilerine dair pek bir şey söylemiyorlar. Yine küçülme yaklaşımı tüm sektörlerde bir küçülmeden bahsetmiyor, örneğin bakım emeği, sağlık, eğitim gibi alanlarındaki büyümeden bahsediyorlar. Daha sade ve anlamlı bir yaşam, işte daha az meta ihtiyacına ideolojik vurgu burada devreye giriyor.
AB’nin ilk kez küçülmeden bahsetmesi aslında eğer buna uygun koşullar varsa hakim mâli sermayenin buna yol verebileceğinin işareti. Ancak AB tarihsel sorumluluklarıyla ilgili bir şey söylemiyor. Sera gazı salımlarını evet yetersiz de olsa hızlı bir şekilde azaltacak ama iklim krizinin etkileri tüm kürede devam edecek. Bu, AB’nin tarihsel sorumlulukları nedeniyle de olacak. İşte burada AB’nin tutumu finansallaşma üzerinden yeni bağımlılık ilişkileri kurmak, yeşil emperyalizm üretmek oluyor.
Devrimsiz Geçiş Madenciliği-İklim Krizini Durdurur mu?
Batılı emperyalistlerin sahte kurtarıcı rolü ve ahlaki üstünlük konumlarını, mevcut eşitsizliklerin tarihsel kökenleriyle birlikte teşhir etmek bu nedenle önemli. AB enerji ve kaynak kullanımında küçülmeyi öngörüyor, daha doğrusu verimliliğini artırıyor ama sınır polisi Frontex kuruyor, Afrika’ya yeşil duvar örüyor, mali sermaye gücünü kullanarak ülkeleri bağlıyor, kendi içinde sistematik ırkçılık sürüyor, köprü yakıtı olarak ilan ettiği doğalgaz projelerine EastMed’de olduğu gibi halen fon aktarıyor.
Peki, iklim krizini madem durduramıyoruz, etkileriyle başa çıkmaya çalışacağız, ama bir yandan da hızla yavaşlatmazsak her şey için çok geç olacaksa tüm bu bahsedilenler üzerine “adil bir geçiş” nasıl olacak? Yani kirletici sektörlerdeki işçilerin işsiz kalmasının önüne geçmenin ötesine geçmeyen bir adillik anlayışı yeterli midir? Enerji ve altyapı dönüşümündeki kaynak kullanımı hesaba katılmazsa bu geçiş dünyanın bazı bölgelerinde kurban edilmiş bölgeleri varsaymak anlamına gelecektir. Gezegeni kurtarma bahanesiyle sermaye için daha fazla kurban.
Küresel bir moratoryuma ihtiyaç var. Özellikle inşaat, havacılık, elektronik ve silah sanayindeki tüm minerallerin yeniden kullanımını üretim süreçlerinde düzenlemeye ve mevcut kullanımdakilerin geri dönüşümü için bu alandaki şirketlere getirilecek ek vergiye ihtiyaç var. Uzun bir talepler listesine de gerek yok. Temel toplumsal ihtiyaçlar temelinde demokratik merkezi planlı bir ekonomi bunları içerecektir. Ancak bugün böyle bir demokrasi istiyorsak devrimci olmaktan başka yol yok, ara yol kalmadı.
Müsilaja dönüşmüş burjuva siyaset kronikleşen ve içinden çıkılamaz hale gelen eşitsizliği yönetemiyor. Kimi bölgelerde daha keskin olsa da aslında tüm dünyada kopacak bir fırtınanın beklentisi var, 2019 isyanları salgına kadar bunun bir habercisi gibiydi. Baskılar arttıkça saflar netleşiyor, adeta bir savaşa hazırlanıyor taraflar, dünya güçleri. Ve Yeşil Yeni Anlaşma ve küçülme tartışmaları şu an için bu fırtına öncesi sessizlikte bir tampon bölge rolü oynuyor, safların kimi noktalarda bir araya geldiği alanlar sunuyor ama herkes sorunun böyle çözülmeyeceğinin de farkında.
