Marx Kapital’de, kapitalist üretim tarzının temel hareket yasalarının bilimsel-eleştirel analiz ve açıklamasını yapar. Bu yüzden Kapital’de doğrudan yer almıyor olsa bile, kapitalizmin günümüzde yol açtığı pek çok toplumsal sorunun kök nedenlerine dair ipuçlarını da Kapital’de bulmak mümkündür. Konut sorunu ve hatta deprem yıkımı dahil.
Kapital’de Konut Sorunu
Marx işçi sınıfı açısından konut sorununu, öncelikle kırlardaki yıkıcı mülksüzleştirilme ve proleterleşme süreçleri açısından ele alınır. Kırlarda küçük yoksul mülk ve geçim olanakları zorla çitlenen emekçiler, ucuz emekgücü olarak sanayi ve ticaret merkezi olan kentlere doğru sürülür. Burada da düşük ücretler, ağır ve güvencesiz çalışma koşullarının yanı sıra barınma sorunuyla da karşı karşıya kalırlar:
“Bir sanayi ya da ticaret merkezi olan kentte sermaye ne denli hızlı birikir, buralara, sömürülebilir insan malzemesinin akışı ne denli hızlı olursa, işçilerin sığınmak zorunda oldukları konutlar da o derece sefil ve perişan olur.” (Marx, Kapital Cilt 1, s678)
Günümüzde de neoliberal kapitalizmin yol açtığı dev çaplı yeni yıkıcı proleterleşme dalgaları ile yeni sanayi ve ticaret merkezlerindeki konut sorunu arasındaki ilişkiyi apaçık biçimiyle görmek mümkündür.
Kente göçerek, ucuz emekgücü oldukları sanayi bölgelerinin çeperindeki gecekondularda tutunmaya çalışan işçiler, çok geçmeden ikinci bir çitleme saldırısıyla karşı kaşıya kalırlar:
“Üretim araçlarının bir merkezde toplanması ölçüsünde, emekçilerin belli bir yere üstüste yığıldıklarını, tarafsız her gözlemci rahatça görebilir; kapitalist birikimin hızı ne kadar büyük olursa, işçi nüfusunun barındıkları yerlerde o kadar sefil ve perişandır. Servetin artışıyla birlikte kentlerde görülen ‘imar hareketleri’, eski yapı ve mahallelerin yıkılması, bankalar, mağazalar vb için işhanlarının yükselmesi, iş trafiği, lüks arabalar, tramvaylar vb için caddelerin genişletilmesi, yoksulları gittikçe daha da kötü kenar mahallelere sürer. Öte yandan herkes bilir ki, evlerin pahalılığı ile nitelikleri ters orantılıdır ve sefalet madenini, ev spekülatörleri, Potosi’deki gümüş madenlerinden daha büyük bir karla ve daha az masrafla sömürürler. Kapitalist birikimin uzlaşmaz karşıt niteliği ve dolayısıyla genel olarak kapitalist mülkiyet ilişkileri burada o kadar açıktır ki, bu konudaki resmi İngiliz raporları bile, ‘mülkiyet ve mülkiyet hakları’ üzerine aykırı çıkışlarla doludur.” (Marx, Kapital Cilt 1. s674-675)
Marx, burada sanayi ve ticaret kentlerinde işçi nüfus için konut sorununu, doğrudan doğruya sermaye birikiminin mutlak genel yasası bağlamında ele almaktadır: Bir kutupta servet birikimi, kendi emeğini başkalarına sermaye olarak üretenlerin safında ise sefalet birikimi.
Günümüzde, bu, “kentsel dönüşüm” adı altında, kent, sanayi, ticaret, turizm vd alanlarına yakın işçi yaşam alanlarının ya devlet tarafından zorla çitlenerek ya da çeşitli rant projeleriyle işçiler fahiş ev ve kira fiyatları nedeniyle barınamaz hale getirilerek, kentlerin giderek daha ücra çeperlerine nasıl sürüldüğünü biliyoruz.
İşçi ve yoksul aileler, kalabalık nüfuslar halinde sağlıksız ve güvencesiz barınak alanlarına yığılırlar. Burada da bir yandan ucuz emekgücü diğer yandan (sermaye birikimi ve göçle birlikte fırlayan) toprak sahibi rantları/kiraları ile çifte sömürü/soyguna tabi tutulurlar:
“Göçebe emek, çeşitli inşaat, kanalizasyon, tuğlacılık, kireçcilik, demiryolu yapımı vb gibi işlerde kullanılır. (…) Demiryolu döşenmesi gibi büyük sermaye yatırımı gerektiren işlerde, müteahhit çoğu zaman ordusuna tahta baraka ve benzeri korunma yerleri sağlar ve buralar, her türlü sağlık koşullarından yoksun, yerel yönetimin denetimi dışında uydurma birer köy halini aldığı gibi, müteahhite, emekçiyi, hem sanayi ordusu ve hem de kiracı olarak iki yandan sömürme olanağı verir.” (Marx, Kapital Cilt 1, s681)
Günümüzde de inşaat ve altyapı işçiliği, maden işçiliği, mevsimlik işçilik, iç ve dış göçmen işçilik açısından değişen pek bir şey yoktur. Üstelik, yine Marx’ın vurguladığı gibi, büyük kalıcı veya geçici göçmen işçi nüfusunun yoğunlaştığı yerlerde, toprak rantı/kiralar fırlar. Yoksul emekçileri, kalabalık nüfuslar halinde en sağlıksız, en güvencesiz evlere yığılmaya zorlar.
