Merhaba;
Şu seçim gündemli günlerde kim okuyacak böylesine uzunca bir yazıyı; tam yirmi sayfa ? Üstelik de çok dipnotlu!
Evet, görüşlerini iletme zahmetine katlanan açıksözlü kimi dostlarım böyle söylüyor:
“- Bu denli uzun ve de çok dipnotlu bir yazıyı kimse okumaz be ya… Doğrusu, ben yalnızca şöyle bir göz gezdiriyorum…”
Kimbilir, belki de haklılar: Özellikle günümüz koşullarında çoğu kişinin böyle yazılara ayırabilecek ne zamanları ne istekler ne de enerjileri var. Büyük depremlerin yol açtığı yıkımların yanı sıra içinde bulunduğumuz şu genel seçim, adaylık vb tartışmalar -dedikodular”?-, ekonomik yetersizlikler çoğu kişiyi canından bezdirdi. “- Öyleyse senin derdin ne be meslektaşım?” dediğinizi duyar gibiyim. Söyleyeyim: Okuyan ya da okumayan, kimseye herhangi bir zarar verdiğimi düşünmüyorum. Olsa olsa kimilerini kızdırıyorumdur. Kızsınlar, derdim bu değil. Derdim, içinde bulunduğumuz şu suskunlukların, bezginliklerin giderek yaygınlaşıp kalıcılaşması. Daha da yaygınlaşmasın istiyorum. Sanırım “ormanlarımızın” da isteği bu.
Umarım işinize yarar.
Selamlarımla.
Yücel Çağlar
Gündem dışı bir soru:
Temel sorun yalnızca 6831 sayılı Orman Kanunu’nun değiştirilmesi midir sizce?
26 Nisan 2023
Merhabalar;
“-Seçimlere “beş kala” sorulacak bir soru mu bu?” dediğinizi duyar gibiyim. Kimbilir belki de haklısınız. Ancak ben siyasal partilerin, “ittifakların”, adayların, ilgili meslek örgütleri ile çevre/doğa/orman korumacısı gönüllü kişi ve kuruluşların açıklamalarından hareketle öyle düşünmüyorum. Bırakın 6831 sayılı Orman Kanunu’nda yapılan değişiklikleri bir yana deprem bölgesinde yaşanan bireysel, toplumsal, ekolojik vb yaşamsal sorunların bile giderek gündemden çıkması karşısında üzülüyor; siyasetin bu denli ayağa düşürülmesinden “fena halde” kaygılanıyorum çünkü. Ne yazık ki böylesi bir iklimde uğraşı alanımdaki gelişmelerin de gündemde kalmasına karınca kararınca katkıda bulunabileceğini sandığım “sessiz tartışmalar” yapmaktan başka bir şey gelmiyor.
6831 sayılı Orman Kanunu, tam da seçimler öncesinde bir kez daha değiştirildi. Bu, yasada son yirmibir yılda otuz, çıkarıldığı 1956 yılından bu yana da tam kırkbeşinci değişiklik! Böylece yasa tutarlılığını büyük ölçüde yitirdi; kendi içinde çelişkili, çoğu maddesiyle “ormanlarımıza” ve or- mancılığımıza zarar veren bir “yamalı bohçaya” dönüştürüldü. En son 5 Nisan 2023’de yürürlüğe giren 7442 sayılı Orman Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ise 6831 sayılı yasanın bu durumuna, deyim yerindeyse, “tüy dikilmiş” oldu. Ne var ki bu yasanın ne ormancılığa ve “ormanlara” ne de tarıma getirdikleri gerektiğince tartışıldı. “İsteyenin bir yüzü kara…” düşüncesiyle bunlar da tartışılsın istiyorum
Selamlarımla.
Yücel Çağlar
İçindekiler
– Hukuksal düzenlemeleri tartışmak…
- – Siyasal iktidarın akılalmaz bir “icadı”: “Torba yasalar”…
- – 6831 sayılı Orman Kanunu’nu ve yapılan değişiklikler nasıl tartışılmalı?
- – Yasak savmak mı isteniyor acaba?*
- – 7442 sayılı yasayla 6831 sayılı Orman Kanunu’na “tüy dikilmiştir!”*
- – Peki, artık neyin tartışılması gerekiyor ?