Herkes bir geçişten bahsediyor, biz ise bu maden furyasına karşı bir kopuştan bahsetmeliyiz. Yaşamı dönüştürmek için gereken geçiş dönemi aslında mantıken mevcut üretim ilişkilerinden, yani kapitalizmden bağımsız tartışılabilir. Kapitalizmden bağımsız bir küçülme ya da Yeşil Anlaşmayla dönüşüm, ya ayrışma temelinde ekonomik büyümeyle, teknolojik bir iyimserlik taşıyor, eko-modernist bir bakış açısıyla tekno-fiks denilen çözümler arıyor, ya da krizin gerektirdiği çaptan uzak, utangaç mütevazı bir alternatif öneriyor.
Öte yandan yine de bu tartışmalar bizim kapitalizmin egemenliğine son verme sürecimizde içinden kullanışlı araçlar çıkaracağımız, geçmiş deneyimleri bugünkü toplumsal şekillenişle harmanlayan, bize geleceğimizi planlamada bazı ipuçları veren tartışmalar. O yüzden bir gözümüz buralarda olmalı. Yani bir açıdan böyle bir amaçla olmalı, diğer açıdan da bu tartışmaların ideolojik muğlaklığı ile düzeniçi dönüşümlere ehven-i şer olarak rıza gösterecek kitleleri hem teoride ama esas olarak da eylemde saflaştırmak için olmalı.
İklim krizi tartışmasını sadece sera gazı miktarı, ısınma eşikleri olarak görmeyen aksine bir bütün olarak ekonominin, ekolojinin bütün meseleleriyle ilgili toplumsal bir olgu olarak gören, bilimsel verileri politik mücadeleye tercüme eden bir bakış açısı doğru mücadeleyi örgütleyecektir. Ve bu doğru mücadeleyi yürüten hareket, merkezinde ilgili sektörlerin emekçilerini ve onların öncü örgütlerini barındıran bir hareket olacaktır. Bugün bu şekilleniş dünyada da Türkiye’de de daha fazla bilince çıkarılıyor. Madenciliğin doğrudan faşizmin bir yönetme biçimi olduğunu bizzat deneyimleyen insanlar ile aynı faşizmin yumruğunu tepesinde hisseden işçiler, işsizler mücadelede yan yana düşüyor. Durduracağımız her maden projesi, stratejik hedefi faşizmden kurtulmak olan bu hareketi büyütürken küçülmecilere yürünecek yolu gösterir, diğer yandan ise yükselen işçi mücadelesinin kazanımları Yeşil Anlaşmacılara haklar için yeni uzlaşma alanlarına ihtiyaç olmadığını gösterir.
Kaynakça
F. Demaria, G. Kallis, K. Bakker (2019) Geographies of degrowth: Nowtopias, resurgences and the decolonization of imaginaries and places. Nature and Space, Vol. 2(3) 431–450.
Church C., Crawford A. (2020) Minerals and the Metals for the Energy Transition: Exploring the Conflict Implications for Mineral-Rich, Fragile States. Şu derleme içinde: Hafner M., Tagliapietra S. (editör) The Geopolitics of the Global Energy Transition.
International Energy Agency (2021) The Role of Critical Minerals in Clean Energy Transitions, World Energy Outlook Special Report.
London Mining Network, Yes to Life No to Mining (2021) A Materials Transition: Exploring supply and demand solutions for renewable energy minerals, War on Want.
London Mining Network, Yes to Life No to Mining (2019) A Just(ice) Transition is a Post-Extractive Transition, War on Want.
Fidan A, Bayrak G, (2019). Türkiye’de Madencilik Faaliyetlerinde, Madencilik Sonrası Ekolojik Rehabilitasyona İlişkin Sorunsallar ve Çözüm Önerileri, Journal of Environmental and Natural Studies, Volume, 1, Issue 1, Pages, 1-10.
Kübra Y. Ö. (2019) Yeşil Yeni Düzen ve Yeşil Büyüme Bağlamında Kayseri, Sakarya, Hatay ve Samsun Örnekleri, Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi Cilt 23, Sayı 3, 1013-1031.
Ucal, M., An, N., Kurnaz, L. (2017) İklim Değişikliği Sürecinde Ekonomideki Yeni Kavramlar Ve Yaklaşımlar, DEÜ SBE Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 3.
Brand, Boos and Brad (2017) Degrowth and post-extractivism: two debates with suggestions for the inclusive development framework. Current Opinion in Environmental Sustainability 2017, 24:36–41.
Gerber J.F. (2020) Anti-Mining Conflicts and Degrowth. Commodity Frontiers 1: 28-31.