Bunun bir çok örneğini 6 Şubat depreminde de gördük. Diyarbakır’da yıkılan 7 binada 369 can kaybı, 150 yaralı çıktı. 7 binada 500’ün üzerinde nüfus, daire başına en az 7-12 nüfus anlamına geliyor. Ağır yoksulluk, işsizlik, hayat pahalılığı, fahiş kiralar, güvencesiz ve düşük ücretli çalışma… En yoksul ve güvencesiz işçilerin en sağlıksız ve güvensiz binalara kalabalık nüfuslar halinde sıkıştırıldığını ve katledildiğini gösteriyor.
Ancak bu durum işçi sınıfının yalnızca en alt tabakalarıyla sınırlı değildir:
“İşçi sınıfının daha hali-vakti yerinde kesimi ile küçük esnaf ve aşağı orta-sınıfın diğer bölümleri, kentteki ‘gelişmeler’, yani eski sokaklarla evlerin yıkılması, metropollerdeki fabrikalar ile buralara insan akınının çoğalması ve en sonu, ev kiralarının toprak rantı ile yükselmesi oranında, bu berbat barınma koşullarının içine düşmektedirler.” (Marx, Kapital Cilt 1, s676)
Tıpkı günümüzde beyaz yakalı emekçilerin, kamu emekçilerinin bile artık kent merkezlerinde, ve/veya sağlam ve güvenli evlerde barınamaması gibi. TTB, 6 Şubat depreminde 94 hekimin yaşamını yitirdiğini açıkladı. (https://www.voaturkce.com/a/ttb-depremelerde-94-doktorumuz-hayatini-kaybetti/6967097.html#:~:text=T%C3%BCrk%20Tabipleri%20Birli%C4%9Fi%20(TTB)%2C,94%20doktorun%20hayat%C4%B1n%C4%B1%20kaybetti%C4%9Fini%20a%C3%A7%C4%B1klad%C4%B1)
Yaşamını yitiren toplam sağlık çalışanın toplam sayısının Pandemideki yakın olduğu tahmin ediliyor. Depremde yaşamını yitiren öğretmen sayısı ise en az 500 kişi olarak tahmin ediliyor. (https://www.ogretmensitemiz.com/gundem/depremde-hayatini-kaybeden-ogretmen-sayisi-2-h37875.html)
Günümüzde az çok istikrarlı bir işi olan işçi kesimleri içinse, kapitalist işyerinde sömürülme ile kapitalist rant üzerinden sömürülme biçimindeki çifte sömürü ise, 10 yıllık fahiş faizli banka kredileri üzerinden sahip olunabilen niteliksiz konutlar üzerinden gerçekleştiriliyor.
Emekçilerin, asgari güvenlik standartlarının bile altındaki konutları gerçek ederinin 2-3 katına satın alabilmesinden, yalnızca inşaat/müteahhitlik şirketleri değil, inşaat tedarik sanayi şirketleri, bankalar, gayrımenkul yatırım fonları/ortaklıkları, toprak sahipleri dahil bir dolu kan emici semiriyor.
Kar oranlarının düşme eğilimi ve finans-inşaat sektörü
“Sermaye ile emeğin iniş-çıkışlarına göre, sanayi kentlerindeki konutların durumu, bugün dayanılabilir, yarın ise tamamen korkunç bir durum alabilir.” (Marx, Kapital Cilt 1, s679)
İşçi ailelerinin kiralayabildiği veya satın alabildiği konutların durumunu bir yandan proleterleşme süreçleri ve sefalet birikim düzeyi, diğer taraftan sermaye birikiminin durumuna göre belirleniyor. Sermayenin aşırı birikim, aşırı üretim ve değerlenme krizleri, onun için inşaat ve altyapı yatırımlarını can simidi haline getiriyor. Kentlerin ve kırların şantiyeye dönüşmesi, pek çok sanayi sektörüne (madencilik, demir, çimento, beton, enerji, ahşap, pvc, boru, kablo, elektrik malzemeleri, tesisat vd), tatlı karlar sağlıyor. Ve kuşkusuz bankalar, gayrımenkul yatırım ortaklıkları da bundan büyük bir pay alıyor. Türkiye’de sanayi kredilerinin yaklaşık 3’te birini, tüketici kredilerinin yaklaşık yarısını konut kredileri oluşturuyor. Bununla da kalmıyor; ne kadar çok konut satılırsa, bu o kadar çok beyaz eşya, mobilya vd ev eşyası, ve daha yüksek bir otomobil sahipliği oranını zorunlu kılarak, ve bunlar için de yine tüketici kredileri ile, yine bankaları ve daha sermaye yoğun sektörleri de ihya ediyor.