Ormancılıkla ilgili hukuksal düzenlemelerde temel amacın “orman” sayılan yerler ile bu yerlerdeki eko- sistemlerin korunması olması beklenir. Söz konusu olan geniş anlamda kamusal(1) oluşumlardır çünkü. Ancak sizce ülkemizde bu beklentinin gerçekçi olduğu söylenebilir mi? Belki başlangıçta söylenebilirdi ama artık söylenemez bence. Bu durumun pek de yadırganmaması gerektiğini düşünüyorum: Hem dünyada hem de ülkemizde egemen üretim ilişkilerinin niteliği, buna bağlı olarak da toplumsal ve kültü- rel değerler ile öncelikler büyük ölçüde değişti çünkü. Ek olarak, başta iklimsel değişikler olmak üzere gezegenimizin ekolojik koşullarında “gözle görülebilir elle tutulabilir” değişmelerin yol açtığı olumsuz- lukların ayırdına varıldı. Dolayısıyla, bu olumsuzlukların aşılabilmesine yönelik ülkelerarası ve ülkesel çeşitli çabalara girildi. Bu çabalardan birisi de ülkelerarası ve ülkesel hukuksal düzenlemelerdir. Ancak bu çok boyutlu değişim sürecinde Efesli bilge Herakleitos’un yaklaşık ikibinaltıyüz yıl önce dile getirdiği öne sürülen “Halk yasayı kentin surlarını savunur gibi mücadele ederek savunmalıdır” önermesi bile her durumda ve koşulsuz olarak gözetilmesi gereken bir ilke olmaktan çıktı. Çok uzun bir zamandır yasalar da masumiyetini büyük ölçüde yitirdi.
Öte yandan, bilirsiniz: Özellikle devlet mülkiyetinde ya da tekelinde olan her türden varlık ve etkinlik alanında uygulamaların hukuksal düzenlemelere dayandırılması, en azından “hukuk devletlerinde” öteden beri temel ilkedir. Örneğin, ülkemizde “orman” sayılan yerler tarihin tüm dönemlerinde devlet mülkiyetinde ve gözetiminde olmuştur. Bu nedenle de “orman” sayılan yerlerden yararlanılması, özel- likle 19. yüzyıldan günümüze değin çeşitli hukuksal düzenlemelere dayandırılmıştır. Bu düzenlemeler- le, en azından başlangıçta, ağırlıkla “orman” sayılan yerlerin korunması amaçlanmıştı. Ne var ki, bu amaç giderek ikincilleşti. Öyle ki, hukuksal düzenlenmeler artık bu yerler ile bu yerlerdeki varlıkları me- talaştırıp ticarileştirme araçlarına dönüştürüldü –“dönüştü” değil, dö-nüş-tü-rül-dü”- Üstelik bu dönüştürüm doğa/orman korumacı duyarlılık ve çabalarının yaygınlaşmasına karşın gerçekleştirilebildi; üstelik şim- dilerde de değiştiriliyor. Bu gerçeklik karşısında aklıma şu sorular geliyor:
- Söz konusu dönüştürümün temel nedenleri nedir?
- Doğa/orman korumacı duyarlılık ve çabaların giderek toplumsallaşıp yaygınlaşmasına karşın bu dönüştürüm neden engellenemedi, engellenemiyor?
İlk sorunun yanıtı bence çok açık: Temelde siyasal iktidarların sınıfsal niteliği ve ağırlıkla buna göre biçimlenen ekonomi politikalar! Böylesi bir yanıtın çoğu kişiye soyut ya da genellemeci gelebileceğinin ayırdındayım kuşkusuz. Ancak böyle düşünenlere sormak isterim:
Peki; örneğin eğitim-öğretim, sağlık vb yaşamsal önemde kamusal alanlarda ya da 2021 yılında büyük yıkımlara yol açan orman yangınları ile son deprem öncesi, sırası ve sonrasında yaşa- nanlar sizce yalnızca şu ya da bu kişinin –“bakanın” ya da moda söylemle “liyakatsiz kadroların” beceriksizliği ya da kötücül amaçlarından mı kaynaklanıyor?
2000’li yıllarda, kamu yönetiminde çokça örneğini gördüğümüz gibi, beceriksizlik ya da kötücül amaçlar da bu sonuçlara yol açan koşulların oluşmasına katkıda bulundu kuşkusuz. Ancak, ülkemizde özellikle kamusal alanlarda yaşanan tüm olumsuzlukların bu türden öznel –“subjektif”- nedenlerle açıklanması, en hafif söylemiyle gerçekçi bir tutum değildir. Çok açık: İnsancıl, yetkin ve etkin bir kamuculuk egemen sınıflar, dolayısıyla güdümündeki siyasal iktidarlar için en istenmedik, kaçınılması ve önlenmesi gereken bir yönelimdir. Bu yönelim çoğu zaman, özellikle de 1980’den sonra her alanda yaygınlaşıp egemenleşmedi mi?
Doğa/orman korumacı duyarlılık ve eylemlerin söz konusu dönüştürümü neden engelleyemediği sorusuna gelince… Bence bu sorunun da nedeni çok açık: Bu duyarlık ve eylemler içinde bulunan kişi ya da kuruluşların, sıkça söylediğim gibi, çoğu durumda “tek ağaca bakmaktan ormanı görememeleri”, görebilenlerin ise çoğunlukla popülist söylem ve eylemlerle yetinmeleri; kısacası, “işin kolayına kaçmalarıdır”! Onların çoğunluğunu “dana pirzolası yemekten vaz geçmeyip de danaların kesilmesine karşı çıkanlara” benzetiyorum.
