Polonya’da, Krakow Film Festivali’nde tesadüfen karşımıza Hasankeyf’in sular altında kaldığı dönemi bir gözlemci bakışıyla anlatan bir belgesel çıktı. The Town That Drove Away* (2025) adlı belgesel çok samimi bir üslupla çekilmişti ve iki yabancının gözünden o dönem şehre değil, insanlara ve onların yaşamlarına neler olduğuna odaklanıyordu. Bu belgeseli izledikten hemen sonra, filmin yönetmenleri Varşova’da yaşayan Natalia Pietsch ve Grzegorz Piekarski ile temasa geçtik. Bizimle sohbetvari bir görüşme yapmayı kabul ettiler. Bu görüşmenin deşifresini sizinle paylaşıyoruz.
Görüşme için yönetmenlere yeniden teşekkür ediyoruz!
Not: Bu belgesel, içinde yer alan kişilerin talepleri doğrultusunda Türkiye’de maalesef gösterime girmeyecek. Ancak birçok uluslararası festivalin kapsamına alındığını duymak bizi çok mutlu etti.
Cansu: Hasankeyf’teki bu yıkım ve yerinden edilmenin iki Polonyalı tarafından fark edilmesi bizim için çok ilginç ve çok değerli. Ve bu yıkım, Türkiye’nin ana akım siyasi gündeminde nispeten küçük bir etki yaratmıştı. Birçok kampanya, birçok gösteri yapıldı, ancak 10 bin yıllık tarihi alanlarının su altında kalacağı bu ölçekte bir olayın ortalığı sarsması gerekirdi diye düşündük, öyle olmadı. Ama sizler bunu fark ettiniz ve neredeyse içeriden birinin bakış açısıyla kaydettiniz. Öncelikle, bunu yaptığınız için çok teşekkür ederiz. Bu konuyu nasıl seçtiniz? Bu bölgeyle bir bağlantınız mı var, yoksa bu konuyla nasıl karşılaştınız?
Grzegorz: Bence asıl nedeni bölgeye olan merakımızdı, çünkü… okulda ve üniversitede okurken, Avrupa medeniyetinin kaynağının veya kökeninin Avrupa’da değil, Orta Doğu’da olduğunu oldukça açık bir biçimde görmüştük. Yani herhangi bir araştırmanın parçası olarak değil, sadece sıradan bir insan merakıydı. Bu yerleri birkaç kez ziyaret ettim. Her şey böyle başladı, sadece meraktan. Sonra Hasankeyf’e gidip burayı daha yakından tanımak istedim.
Natalia: Dürüst olmak gerekirse, biz sadece seyahat ediyorduk. Hasankeyf’in güzelliği ve insanları bizi çok etkiledi. O aşamada henüz bir film yapmayı planlamıyorduk, ama yetkililer yerel halka “evlerinin su altında kalacağı konusunda çok endişelenmemeleri gerektiğini, çünkü gelecekte su altı turizmi olasılığı olduğunu ve bu sayede geri dönebileceklerini” söylediler. Bu o kadar absürt bir durumdu ki, bunu duyduğumuzda durduk ve bu hikâyeyi takip edip, halk için nasıl sonuçlanacağını görmek istediğimize karar verdik. Daha fazla zaman geçirmeye başladığımız ikinci bir an vardı. Daha yakından tanıştığımız ilk kişi olan kadın kahraman ve ailesiydi ve bu durumla nasıl başa çıktıklarını gördüğümüzde bundan çok etkilendik. Polonyalıların zihniyetini ne kadar bildiğinizi bilmiyorum ama sanırım bu tür durumlarla başa çıkma şeklimiz daha çok, “Tamam, eğer orayı yıkacaklarsa, yapacağımız bir şey yok” şeklinde. Umursamıyoruz, çünkü çok ileriye bakıp ne olacağını düşünüyoruz. Hasankeyf’teki insanlar ise, tüm bu kötü şeyler olmaktayken, hâlâ şimdiki zamanda yaşayabiliyorlardı.
Grzegorz: O son anları korumaya çalışıyorlardı.