Ancak kar oranlarının düşme eğilimi, sermaye devresi daha uzun olan inşaat sektöründe kendini daha fazla hissettirir.
“… devir için gerekli zaman aralığı nedeniyle, sermayenin hepsi, aynı zamanda üretimde kullanılamaz; sermayenin bir kısmı, daima, ya para-sermaye, hammadde ikmali, mamul ama henüz satılmaış meta-sermaye ya da alacak bakiyesi şeklinde atıl durur; aktif üretimdeki, yani üretim ve artı-değerin elde edilmesinde sermaye daima bu miktar kadar eksiktir ve üretilen ve elkonulan artı-değer daima aynı ölçüde azalmıştır. Devir dönemi ne kadar kısa olursa, sermayenin bütüne oranla atıl kalan bu kısmı o kadar küçük ve bu nedenle, diğer koşullar aynı kalmak üzere, elkonulan artı-değer o kadar büyüktür.” (Marx, Kapital Cilt 3. s67)
Burada sermaye karlılığını yükseltmek için hız ve verimlilik/tasarruf, (konumuz açısından) inşaat işçilerinin canından ve sağlığından tasarrufla başlar:
“Kapitalist üretim tarzı, çelişkili ve zıt niteliği gereği, emekçinin yaşam ve sağlığını bol keseden harcamayı, onun yaşam koşullarını düşürmeyi, değişmeyen sermayenin kullanımında bir tasarruf ve böylece kar oranını yükseltmede bir araç sayacak kadar işi ileriye götürür. Emekçi, yaşamının büyük bir kısmını üretim süreci içersinde geçirdiği için, üretim sürecinin koşulları, geniş ölçüde, onun aktif yaşam sürecinin koşulları ya da yaşam koşullarıdır, ve bu yaşam koşullarında ekonomi , kar oranını yükseltmenin yöntemidir; daha önce de gördüğümüz gibi, aşırı çalıştırma, emekçiyi bir dolap beygirine çevirme, sermayeyi çoğaltmanın ya da artı-değer üretimini hızlandırmanın bir aracıdır. Bu ekonomi (tasarruf-bn), daracık ve sağlığa zararlı yerlere işçileri üstüste yığmaya, ya da kapitalistin diliyle, yerden tasarrufa; güvenlik aygıtları kullanmaksızın, tehlikeli makineleri avuç içi kadar yerlere doldurmaya; sağlığa zararlı ya da madencilikte olduğu gibi tehlikeli, vb üretim süreçlerinde güvenlik kurallarını ihmal etmeye kadar varır. Üretim sürecini, işçi için insani, zevkli ya da hiç değilse dayanılabilir hale getirmek için gerekli koşulların ve önlemlerin hiçbirinin yerine getirilmediğinin burada sözünü bile etmiyoruz. Kapitalist açısıdan bu tamamen yararsız ve anlamsız bir israftır.” (Marx, Kapital Cilt 3. s81)
Türkiye’de (2022 itibarıyla) son 5 yılda inşaat sektöründe 35 bin yaralanmalı ve ölümlü “iş kazası” kayıtlara geçti, 1754 inşaat işçisi yaşamını yitirdi. Bunun kaç katı inşaat işçisinin asbest gibi meslek hastalıklarından öldüğüne ve sakat kaldığına dair bir istatistik yok.
Sömürü ve kar oranlarının yükseltilmesi için üretken işçinin sağlığından ve canından başlayan “tasarruf”, değişmeyen sermayeden, yani hammaddeler, girdiler, ürün niteliği ve güvenliğinden ve bunlar için gerekli test ve standartlardan tasarruf ve malzeme ve ürünlere bilimum hile karıştırılmasıyla, yani sonuçta, yine ama bu kez “tüketici” olarak işçinin sağlığından ve canından tasarrufla devam eder.