Anlayamıyorum: Onca özverili uğraşılara karşın çoğunlukla alınabilen -ya da alınamayan- sonuçlar bu kişi ya da kuruluşlarda neden yaklaşım, tutum değişikliğine yol açmıyor acaba?
- Hukuksal düzenlemeleri tartışmak…
“Çok zor bir zanaat” bence… Bir kez, neredeyse özel bir dilsel alandır hukuk. Öyle ki, bu alanla gerektiğince tanışık olmayan birisi kolaylıkla “sapla samanı karıştırabiliyor”. Açık söyleyeyim, böylesi yanılgılara ben de çokça düşebiliyorum; oysa çok da özen gösteriyorum. Bu yanılgıların, yabancıl dil kökenli sözcüklerin çokluğunun yanı sıra hukuksal düzenlemelerin yazımında Türkçemizin en yalın kurallarına bile uyulmamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Özellikle son yıllarda yapılan hukuksal düzenlemelerin noktalama yanlışlıkları bile o denli çok ki, anlam kaymaları kaçınılmaz oluyor. Dolayısıyla da bitmez tükenmez tartışmalarla, başta zaman ve enerji olmak üzere akıl almaz boyutta kaynak harcanıyor.
Öte yandan, böylesi yanılgılara yol açan nedenlerin bir başkası ise hukuksal düzenlemelerin neredeyse göksel bir varlık tarafından “bir gece ansızın” gündeme getirildiği, yansız ya da nesnel olduğu sanısıdır. Oysa çok açık ve tarihsel olarak da kanıtlanmıştır: Hukuksal düzenlemeler;
- Egemen üretim biçiminin bir gereği olarak, egemen sınıfların doğrudan ya da dolaylı, üstü örtük ya da açık istemleriyle gündeme getiriliyor, gerektiğinde de gerektiği gibi değiştiriliyor;
- Dolayısıyla da yansız ya da nesnel değildir, çoğunlukla da olmamıştır!
Bu nedenlerle, hukuksal düzenlemeler ya da yapılan değişiklikler tartışılırken gündeme getirildiği dönemlerdeki
- Sınıfsal ilişkilerin niteliği ile,
- Ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullarının gözden kaçırılmaması
Göz önünde bulundurulması yöntemsel bir zorunluluktur. Ancak, çoğunlukla, bu zorunluluk yerine getirilmiyor. Getirilmediği içindir ki getirilen öneriler temelsiz oluyor; benzetme yerindeyse “buz üzerine yazılmışçasına” çok daha kısa sürede siliniyor. İlginçtir bu tutum, yol açtığı onca yanılgıya ve olumsuz- luğa karşın şimdilerde de yaygın olarak sürdürülüyor. Oysa, Albert Einstein mi ya da Mark Twain mi, kim söylediyse artık, bilmiyorum: “Delilik, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir.” Bu tutumun sonuçları ise ortada: 6831 sayılı Orman Kanunu’nda(2) otuzu 2003-Mart 2023 döneminde olmak üzere yapılan tam kırkbeş değişiklik, dolayısıyla “ormanlarımız” ile ormancılığımızın içinde bulunduğu durum… Söz konusu tutum, bir bakıma “aptal puma belirtisi” değil midir sizce?
- Siyasal iktidarın akılalmaz bir “icadı”: “Torba yasalar”…
Siyasal iktidar TBMM’siz yasa yapmanın ya da değiştirmenin çok kolay bir yolunubulmuştur:
Deyim yerindeyse, “bir gece ansızın” gündeme getirdiği “torbalanmış yasa” önerileri! Birbirleriyle ilgilisi olmayan çok sayıda yasa değişikliği önerisini bir “torbaya atarak” milletvekillerinin imzasıyla TBMM’ye sunuyor. TBMM’deki ilgili komisyonlar ile genel kuruldaki muhalefet milletvekilleri ne derse desin, sayısal çoğunluğuna dayanarak hemen hemen hiç değişiklik yapmadan da yasalaştırıyor. Böylece milletvekilleri, deyim yerindeyse, “ağızlarıyla kuş tutabilecek” denli becerili olsa bile yasama görevlerini gerektiğince yapamıyor. Bu, kimin işe yarıyor sizce? Bence TBMM’nin yoksanmasına ya da işlevsizleştirilmesine; dolayısıyla siyasal iktidarın “ben yaparım, olur…”pervasızlığına! Ülkemizde “milletin iradesinin” tek adam ile onun “kapıkullarına” bu denli kolay teslim edilmiş olmasına mı yanayım bu sürecin geniş anlamda kamuya verdiği zararlara mı?