Natalia: Evet, erkek kahraman, berber gibi. Ona yıkımın ortasında “Neden burayı temizliyorsun?” diye sordum. Şöyle açıkladı: “Bu benim onurumla ilgili, yarın ya da birkaç saat sonra salonumu yıkacak olsalar da, makineler çalışıyor olsa da…” Onuru, son müşterileri için mekânı temizlemesini sağlıyordu. Bu zihniyet bizim için o kadar güçlüydü ki, insanları takip etmek istedik. Ve insanlar bu filmi yapmamızın ana nedeniydi.

Onur: İlk seyahat ettiğinizde, inşaat başlamış mıydı?
Grzegorz: Projenin 50 yıllık bir geçmişi olduğu için, her şeyin tam olarak ne zaman başladığını söylemek zor. Açıkçası, barajın ne zaman inşa edildiğini bilmiyoruz çünkü onu sadece bir kez gördük. İlk kez geldiğimizde, yeni bir tersane kurmak için bazı hazırlıklar yapılıyordu. Bizim için çok gözle görülür bir şey değildi ama yerel halk için çok açıktı. Aslında oldukça erken bir aşamaydı.
Onur: Tabi, bu sadece bir inşaat ya da çevre sorunu değil, Türk devleti, Kürt ve Arap topluluklarının yaşadığı bu bölgeyi açıkça sömürüyor. Madenler, ormansızlaşma, mülksüzleştirme ve Kürt şehirlerindeki soylulaştırmayla bu yaşam tarzını ve kültürü yok ediyor ve yerine devletin resmi ideolojisini, tek tipleşmeyi, Türkleştirmeyi koyuyor. Sizin belgeselinizde, bu türden bir değişimin öncesi ve sonrasını yan yana görebiliyoruz, yeni şehir ve eski yaşam tarzını, bu da hafızamızın bizi aldatmasını engelliyor. Herkes mezarlık gibi görünen, bir bakıma homojenleştirilmiş bir bölgede, tek tip evlere taşınıyor. Peki, önceki çeşitlilik ile sonraki homojenleşme arasındaki geçişte siz neler gözlemlediniz? Orada yok olan şeyler de olmalı.
Grzegorz: Bence bu soruyu cevaplamanın farklı yönleri veya farklı yolları var. Belki bu ilk cevap değil, ama şimdi buradan düşünmeye başladım. Çok basit olan eski evlerden, modern veya bir şekilde daha iyi olarak tanımlanabilecek yeni evlere taşınırken, bu neredeyse 19. yüzyıldan 21. yüzyıla, 20. yüzyılı atlayarak bir tür sıçrama oldu ve elbette bunun nedenleri ve yan etkileri belki de tartışılması gereken farklı bir konuydu. Ama benim hissettiğim şey, aynaya bakabilme gibi bir şeydi. Çünkü insanlar daha önce var olmayan, organize modern alanda yaşamakla bağlantılı sorunlarla bir anda karşı karşıya kalmaya başladılar. Yani, bu aynı zamanda yabancılar olarak bize de bir tür mesaj gibiydi, bir tavsiye, uyarı. Bunun politik sayılabilecek göstergelerinden biri başlayan depresyon salgınıydı. Ya da belki de insanların buna “depresyon” demeye başlaması. Çünkü önceden kimse şikâyet etmiyordu. Sorunlarla başa çıkmanın farklı yolları vardı. Ya da belki de sorunlara isim verilmiyordu. Sonra insanlar çevrimiçi terapi gibi süreçlere de başladılar, bunu kısmı mahremiyet ilkeleri nedeniyle çekmedik, ama bir başka şey de insanların kilo almasıydı.