Belli bir sektörün üretim hacmi, hızı ve üretkenliği ne kadar artarsa, değişmeyen sermaye içinde hammadde, yardımcı malzeme ve girdilerin maliyeti de, kar oranları açısından o kadar kritik hale gelir. Yalnızca hammadde vd fiyatlarının arttığı koşullarda değil hammaddelerin değişmeyen sermaye maliyetinin oranının arttığı koşullarda, kapitalistlerin kesin yönelimi, bunları olabilecek en ucuz, dolayısıyla (hem üretici hem de tüketici emekçilerin sağlığı, güvenliği, kullanımı açısından da) en fazla risk ve tehlike içeren biçimde temin etmek ve kullanmaktır. Marx, bu yüzden, hammaddelerin “en ucuz piyasadan satın alma şeklindeki genel rekabet ilkesinin hükmü”yle birlikte, her türlü denetim düşüncesinin de piyasa fiyatlarına havale edildiğini belirtir:
“Böyle bir denetim, bütünüyle, kapitalist üretim yasalarına aykırıdır ve ebediyen dindarca bir dilek olarak kalır…” (Marx, Kapital Cilt 3. s108)
İnşaat/müteahhitlik şirketleri, karlılığı yükseltebilmek için, sermaye devir hızını artırmak ve değişmeyen sermaye maliyetlerini minimize etmek için, yaptıkları konutlara dair deprem araştırması, zemin etüdü, malzeme testleri, betonla demirin kaynaşması için oluklu demir kullanmak, kolon ve kiriş bağlantılarını demirle sarmak gibi en temel ve yaşamsal şeyleri bile atlamak ya da hileli olarak yapmış görünmenin ötesinde, en ucuz ve dolayısıyla en kalitesiz ve dayanıksız malzemeleri kullanmayı da borç bilirler. Kuşkusuz bu azami hız, azami tasarruf, azami kar zinciri, niteliksiz betondan hurda demir üreticilerine kadar gider.
Kapitalist karlılığını yükselttiği ya da koruduğu ölçüde, üretim ve malzemelerdeki boşluk, ihlal ve hilelerinin ne üretici ne de tüketici emekçi kitlelerin sağlığı ve can güvenliği üzerindeki yıkıcı etkilerini umursamaz.
Bireysel konut edindirme: Aynı zamanda bir emek kontrol aracıdır
Kapitalizmde konut emekçiler üzerinde bir soygun aracı olduğu gibi aynı zamanda bir sömürü ve kontrol aracıdır da. Özellikle de yeni proleterleşen kesimlerin çalışma yaşamlarının neredeyse yarısını en kötüsünden bir konut edinmeye adamak zorunda kalması, bunun için geleceğini de borca bağlaması, üstelik o konuta girer girmez, serbestleşmiş olduğu toprağa yeniden zincirlenmesi, kapitalizmin “konut edindirme programları”nın kilit halkalarındandır. Engels kapitalistlerin bu tür konut programlarını şöyle özetler:
“Onlara kendi evlerini verin, bir kez daha toprağa zincirleyin ve fabrika sahiplerinin ücret azaltmalarına direnme güçlerini kırın.” (Engels, Konut Sorunu. S45)
Çünkü işçinin kağıt üzerinde bile olsa, konut sahibi olması, emeğin hareket serbestisini de ortadan kaldırır. Günümüzde ikincil üçüncül sanayi şehirlerine ve yerel sanayi bölgelerine köle gibi zincirler.
Bununla da kalmaz. Kapitalist devletin emekçilerin en kötü konutlara sahip olabilmesi için verdiği kimi teşvikler (bunlar vergi teşviği, ucuz konut kredisi veya imar affı biçiminde olabilir), konut emekgücünün metasal yeniden üretiminde en büyük kalemi oluşturduğundan, ücretleri düşürmenin, işçinin zincirlendiği sanayi/ticaret bölgesindeki göreli artı-değer sömürüsünü artırmanın bir yoludur. Konut sahibi olmuş görünen işçi, kiradan tasarruf etmiş görünür ama, aslında bu çalıştığı işyeri patronunun onun ücretinden yaptığı tasarruftan başka bir anlama gelmez:
“Böylece ücretler ortalama olarak kiradan tasarruf edilen ortalama miktar kadar düşecek, yani işçiler kendi evlerine eskiden olduğu gibi ev sahibine para ile değil ama çalıştığı fabrika sahibine ödenmemiş emekle kira ödeyecektir.” (Engels, Konut Sorunu, s49-50)
Günümüzde teşvikli konut edindirme ve imar affı gibi politikaların başka köleleştirme boyutları da vardır. Bunlar arasında aileyi ve kadının evcil köleliliğini pekiştirmeyi, özelleştirilen sosyal güvenlik ve sosyal yeniden üretimi de (çocuk bakımının yanı sıra, yaşlı, sakat, hasta, işsiz bakımını da) işçi sınıfının, asıl olarak da emekçi kadının sırtına yıkmak! Böylece kapitalist devlet işçilere vermiş göründüğü teşviği de (ki aslında finans-gayrımenkul-inşaat-sanayi sermayesine verilen teşviktir), on katıyla, sosyal yeniden üretim ve bakım harcamalarından yaptığı “tasarrufla” yine işçilerden, emekçi kadınlardan çıkarmış olur.