Uygulamanın son örneği, birbiriyle ilişkisiz on yasada değişikliği öneren ve çoğunluğu siyasal iktidardan 203 milletvekilinin imzasıyla TBMM’ye sunulan Orman Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi idi. İnanıyorum ki milletvekilleri her zaman yaptıkları(!) gibi bu “torbalanmış” yasa önerisini da ayrıntılı olarak incelemiş, gereksinme duydukları uzman kişiler ile ilgili meslek örgütlerine danışarak gerektiğince bilgilendikten sonra imzalamıştır. İlginçtir siyasal iktidarın bu “uyanıklığı” da kanıksandı artık. Bu “torbayla”
- 6831 sayılı Orman Kanunu,
- 2313 sayılı Uyuşturucu Maddelerin Murakabesi Hakkında Kanun,
- 5488 sayılı Tarım Kanunu,
- 6132 sayılı At Yarışları Hakkında Kanun,
- 2330 sayılı Nakdi Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanun,
- 3402 sayılı Kadastro Kanunu,
- 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu,
- 5648 sayılı Tarım ve Kırsal Kalkınmayı Destekleme Hizmetleri Hakkında Kanun ile,
- 6292 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun’unun
Çeşitli maddelerinde çok sayıda değişik yapılması “önerilmişti”. TBMM’de, tam da deprem yıkımlarının gündemde olduğu günlerde yapılan “gündem dışı” konuşmalar, onlarca önergeyle ilgili tartışmalar, milletvekillerinin birbirlerine sataşmaları ve yanıtları arasında gerçekleşen görüşmelerin şu trafiğine bakar mısınız:
– Yasa önerisinin TBMM’ye sunulması: 1 Mart 2023
– Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’na gönderilmesi: 2 Mart 2023
– Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’nda görüşmeler: 8-9 Mart 2023
– TBMM’de görüşmeler: 20-23 Mart 2023 !
Nedense depremlerin yol açtığı büyük yıkımlar ile siyasal iktidarın akıl almaz beceriksizlik ve aymazlıkları gerçekten de “beceriksizlik” ve “aymazlık” mı acaba? Karşısında yoğun toplumsal tepkiler yaşanırken gündeme getirilen yasa önerisi, 277 “kabul” ve 33 “ret” oyuyla benimsenmiş, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak 5 Nisan 2023 günü yürürlüğe girmiştir.
TBMM Komisyonları ile Genel Kurulu’nda yapılan görüşmeleri inceleyince hem çok şaşırdım hem de çok kızdım: Çünkü
- Görüşmelere katılım yine çok düşük olmuş,(3),
- Bilgi içeriği son derece zayıf tartışmalar yine ağırlıkla “orman” ya da “orman köylüsü popülizmi” düzeyinde kalmış;
- 6831 sayılı yasadaki orman ekosistemlerine onarılmaz zarar verebilen, “devlet ormanı” sayılan yerleri “yol geçen hanına” dönüştüren, ormancılık düzeninin çöktürülmesine dayanak olan maddelerine herhangi bir gönderme yapılmamış;
- Muhalefet partilerinin eleştiri ve önerileri hiç dikkate alınmamış;
- Görüşmeler sırasında iktidar ile destekçisi partilerden milletvekillerinin çok azı tartışmalara katkıda bulunmuş;
- Özellikle tarım ve kırsal sorunlarla ilgili 5488, 3402, 540 ile 5648 sayılı yasalarda yapılacak değişiklikler hemen hemen hiç tartışılmamış;
- Tarım ve Orman Bakanı ise “zahmet edip” de görüşmelere katılmamıştır.
Peki; 7442 sayılı yasanın yürürlüğe girmesinin gerek öncesinde gerekse sonrasında en duyarlı olması beklenen kişiler ile kuruluşların sergiledikleri sessizliğe, tepkisizliğe ne demeli?(4) Yahu -bağışlayın lütfen! -iyiden iyiye çöktürülen iki kesimde, tarım ve ormancılıkta yaşamsal önemde değişikliklere yol aça- bilecek bu yasanın tarım, ormancılık, doğa korumacılığı vb alanlarının hiç olmazsa duyarlı kesimlerinde çok daha kapsamlı tartışılması gerekmez miydi? Delirmek bir yana, “çıldırmama az kaldı” artık.
- 6831 sayılı Orman Kanunu’nu ve yapılan değişiklikler nasıl tartışılmalı?
“… yapılan çok sayıda ilave değişiklikler nedeniyle yasalardaki bütünlük kaybolmuştur.”