Natalia: Evet, bir şey eklemek istiyorum. Benim için, aileler ve komşular arasındaki doğal bağların ne kadar tahrip olduğunu görmek çok etkileyiciydi, çünkü bu insanlar çok uzun süredir birbirlerine yakın yaşıyorlardı. Örneğin, kadın kahramanın küçük kız kardeşi, birdenbire sadece Arap çocukların olduğu bir sokakta buldu kendini – ve o tek Kürt çocuktu. Ve kimse bunu dikkate almadı. Seçenekleri yoktu, evleri için yeni bir yer seçme şansları yoktu. Sonunda, çok ama çok yalnız bir çocuk oldu. Neredeyse hiç Türkçe konuşmuyor, ki bu aslında oldukça özel bir durum, ana dili Kürtçe. Bir bakıma, diğer çocuklarla iletişim kurmak için Türkçe öğrenmek zorunda kaldı. Ama ilk başta çok yalnız kaldı. Aynı şey büyükbabasına da oldu, çünkü eski şehirde büyükbabasının çok iyi arkadaşı vardı. Her zaman birlikte camiye gidiyorlardı. Bu, onlar için çok önemli bir ilişkiydi. Taşınma sonrası arkadaşlar yeni kasabanın farklı taraflarına yerleştirildi. Büyükbaba için bu mesafeyi yürümek imkansızdı. İki yaşlı adam için bu çok büyük bir mesafe olduğu için birbirlerini görmeyi bıraktılar. Sonunda, taşınmadan sadece bir ay sonra, büyükbaba bu yeni gerçekliğe uyum sağlayamadığı için öldü, bunu takip etmek çok üzücü bir durumdu. Ama bu siyasi yönüyle ilgili söyledikleriniz de ilginç. İlk başta bu kasabanın sadece Kürt ve Arap topluluklarının yaşadığı bir yer olduğunu fark etmemiştik. Çok şaşırdık, çünkü ilk başta yabancıysanız bunu fark etmiyorsunuz, özellikle de insanlar dilleri karıştırdığı için kimin kim olduğunu anlayamıyorsunuz. Ama bunu fark ettiğimizde, sistemi sorgulamaya başladık, neden bu insanlara böyle bir şey oluyor diye. Sonra bu bölgede sadece bir baraj değil, 22 baraj yapıldığını fark ettik. Peki neden sadece Kürt ve Arap topluluklarının yaşadığı bir bölgeye 22 baraj yapılıyor? Tabii ki bu, siyasi bir bağlamın olması gerektiğini gösteriyor. Sizin deyiminizle Türkleştirme konusunda bizim için çok absürt olan bir şey de, ana karakterlerimizden birinin ailesinin Kürt olması ve tüm ailenin soyadının Öztürk olmasıydı. Bu, insanları Türk olmaya zorlamanın çok garip bir yolu.
Onur: Bunun tarihi çok karmaşık, açıklaması zor. Yani, hangi şehirden geldiklerine bağlı da olabilir ya da 1930’larda hangi iş kollarında çalıştıklarına bağlı da olabilir. Soyadı Kanunu 1934’te çıkarıldı ve bir şekilde seçim yapmaları gerekiyordu. Seçim yapmayanlara ise muhtemelen devlet tarafından otomatik olarak bir soyadı verildi.
Natalia: Bu deli saçması bir şey. Böyle şeyler yüzünden, bu filmi yaparken çoğunlukla sorularla başladık. Hiçbir cevabımız yoktu. Ama sorular bizi o yıllara doğru yönlendirdi. Şimdi bir şeyleri anladığımız noktada mıyız bilmiyorum, ama bu filmi bir şeyleri anlamak için çekmekti amacımız.
Grzegorz: Evet, ana odak noktamız insanlardı, çünkü biz siyaset, uluslararası ilişkiler veya çevre konusunda uzman değiliz. Evet, erkek Kahraman, işinin saç kesmek olduğunu söyledi. Bizim işimiz film çekmekti, durumu yargılamak veya yorumlamak değildi. Filmde de cevaplardan kaçınmak istedik. Kendimize sorduğumuz soruların aynısını ifade etmek istedik.
Cansu: Evet, sorulara odaklandığınızda ve insanları zaten aklınızda olan belirli bir cevaba yönlendirmeye çalışmadığınızda, eğitimli bir göz, muhtemelen tarafsız çekimleriniz sayesinde, filminizde bariz cevapları kolayca görebilir. Filmi izledikten sonra, internet sitelerine girip bölgenin ve barajın mevcut durumunu araştırmaya çalıştık. Tarihsel, politik ve sosyal etkiler o kadar güçlüydü ki, ekolojik etkileri genel olarak tartışmak neredeyse imkansızdı. Her barajda olduğu gibi, biyolojik çeşitliliğin kaybı, su kalitesinin bozulması, suyun akış düzeninin değişmesi ve toprak verimliliğinin azalması gibi birçok sorun ortaya çıkmış ve bunların hepsi bölgedeki zaten kırılgan olan bazı türleri tehdit ediyor. Ve şimdi, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, kuraklık nedeniyle barajın neredeyse boşaldığını da öğrendik. Bu film sırasında bu konuda herhangi bir bilgi edindiniz mi?