Böylece kapitalizmin “konut edindirme programları” da, sermaye birikiminin hızıyla birlikte çığlaşan sefalet birikiminin ve çalışma yeteneğini kaybedenlerin bakım yükünü, kendi omuzundan işçi sınıfının ve emekçi kadınların omuzuna kaydırmasının bir aracı haline de gelir:
“… çalışamayacak durumda olanlar, işbölümü nedeniyle uyum yeteneğinden yoksun kalmış çaresizler, normal emekçi yaşını aşan kimseler, sayıları tehlikeli makineler, madenler, kimyasal işler vb ile artan sanayi kurbanları, sakatlar, sayrılılar, dullar. Yoksulluk, faal emek ordusunun hastanesi, yedek sanayi ordusunun safrasıdır. Sefalet, nisbi artı-nüfusla birlikte ürer ve biri diğerinin zorunlu koşuludur, artı-nüfusun yanı sıra yoksulluk, kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir koşulunu oluşturur. Bunlar, kapitalist üretimin faux frais’si (olmazsa olmazı-bn) arasında yer alırsa da, sermaye, bunun büyük kısmını kendi omuzlarından kaldırıp, işçi sınıfı ile alt orta sınıfın omuzlarına yüklemenin yolunu çok iyi bilir.” (Marx, Kapital Cilt 1, s661)
Burada bir kez daha, günümüz kapitalizminde de konut sorunu ve politikalarının “kapitalist birikimin mutlak genel yasası” (Marx, agy, s661) ile derin bağını görürüz.
Üstelik bu “konut edindirme programları”, işçilerin azımsanmayacak bir kesimi için mezar edindirmeye dönüşür. İşçiler önemli bir kesimi, ekonominin görece canlı olduğu koşullarda kağıt üstünde satın almış olduğu konutlardan, kriz ve işsizlik koşullarında borçlarını ödeyemeyerek, o ana kadar ödediği meblağı da sermayeye armağan ederek, çıkmak, daha kötü konutlara sığınmak zorunda kalır. Nitekim Türkiye’de tüm gelir dilimlerinde ev sahipliği oranı 2014’te en yüksek oranlara çıkarken, sonrasında (2014-2021), hızlı bir düşüşe geçmiştir: İşçi sınıfının alt kesimde yüzde 54’ten yüzde 46’ya, işçi sınıfının üst kesiminde yüzde 58.8’den yüzde 52.8’e… Türkiye’de 2014-15’e kadar işçi sınıfı içinde “konut sahipliği” oranı (ki bu AKP’nin yelkenlerini şişiren etkenlerden biridir), sonrasındaki uzun kriz süreci ile birlikte, düşme eğilimi gösteriyor.
Zaten emekçilere reva görülen de, her koşulda, facia riskinin en yüksek olduğu (ve sistem tarafından da öyle olduğu çok iyi bilenen) alanlardaki en kalabalık ve en dayanıksız, en sağlıksız konutlar oluyor.
Nisbi artı-nüfus yasası
Çünkü kapitalizm, nisbi artı-nüfus yasasının varlığında, işçilerin hayatta kalmasını ve yeniden üretimini umursamaz, işçilerin kişisel sorunu olarak görür:
“İşçi sınıfının yaşamaya devam etmesi ve yeniden-üretilmesi, sermayenin yeniden-üretilmesinin zorunlu bir koşuludur. Ama kapitalist, bunun yerine getirilmesini, emekçinin hayatta kalma ve üreme içgüdüsüne rahatlıkla bırakabilir.” (Marx, Kapital Cilt 1, s588)
Marx’ın sert ajitasyonal bir metaforla orta koyduğu, kapitalizmin nisbi artı-nüfus yasası, kapitalist birikimin mutlak genel yasasının (servet birikimi/sefalet birikimi), ya da sermaye değerlenmesinin emekgücünün yıkıcı değersizleştirilmesi üzerinden sürdürülebilmesinin nirengi noktasıdır.