(Türkiye Ulusal Ormancılık Programı 2004-2023)
Bu bağlamda önce şunları anımsatmama izin verin lütfen: Doğal süreçler, ortamlar ile varlıkların temel özelliklerinden birisi oluşumları için emek ve sermaye harcanmamış olmasıdır. Böyleyken egemen bireyler, sonra da sınıflar egemenliklerini, önce bunlardan yararlanmayı tekellerine alarak, çok daha sonralarıysa mülk edinerek oluşturmuştur. Bu süreç giderek karmaşıklaşmış, yanı sıra, kurumsallaşmış; “özel mülkiyetin kutsallığı” söylemi altında günümüzdeki yaygın toplumsal, ekonomik ve kültürel yapılar ile ilişkilere yol açmıştır. Öyle ki, böylesi ilişkiler içinde doğal süreç, ortam ve varlıklar üzerinde de özel mülkiyetin bir hak olarak görülmesi olağanlaşmıştır. Böyle bir şey; doğal süreç, ortam ve varlıklar üze- rinde özel mülkiyet olabilir mi, olmalı mı? Bu soruya olumlu yanıt verebileceklerin toprakların, doğal olarak oluşmuş orman ekosistemlerinin, bozkırların, akarsuların, göller ve denizlerin, şimdilik kimsenin aklına pek gelmiyor ama evrenin -yalnızca gezegenimizin değil! -korunması gereğinden söz etmesi bana pek de içtenlikli gelmiyor doğrusu. Sözgelimi, iklimsel değişikliklere ilişkin, deyim yerindeyse “ne şiş ne de kebap yansın” benzeri tutumlar size anlamlı geliyor mu? Şu gerçek artık görülmeli; görülmesiyle de yetinilmemeli aşılmasına yönelik daha etkin çabalara girilmelidir:
Kapitalizm insanları emeğinin ürününün yanı sıra doğal süreçler, ortamlar ile varlıklara da yabancılaştırmıştır!
Doğa korumacı duyarlılıklar ile çabaların varlığı ve günümüzde ulaştığı yaygınlık düzeyi sizi yanıltmasın: Bu yabancılaşma, insanın benliğine öylesine içselleşmiştir ki izlerini –“kalıntılarını”?- böylesi çabalar sırasında sergilenen yaklaşımlarda, söylemler ile eylemlerde bile görebiliyoruz. Dolayısıyla egemen sınıflar da emeğin yanı sıra araziler ile doğal süreçler, ortamlar ile varlıkların metalaştırılmasına yönelik çabalarını her koşulda sürdürebilmiş; doğrusu, bu doğrultuda önemli “kazanımlar” elde edebilmiştir. Egemen sınıfların bu “başarısında” görece en önemli aracı ise hukuksal düzenlemeler olmuştur. Şimdi aşağıda dikkatinize sunduğum Çizelge 1’e “alıcı gözle” bakmanızı öneriyorum:
Çizelge 1: Doğa, Arazi Temelli Etkinliklerle İlgili Yasaların Başlıcalarında Yapılan Değişikliklerin Sayısı
Gördüğünüz gibi, egemen sınıfların ülkemizde de arazi, doğa temelli etkinlik alanlarında amaçlarına uygun hukuksal çok sayıda hukuksal düzenleme yapılmasını, gerekli gördüğü durumlarda sıkça değiştirilmesini sağlayabilmiştir.
Çizelge 1’deki görünüm, ayrık –“istisna- sayılabilecek durumlar dışında temelde, egemen üretim ilişkilerinin bir sonucudur.(5) Ormancılığımızda, dolayısıyla “ormanlarımızda” yaşanan olumsuzlukların neden- lerinin de temelde bu gerçeklik göz ardı edilmeden sorgulanması gerekiyor. Böylesi sonuçları yalnızca siyasal iktidarların, somut olarak da ilgili bakanların yahut ilgili kurum ve kuruluş yöneticilerin beceriksizlikleriyle -“ehliyetsizlikleriyle”- ya da aymazlıklarıyla açıklanması, yaşamsal önemde yanılsamalara yol açıyor. Günümüzde özellikle kamusal alanda sürekli biçimde yaşanan onca olumsuzluğa karşın bu yanılsamaların sürdürülmesini, üstelik de bu denli yaygın olmasını anlayamıyor ve açıklayamıyorum doğrusu.
Öte yandan, tüm ekosistemleri gibi orman ekosistemleri de
- Olası getirileri ile götürüleri kişilere ya da kuruluşlara özgülenemeyecek, özgülenmemesi gereken, “geniş anlamda kamusal”;
- Uzunca bir zamandır ekonomik, dolayısıyla değişim değerinin, çok daha yakın zamanlardaysa ekolojik işlevlerinin de ayırdına varılmış olmasına karşın daha çok ekonomik getirili “kaynak” olarak değerlendirilen, bundan sonra da uzunca bir zaman yine böyle değerlendirilecek olan;
- Yönetimiyle ilgili etkinliklerin uzun dönemli ve bütüncül olarak tasarlanması, planlanması ve yürütülmesi; bu amaçla, ilgili hukuksal ve kurumsal düzenlemelerin sıkça değiştirilmemesi gereken.