Natalia: Aslında, bunun çevreye çok büyük bir değişiklik getireceğini fark ettik, ne olacağını tahmin etmek çok zordu. Su seviyesiyle ilgili her zaman sorunları vardı çünkü çok fazla su olacağını bekliyorlardı, ama sonra barajı suyla doldurmakta sorun yaşadılar. Sonuçta, yeterli su yoktu. Suyun daha yüksek olacağı ve yeni şehre, bazı bahçelere vb. suyun dolacağı, her şeyin bir şekilde çalışacağı öngörülüyordu. Ama sonunda, su planlanan kıyıdan çok uzaktaydı.
Grzegorz: Baraj sadece ilkbaharda çalışıyor, hatta o zaman da kısmen çalışıyor, ama sonra suyun seviyesi sürekli düşüyor. Bu yüzden, bu barajın mimarı, tahmininden farklı olduğu için muhtemelen büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır.
Natalia: Ayrıca, ekolojik veya daha çevresel bir bakış açısıyla, iklimin değişeceği, bölgenin yazları çok sıcak, dayanılmaz derecede sıcak olduğu için, barajla beraber iklimin de biraz daha serin olacağı söyleniyordu. Ama şimdi Hasankeyf halkı tam tersini söylüyor, paradoksal olarak, tüm bu devasa su kütlesiyle birlikte, yeni kasabada hava daha da sıcak. Ayrıca, hiç ağaç yok, bu yüzden gölge de yok. O yeni şehir, onlar için yaşaması çok zor bir yer haline geldi.
Grzegorz: Tekrar söylüyorum, iklim değişiklikleri konusunda uzman değiliz, ama bunun nedeni, suyla birlikte yerel rüzgarların, hava konveksiyonuyla çöl bölgelerinden daha fazla sıcak hava getirmesi olabilir. Ve bu su, havaya sadece karışıyor, havayı soğutmuyor.
Onur: Evet, belki de sadece havaya nem katıyor.
Natalia: Evet, aynen öyle.
Cansu: Yani, bölgeyle ilgili bu kadar büyük bir karar vermeden önce bunu iyice düşünmek iyi olabilirdi…
Onur: Evet… Baraj elektrik üretimi için – ki aslında bölgedeki insanlar iklim değişikliği nedeniyle, özellikle yazın, klima kullanımı nedeniyle daha fazla elektriğe ihtiyaç duyacaklar – ama bölgeden daha çok, orada üretilen elektrik normalde ülkenin batı tarafına, özellikle sanayi bölgelerine, büyük şehirlere aktarılıyor. Bu tür projelerin halk arasında da öfke yarattığını görüyoruz. Berber dükkanında bu öfkeyi biraz görüyoruz, ama diğer insanlarda da bir tür kabullenme ve kaybedecekleri şey için bir tür hazırlıklı yas görüyoruz. Bu duyguyu nasıl değerlendiriyorsunuz veya gözlemleriniz neler? Öfke, direniş, kabullenme ve yas gibi farklı duyguların bu karışımı hakkında.
Cansu: Çünkü bu berber biraz direniş göstermişti, değil mi? Son saniyeye kadar oradaydı.
Natalia: Evet, bu kısmını gerçekten çok sevdim. Ama şunu da söylemeliyim ki, kahramanlarımız ve oradaki insanlar direnmenin özellikle zor olduğu bir durumdaydılar. Çünkü yetkililer bunu çok “akıllıca” bir şekilde yaptılar. İnsanlar taşındıktan hemen sonra yeni evlerin mülkiyet hakkını almadılar, yeni kasabada ev satın alma şansını elde etmek için beş yıl beklemek zorunda kaldılar. Ve geçiş anında, yeni evlerin mülkiyeti tamamen devlete ve yetkililere aitti. Bu da halkın onların takdirine son derece bağımlı olduğu anlamına geliyordu. Ve eğer biri olan biten hakkında çok fazla konuşmak, protesto etmek ve bunu medyada göstermek isterse, yeni bir ev alamama riskini göze alıyordu. Yerel halk arasında, çok eleştirel olmanın tehlikeli olduğu yönünde tartışmalar yapıldığını hatırlıyorum. Bu, onları susturmak için çok akıllıca bir yöntemdi.