“Gerçekten de, yalnız doğum ve ölümlerin sayıları değil, ailelerin mutlak büyüklükleri de ücretlerin yüksekliği ve dolayısıyla farklı emekçi kategorilerinin kullanabilecekleri geçim araçları miktarıyla ters orantılıdır. Kapitalist toplumun bu yasası, yabanıllara ve hatta uygar sömürgecilere bile saçma gelebilir. Bu yasa insanın aklına, bireysel olarak zayıf ve sürekli izlenip avlanan hayvanların sınırsız şekilde üremelerini getiriyor.” (Marx, Kapital Cilt 1, aynı bölüm)
Marx, bu son cümleye düştüğü dipnotta, kapitalizmin bu nisbi artı-nüfus, ve dolayısıyla işçi sınıfı için sefalet birikimi yasasının, burjuva ekonomi-politikçiler ve ideologlar açısından nasıl fetişist bir keyifle yorumlandığını ve işçi sınıfına karşı silah olarak kullanıldığını teşhir eder:
“ ‘Yoksulluk üremeye yararlı gibi görünüyor’ (Adam Smith.) Hatta bu, kibar ve esprili Abbe Galiani’ye göre, Tanrının özellikle yaptığı bir düzenlemedir. ‘Tanrı, en yararlı işleri yapacak insanların bolca dünyaya gelmelerini sağlayan bir düzen kurmuştur.’ (Galiani.) ‘Sefalet, kıtlık ve kırımın son noktasına kadar, nüfusun artışını durduracak yerde artırmaya eğilim gösterir.’ (S. Laing.) Laing bunu istatistikler ile gösterdikten sonra şöyle devam eder: ‘Eğer insanların hepsi rahat koşullar içersinde olsalardı, çok geçmeden dünya ıssızlaşırdı.’” (Marx, Kapital, aynı bölüm)
Marx, kapitalist üretim tarzının nisbi artı-nüfus yasasını şöyle özetler:
“Demek ki, kapitalist üretim mekanizması işleri öyle ayarlıyor ki, sermayedeki mutlak artışla birlikte, emeğe olan talepte aynı ölçüde bir artış olmuyor. Ve kendilerini yedek sanayi ordusuna sürgün eden geçiş dönemi boyunca işlerinden edilen emekçilerin, sefalet, ıstırap ve belki de ölümleri karşısında bu savunucuların telafi dedikleri şey işte budur! Ne emeğe olan talep, sermaye artışıyla eşdeğerdir, ne de emek arzı, işçi sınıfının artmasıyla eşdeğerdir. İki bağımsız kuvvetin birbiri üzerindeki etkisi diye bir şey yoktur. Zarlar hilelidir! Sermaye aynı anda, iki yanlı çalışmaktadır. Sermaye birikimi, bir yandan emek talebini artırırken, öte yandan emekçileri ‘serbest hale getirerek’ emek arzını da artırmakta ve gene bu arada işsizlerin baskısı, çalışanları daha fazla emek harcamaya zorlamakta ve bu nedenle emek arzını bir ölçüde emekçi arzından bağımsız hale getirmektedir.” (Marx, Kapital Cilt 1, s657)
Emekçiler, daha fazla çalıştıkları, kapitalistler için daha fazla servet ürettikleri ve emeklerinin üretken gücünün artması ölçüsünde, sermayenin kendisini genişletmesine araçlık eden görevlerinin kendileri için gitgide daha dayanaksız ve güvencesiz bir durum yaratmasının, kapitalist sınıf gözünde gitgide daha değersizleşmelerinin, kolayca harcanabilir olmalarının sırrı buradadır. İşçilerin kendi aralarında durmaksızın daha ağır, daha tüketici, daha güvencesiz, daha düşük ücretli işler için dibe doğru rekabeti de, aynı sermaye yasasının bir başka ifadesidir. (Marx, agy, s657)
Bu yasa Marx’ın da vurguladığı gibi nüfus artış hızıyla ilgili değildir. Kuşkusuz sermaye birikiminin gelişme ve yoğunlaşma düzeyinin ve emekçilerin ortalama yaşam standartlarının düşüklüğü, yoksulluğun büyüklüğü ölçüsünde nüfus artış hızı da o kadar fazla olur. Ancak toplumsal emek üretkenliğinin yükselişi, sermaye yoğunlaşması, geçim araçları tüketiminin artışı ölçüsünde emekçi nüfusun artış hızı düşmekle birlikte (ki bugün Türkiye’de bile tüm o 3-5 çocuk tevşiklerine karşın aile başına çocuk oranı yüzde 1.7’ye düşmüş durumda ve düşme eğilimi sürüyor), bu yasa ortadan kalkmaz. Tam tersine üretkenlik artışları, kriz, mülksüzleşme, göçler ile birlikte daha büyük bir şiddet ve yıkıcılıkla işlemeye başlar.
Sermaye, işçilerin yaşamda kalmasını ve yeniden üretimini kendi başına umursamaz ama, sermayenin yeniden üretimini etkilediği ölçüde, yeniden üretim alanına sürekli müdahale eder; aile, eğitim, sağlık, sosyal yardım politikalarını emekgücünün yeniden üretiminin sermaye çıkarlarına uygun olarak düzenlenmesi ve yeniden düzenlenmesinde kullanır. Bunu örneğin eğitim politikalarıyla eğitimli emekgücünün nasıl ucuzlatıldığından, sosyal güvenliğin giderek özelleştirilmesinin doğurduğu boşluğun aile ve kadının ücretsiz ev içi emeği ve gerici cemaatleşme politikalarıyla doldurulmasından, “3 çocuk, 5 çocuk” teşvik ve dayatmalarından görebiliriz.