oluşumlardır –“varlıklardır”?-. Ama egemen sınıflar, dolayısıyla siyasal iktidarlar günümüzde de orman ekosistemlerini daha çok ekonomik getirili “kaynak” olarak değerlendirmeye çabalamıştır. Kimbilir kaçıncı kezdir yineliyorum ve şimdi bir kez daha söylüyorum: 6831 sayılı yasanın da çıkarılış amacı ile sonraki yıllar yapılan değişikliklerin bu gerçekler göz önünde bulundurularak tartışılması; genel olarak doğa, özel olarak da “orman popülizmden” kurtulmak gerekiyor. Çizelge 2/a ile Çizelge 2/b’yi özellikle bu gereği yerine getirmek için içtenlikle uğraş verenlerin bilgisine sunuyorum:
Çizelge 2/a: 6831 Sayılı Yasada 1956-2002 Döneminde Yapılan Değişiklikler
Gördüğünüz gibi, 6831 sayılı yasada özellikle 1983 yılında çıkarılan 2896 sayılı yasayla yapılan değişikliklerle,
- Tam 59 maddesi yeniden düzenlenmiş, birer de ek ve geçici madde getirilmiştir;
- 2.maddesi,1982 Anayasasının 169 ile 170. maddeleri uyarınca hukuksal olarak “orman” sayılmayabilecek yerlerin kapsamını daha da genişletecek biçimde değiştirilmiştir;
- 17. maddesi uyarınca “devlet ormanı” sayılan yerlerden, başta turizm olmak üzere ormancılık dışı amaçlarla yararlanma izinlerinin kapsamı genişletilmiştir!
- “Sınırları içinde verimli orman” bulunması koşulu getirilerek “orman köylüsü” sayılanlara sağladığı kimi haklar kısıtlanmıştır!
Bu değişiklikleri sizce dönemin ormancılığındaki “liyakatsiz kadrolar” mı yaptı? Bu soruya yanıt verirken 1980’li yılların özellikle ilk yarısında ülkemizde yaşanan baskıcı siyasal ve ekonomik koşullarını, yanı sıra, dönemin DPT Müsteşarı Turgut Özal’ın yönetiminde uygulanan IMF destekli ünlü “24 Ocak 1980 İstikrar Programı” uygulamalarını anımsamanızı öneririm.
Şimdi bir de 2003-2023 döneminde yapılan değişikliklere bakalım:
Çizelge 2/b: 6831 Sayılı Yasada 2003-Nisan 2023 Döneminde Yapılan Değişiklikler
Çizelge 2/a ile Çizelge 2/b’yi topluca değerlendirildiğindeyse ortaya şöyle bir görünüm çıkıyor:
Bu noktada yasanın özellikle en çok değiştirilen üç maddesine dikkat etmenize öneririm. Anımsayacaksınız; 6831 sayılı yasanın,
16. maddesi,
“Devlet ormanları içinde maden aranması ve işletilmesi ile madencilik faaliyeti için zorunlu; tesis, yol, enerji, su, haberleşme ve altyapı tesislerine…”;
17. maddesi,
“Savunma, ulaşım, enerji, haberleşme, su, atık su, petrol, doğalgaz, hava ayrıştırma, altyapı, katı atık bertaraf ve düzenli depolama tesislerinin; baraj, gölet, sokak hayvanları bakımevi ve mezarlıkların; Devlete ait sağlık, eğitim, adli hizmet ve spor tesisleri ile ceza infaz kurumlarının ve bunlarla ilgili her türlü yer ve binanın Devlet ormanları üzerinde bulunması veya yapılmasında kamu yararı ve zaruret olması halinde, gerçek ve tüzel kişilere bedeli mukabilinde …” ile
18. maddesi ise,
“Devlet ormanlarında; arkeolojik kazı ve restorasyon yapılmasına ve bu alanların kullanımına, tarihi eserlerin restorasyonu ve korunması için gerekli tesislere, odun kömürü, terebentin, katran, sakız gibi işletilmesinde ağaç kullanılan ocakların açılmasına, orman içi su kaynakları kullanılarak balık üretim yerleri kurulmasına ve göl, baraj ve deniz yüzeyinde yapılan balık, midye ve istiridye üretimi için ka- rada yapılması mecburi tesislere ve yeraltında depolama alanı kurulmasına; bozuk orman alanlarında orman bitkisi fidanlıkları kurulmasına, mantar ve tıbbi aromatik bitki yetiştiriciliğine, orman alanlarından üretilen odun dışı ürünlerin mamul ya da yarı mamul olarak işlenmesi amacıyla tesis kurulmasına…”
izin verilmesine ilişkin kurallar içeriyor. Bunlara, başta Ek Madde 11, Ek Madde 12 ile Ek Madde 16 olmak üzere 6831 sayılı yasaya getirilen 15 ek maddenin eklenmesini gerekiyor. Bu düzenlemelerin ülkemizde özellikle son yirmibir yılda, başta inşaat olmak üzere izlenen arazi temelli ekonomik gelişme politikalarının egemen olduğu bir dönemde gerçekleştirilmiş olması rastlantı mıdır sizce? Yahut şöyle sorayım: Çizelge 2/a ile Çizelge 2/b’de sergilenen görünümlere karşın aklınıza hâlâ, sözgelimi,
“- Siyasal iktidarları 6831 sayılı yasayla ne derdi var?” ya da
“- Bu değişiklikler de yine “liyakatsiz kadroların işi” mi?
vb anlamsız sorular gelmiyordur umarım.
Kısacası, demem o ki;
- 6831 sayılı yasada yapılan değişikliklerin temel nedenlerinden birisi uzun yıllar “orman köylüsü popülizmi” olmuş, son yirmi bir yıldaysa bu yönelime bir de başta inşaat, turizm, madencilik, enerji olmak üzere arazi temelli yatırım politikaları eklenmiş; bu yönelim giderek başat duruma gelmiştir.
- 6831 sayılı yasa yapılan onlarca değişiklik ve eklemelerle artık bütüncül bir “orman kanunu” olmaktan çıkarılmıştır.
6831 sayılı yasada bitmez tükenmez değişiklikler, temel nedenleri göz önünde bulundurmadan tartışılması, deyim yerindeyse “işin kolayına kaçmaktır”, “havanda su dövmektir”, yasak savmadır”!
- Yasak savmak mı isteniyor acaba?(6)
Bu bağlamda OMO’dan (TMMOB Orman Mühendisleri Odası) söz edemiyorum ne yazık ki: Anayasanın 135. Maddesinde sözü edilen “kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşu” özelliğini büyük ölçüde yitirmiş, ormancılık alanında “uzmanlık eğitimleri” verdiğini öne süren bir tür “dershaneye” dönüşmüştür çünkü. 1924 yılında kurulmuş, 1951 yılından bu yana “kamu yararına çalışan cemiyet” olarak etkinlikte bulunan TOD (Türkiye Ormancılar Derneği) ise daha çok ormancı teknokratların üyesi olabildikleri bir “meslektaş” örgütüdür. Geçmişte “ormanlarımıza” ve ormancılığımıza sahip çıkmak amacıyla görkemli savaşımlar verebilmiş, bu süreçte siyasal iktidarların baskılarını göğüsleyebilmiş TOD 6831 sayılı Orman Kanunu’nu değiştirecek “son” yasa önerisi karşısında da duyarsız kalmamıştır. Ne var ki, TOD, yasa önerisi gündeme geldiği günlerde önerinin gerekçesinden hareketle yaptığı basın açıklamasında nasıl oluyor da şu görüşleri öne sürebilmiştir(7):
“…Bu tespitlerin, ormanlarımızın geleceğine yönelik tedbirlerin alınacağını -en azından iyimser bir baş- langıç olabileceğini- düşünmek isterken; teklifin bütününe baktığımızda, çok ciddi tutarsızlıkların olduğu- nu görmek, bizleri hayal kırıklığına uğratmıştır.”
“…izin irtifak konusunda; tahsisteki kamu yararının, zorunluluk ve önceliklerin neler olduğu çok net ve an- laşılır kriterlerle ortaya konulmalı ve ciddi kısıtlamalar getirileceği kamuoyuna açıklanmalıdır.”
İyi de, uzman bir kuruluşun bugüne değin yaptıkları ile hiç yahut gerektiğince yapmadıkları ortada olan bir siyasal iktidara bu türden soyut göndermeler yapmak yerine “ortaya konulması” beklenen
“…izin irtifak konusunda; tahsisteki kamu yararının, zorunluluk ve öncelikler…”
ile “kamuoyuna açıklanması” istenen
“…çok net ve anlaşılır kriterler(in)”
neler olabileceğine ilişkin somut öneriler getirmesi gerekmez miydi?
Öte yandan, TOD’un aynı açıklamasında, siyasal iktidarın yasa önerisinin 6831 sayılı yasanın 17. Maddesinin değiştirilmesine ilişkin 11. maddesin gerekçesi bile bakın nasıl değerlendirilmiştir; olduğu gibi aktarıyorum:
“Teklifin 11’insi maddesine ait gerekçede; “Ormanların kanun dışı müdahalelerden korunması için sınır- ları kesinleşmiş orman alanlarında devam eden her türlü bina ve tesis inşaatlarının suç tutanağı düzen- lenmesi aşamasında durdurulamaması veya yıkılamaması sonucu inşaatlara devam edilmesi ne- deniyle kovuşturma sonucunda verilecek kararların infazı güçleşmekte, halk ile zaman zaman karşı karşıya gelinmektedir.” denilmektedir. Burada son 21 yıldır orman alanlarımızda yapılagelen bilinçli yanlışların sonucu açık bir şekilde itiraf edilmektedir.”