Ancak işçi sınıfının kendisi için yaşamda kalma ve yeniden üretimi ile sermayenin yeniden üretimi için yaşamda kalması ve yeniden üretimi arasında sınıfsal bir ayrım vardır. Sermaye bunlardan ilkini kesinlikle umursamaz. Sermaye ancak kendi karlılığını etkilediği veya kendi çıkarına olduğu ölçüde toplumsal yeniden üretim alanına müdahale eder ve yeniden düzenler. Ne de olsa işçi sınıfının iyi kötü hayatta kalması ve yeniden üretimi, sermaye birikiminin de zorunlu koşuludur. Ama bu daha ziyade çekirdek, vasıflı, deneyimli, ya da az çok düzenlilik ve süreklilik taşıyan emek biçimleri için geçerlidir. Yani kaybettiğinde bir daha bulması, yetişmesi, deneyim kazanması zor olacak, zaman alacak, sermayenin karlarını aksatacak işçi kesimleri için. Genel, güvencesiz, basit emek ise sermaye nezdinde vahşice sömürülebilir olmanın ötesinde daha kolayca harcanabilirdir. Her yıl binlercesinin, onbinlercesinin iş cinayetleri ve meslek hastalıklarıyla, açlık ve sefaletle, pandemiyle veya depremle katledilmesinden endişe edeceği tek şey bu katliamların sermaye birikimi aksatma ve “yük” olma ihtimalidir. Yoksa adeta tüm toplumun proletelerleşme eğilimi ve proleterliğin de yıkıcı değersizleştirilmesiyle, mülksüzleştirmeyle, göçlerle, kamu emekçileri, kafa emekçileri, lise ve üniversite öğrencilerine kadar derinleşen işçileştirmeyle, emeklilerin bile çalışmak zorunda kalmasıyla, çocuk işçilikle, devasa bir yedek ucuz emekgücü rezervi oluşturan ev emekçisi kadınlarla, yok ettiklerinin yerine daha ucuzu, daha güvencesizi, daha sıkı çalışmak zorunda kalanı gelecektir! En azından sermaye böyle düşünür.
Marx Kapital’de İrlanda’da Britanya sömürgeciliğinin tarım politikaları yüzünden 1 milyon kişinin açlıktan ölmesinin, 2 milyon kişinin göç etmesinin, İrlanda’daki sömürücü sınıfların servetini bir nebze dahi etkilemediğini, hatta toprak sahibi soyluların ve tüccarların İrlanda’daki tarımsal emekçi nüfusu daha seyreltmek için sefil klübelerini yıkmak dahil her şeyi yaptıklarını vurgular. (Marx, Kapital Cilt 1, s727) Bundan kısa bir dönem öncesinde, Britanya’da ise vasıflı emekçilerin göçetmesi yasaklanmıştır! (Marx, agy)
Bunları, Türkiye’de 6 Şubat deprem bölgesinde, sermaye/devletin farklı yerlerdeki farklı nüfus/emekgücü piyasası politikalarıyla karşılaştırmak mümkün. Antep, İskenderun, kısmen Maraş gibi belli bir sanayi sermayesi ve uluslararası ticaret yoğunlaşması olan yerlerde, sermaye az çok vasıflı, deneyimli işçilerin göçetmesine hiddetle karşı çıkıyor, çadır ve konteynır kentler ilk buralara kuruluyor, sonra Antep merkezdeki çadır kent kaldırılıp sanayi işçilerinin ailelerini de fabrikalara getirmesi isteniyor, depremzede işçiler hasarlı fabrikalarda artçı deprem riskine karşın (yıllık zam da verilmeden hatta daha düşük ücretle) çalışmaya zorlanıyor, hatta metropol sanayi ve ticaret odalarının desteğiyle, yerel organize sanayi bölgelerinin hemen yanına işçi konteynır kentleri kurulması, merkezden vasıflı işçi gönderilmesi planları yapılıyor. Hatay gibi bir büyük sanayisi olmayan yerler ise, çadırlar, konteynırlar olabildiğince geciktirilerek ve sınırlı tutularak, depremzede nüfusun olabildiğince büyük bölümü göçetmek zorunda bırakılıyor.
Kentlerdeki depremzedelerin bir kısmının da köylerdeki yakınlarının yanına sığındığı koşullarda, köylere çadır, içme suyu, sağlık malzemesi götürülmemesi de bu çitleme, mülksüzleştirme, ucuz işçileştirme politikasının bir parçası. Kentlerin dışına, birbirinden çok uzak ve ücra alanlara kurulan sınırlı çadır kentler, hem depremzedeleri tecrit etmek ve kontrol altında tutmak, hem de bölgedeki sanayinin yanı sıra, Dünya Bankası ve emperyalist kapitalist “proje şartlı yardım”larla, finans-altyapı-inşaat-sanayi kompleksinin yeni karlı yatırımları için ucuz işçileştirme ve emek disiplini işlevi görmesi planlanıyor.