Açıklamada “Burada son 21 yıldır orman alanlarımızda yapılagelen bilinçli yanlışların sonucu açık bir şekilde itiraf edilmektedir.” derken sorulması da gerekmiyor muydu:
“…orman alanlarında devam eden her türlü bina ve tesis inşaatlarının suç tutanağı düzenlenmesi aşa- masında…”
neden “durdurulamıyor” ya da “yıkılamıyor”? Ayrıca, “bilinçli yanlış” ne demektir; çok daha önemlisi, bu söylem siyasal iktidarın yaptıklarını yanlışlıkla –“sehven yanlışlık” – yaptığı anlamına da gelmiyor mu?
Ek olarak, nasıl oluyor da
“… inşaatlara devam…”
edilebiliyor? Sonra,
“… kovuşturma sonucunda verilecek kararların infazı…”
“güçse”(!), bu “güçlüğün” nereden kaynaklandığının, yanı sıra, aşılması için gereğinin neden yapılamadığının da sorulması ya da sorgulanması gerekmiyor muydu?
Kaldı ki; ki sormak, sorgulamak da yeterli değildir bence; TOD gerek yasa önerisi TBMM’de görüşülürken de bu doğrultuda kamuoyunu uyarma çabasına girmesi gerekirdi. Ancak, TOD ne yasa önerisi TBMM’de görüşülürken ne de yasa yürürlüğe girdikten sonra böyle bir çabaya girmiştir.
Bu soruları salt TOD’u eleştirmek için söylemiyorum kuşkusuz; derdim, bir alan uzmanı, üstelik de gönüllü bir kuruluşun açıklamasına egemen olan yaklaşım biçimidir. Ne yazık ki böylesi yaklaşımlar yalnızca TOD’da değil çoğu meslek örgütü, sendika, gönüllü kişi ile kuruluş arasında da son derece yay- gındır: Olumsuzlanan bir gelişme gündeme geldiğinde basın açıklaması yap, gerekirse söyleşi, açık oturum vb bir etkinlik düzenle, sonra; sonrası yok !
Anlayamıyorum: Özellikle kamusal alanlardaki olumsuzlukların önlenmesi ve çözümlenmesine yönelik çabalar sırasında “tek ağacın yanı sıra ormanı da görmemekte”, yanı sıra, göstermelik sayılabilecek etkinliklerle yetinmekte neden bu denli ısrar ediliyor ki?
(1)“Geniş anlamda kamusal” söylemini yalnızca insanları değil gezegenimizdeki tüm doğal süreçler, ekosistemler ile varlıklar anlamında kullanıyorum. Kullanıyorum da, tıpkı “sorgulamalar, tartışmalar sırasında, orman sayılan yer- orman ekosistemi ayrımı yapılmalı” önermem gibi bu da pek ciddiye alınmıyor; N’apayım; “kader utansın”.
(2)6831 sayılı Orman Kanunu’nu bundan sonra yalnız “6831 sayılı yasa” olarak anacağım.
(3)Komisyondaki görüşmelere Tarım ve Orman Bakanı Yardımcısı, Orman Genel Müdürü ile OGM Kadastro ve Mülkiyet Dairesi Başkanı vb “memurlar”, TMMOB Orman Mühendisleri Odası Genel Başkanı ile SS Türkiye Ormancılık Kooperatifleri Merkez Birliği Genel Müdürü de katılmıştır.
(4)Örneğin TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası’nın web sitesini taradım. Hiçbir açıklama bulamayınca bir yazıyla başvurup “ne düşünüyorsunuz” diye sordum ancak hiçbir yanıt alamadım. Türkiye Ormancılar Derneği’nin ise yasalaşmadan sonra (25 Nisan 2023) herhangi bir açıklaması olmadı. OMO’nun da bolca ihale duyurusu yapılan web sitesinde herhangi bir bilgiye, açıklamaya yer verilmedi.
(5)Umarım ukalalık saymazsınız: Marx onlarca yıl önce şunu da söylemişti: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur.” (Kaynak: Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, (Çeviren Sevim Belli), Sol Yayınları, 1979 An- kara, sayfa 24)
(6)Bu bağlamda böylesine “derin” konularla pek de ilgilenmeyen çevre, doğa, orman korumacısı kişi ve kuruluşlara ise en azından şimdilik “dokunmak” istemiyorum.
(7)TOD, “1 Mart 2023 Tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi Milletvekilleri Tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Sunulan “Tarım Kanununda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” Hakkında Basın Açıklaması”)
Ayrıca TOD’un yanı sıra Türkiye Ormancılar Derneği Bilim Kurulu Üyesi ve ormancılık politikaları uzmanı Prof. Dr. Erdoğan Atmış, (“Prof. Dr. Atmış Orman Kanununu Eleştirdi”), İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Doğanay Tolunay, “Özel ormanları imara açacaklar” ). Ancak, bu değerlendirmelerde ülkemizde, özellikle de ormancılığımızda pek yaygın olan yaklaşım korunmuş; yine yapılan düzenlemelerin yol açabileceği olumsuzluklar, yapılması gerekenlerle ilişkilendirilerek tartışılmamıştır.