“Eski evleri yıkılarak sokağa atılan emekçiler, eski mahallelerinin yöresinden ayrılamazlar ya da ona yakın bir yere yerleşirler. ‘Doğal olarak işyerlerine elden geldiğince yakın bir yerde kalmaya çalışırlar. Bura halkı, aynı ya da bitişik mahalleden öteye gitmek istemez, iki oda yerine bir odaya dolmuşlardır. :.. Londra’da alınan her türlü sağlık önlemleri sonucu, oturulamaz evlerin yıkılması, emekçileri bir mahalleden diğerine göç etmek zorunda bırakarak, daha içiçe yaşamaya zorlamaktan başka bir işe yaramamıştır.” (Marx, Kapital Cilt 1, s677-8)
Marx, burada Londra’da bir dizi kalabalık işçi barınağı mahallesini yıkırak yapılan demiryolu projesinden bahsediyor:
“Arsa ve ev sahipleriyle (o dönemin arsa ve ev sahipleri, zenginlerdir-bn) işadamları, demiryolu yapımı ya da caddelerin genişletilmesi gibi ‘ilerlemeler’ nedeniyle malları kamulaştırıldığı zaman bunun bedelini almakla kalmazlar. Hem insanal ve hem de tanrısal adalet gereğince, bunlara, ayrıca bu zorunlu ‘perhiz’lerini ödüllendirmek için dolgunca bir kar da verilmesi gerekir. Karısıyla çocuğuyla, eşyasıyla sokağa atılan emekçi – eğer kentin belediye kurallarının sıkı sıkıya uygulandığı bölgelerine kalabalık bir halde giderse, sağlık gerekleri adına kovuşturmaya da uğrar!” (Marx, Kapital Cilt 1, s678)
6 Şubat depremi sonrası da, bundan çok farklı olmayacaktır. Deprem bölgesindeki yerel ve büyük burjuvazi, deprem zararlarını fazlasıyla tazmin etmekle kalmayacak, şimdiden uluslararası sermaye projelerine dönüşmüş yeni yatırım alanlarından da dolgun bir kar payı alacaktır. Yıkıma uğrayan kiracı emekçiler birkaç seferlik cuzi para yardımı dışında bir şey alamayacaklar, evleri yıkılan ev sahibi emekçilerin ise ancak şanslı olanlar yıllar sonra depremzede evlerini teslim alacaklar, ancak kalabalık ailelere uygun daha büyük evler için, daha bir fırlayan rantlarla fiyatın bir bölümü isteneceğinden buna da çoğunun gücü yetmeyecektir.
Deprem bölgesinde asıl değişim ise, korkunç yıkım ve tepeden yeniden yapılandırmanın da yine çitleme/mülksüzleştirme, büyük çaplı bir proleterleştirme dalgası ve nisbi artı-nüfus yaratma çerçevesinde kullanılacak olmasıdır. Bölgede önemli bölümü işini kaybetmiş 2 milyon kayıtlı işçi varken, bölge aynı zamanda kayıtsız ve göçmen işçiliğin en yüksek olduğu illerden oluşmaktadır. Bölgede yine önemli bir nüfus oluşturan küçük mülk sahiplerinin (küçük tarım üreticileri, küçük esnaf, zanaatkar, tedarik zincirlerinin son halkalarını oluşturan atelyeler vd) yıkımla proleterleşmesi ve çocuk işçilik patlama yapacaktır. Deprem bölgesi için bir “uygun işler raporu” hazırlayan ILO bölge temsilcisinin tüm söylediği ise “tarım emekçilerine inşaat ve altyapı gibi mesleki beceriler kazandırmak”tır! 6500 göçmen işçinin öldüğü Katar Dünya Futbol Kupası inşaatlarında da vitrin görevi yapan ILO bir yana, bu zaten mevcut kapitalist devlet iktidarının uzmanlık alanıdır: İlksel birikim biçimleri ve yeni proleterleşme dalgalarının yönetimi, kontrolü ve sermayenin azami sömürü iştihasına sunulması. 4+4+4’ü, göçmenlerin sahile vuran cesetlerini, “çocuk işçiler ve çocuk gelinleri” hatırlamak yeterli olur.
Kesin olan, Türkiye’de epey bir öncesi ve birikimi de olan, depremzede nisbi artı-nüfus, işçi ve yeni işçilerin, tıpkı göçmen ve göçebe işçiler gibi, işçi sınıfının milyonlarca kişilik bir kategorisini oluşturacağıdır.
Son sözü yine Marx söylesin:
“İşte bunun için, emekçiler, daha fazla çalıştıkları, başkaları için daha fazla servet ürettikleri ve emeklerinin üretken gücünün artması ölçüsünde, sermayenin kendisini genişletmesine aracılık eden görevlerinin kendileri için gitgide daha asılsız ve güvenilmez bir durum almasının sırrını öğrenir öğrenmez; aralarındaki rekabetin yoğunluk derecesinin tamamıyla nispi artı-nüfusun baskısından ileri geldiğini anlar anlamaz; ve, kapitalist üretim ile ilgili bu doğal yasanın kendi sınıfları üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmak ya da azaltmak için, çalışanlarla işsiz kalanlar arasında düzenli bir işbirliği kurmak üzere işçi sendikaları ve benzeri yollara başvurur vurmaz, sermaye ile, kendisine dalkavukluk eden ekonomi politik, ‘ebedi’ ve sözde ‘kutsal’ arz ve talep yasası çiğneniyor diye feryadı basar.” (Marx, Kapital Cilt 1, s658)