Grzegorz: İkinci husus ise işsizlikti, çünkü insanlara hayvanlarını sattırdılar ve artık çobanlık diye meslek kalmadı. İnsanlar da bu yüzden sosyal yardımlara çok daha fazla bağımlı hale geldiler. Bu, onlara tüm bunları yapan yetkililerle daha sıkı ilişkiler içinde olmaları, işbirliği yapmak zorunda kalmaları gibi bir paradoks.
Natalia: Sonunda, duygulara geri dönersek, bence onlar için mümkün olan tek direniş, mümkün olduğunca uzun süre orada kalmak ve topraklarına, dağlarına, nehirlerine karşı hissettikleri bağa tutunmaktı. Onları son kez hayranlıkla seyretmek. Benim için bu çok güzel bir direniş biçimiydi, çok aktif olmasa da, daha çok zihinsel bir durumdu.
Cansu: Yani, sadece bu yeni evlerle rüşvet verilmedi, aynı zamanda tehdit de edildiler, değil mi?
Natalia: Aynen öyle.
Cansu: Evet, bu da ekranın ötesinde görülen o ince kabulü çok iyi bir şekilde açıklıyor. Neden yerleri veya hayatları için mücadele etmiyorlar? Tabii ki edemiyorlar, çünkü bu günlerin bir de yarını var, değil mi?
Onur: Evet, arka planda gizli şiddet.
Natalia: Ayrıca protestolar örgütlemeye çalışan bir kısım insan da vardı. Sonra, Hasankeyf’e yapılanları protesto etmek için gelen Türklerin protestoları da vardı. Kimsenin hiçbir şey yapmadığını söylememek gerek bence. Ama bunu filme alamadık çünkü bir keresinde filme almak istediğimde, kamerayla alana yürümeye başlamıştım, eyleme sadece iki dakika geç kalmıştım. Alanda zırhlı camları olan kocaman bir otobüs vardı ve herkes otobüse bindirildi ve ben gelene dek zaten protesto sona erdi. Aynı zamanda, “şaşırtıcı bir şekilde”, Facebook çalışmayı durdurdu ve internette “bir sorun” vardı. Böylece birkaç dakika içinde her şey sessizliğe büründü.
Grzegorz: Bence bu önemli bir detay, çünkü olanlardan sadece Türk yetkilileri sorumlu değil. Belki büyük şirketler ve diğer ülkelerle arasında açık olmayan işbirliği hakkında da konuşmak, onları da yargılamak önemli. Çünkü Facebook neden o anda bu bilgileri engellemeyi kabul etti? Elbette elimizde kanıt yok, ama sorular sorabiliriz.
Natalia: Ve genel olarak, bizim bakış açımız bunu sadece Türkiye’nin sorunu olarak görmememizin önemli olduğu idi. Hasankeyf’te buna tanık olduğumuzu gerçekten hissediyoruz. Diktatörler güçleniyor ve siyaset, halkın özgürlüğünü elinden alırken karşılığında ekonomik açıdan iyi görünen bazı şeyler veriyor, ancak pratikte özgürlüğü daha da kısıtlıyor. Bu, tüm dünyada olan bir şey. Ayrıca, kendilerini en demokratik olarak nitelendiren ülkelerde de – Avrupa’dan bahsediyorum – durum böyle. Ve filmde bizim için çok önemli olan bir sahne, insanların Gazze’den gelen haberleri izledikleri sahne, çünkü bu, bunun aslında iki yönlü olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda, Avrupa’nın bir parçası olarak, biz de hakları öldüren, insanları öldüren, İsrail’de insanları öldürmeyi destekleyen sistemin içinde olduğumuzu hissediyoruz. Bu yüzden bizim için bunun sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada olan bir şeyin örneği olması çok önemli.
Grzegorz: Benim bakış açımdan, bu durum bulanık çizgiler olarak adlandırılabilir, aradaki keskin farkı belirlemek zor. Otoriter yönetimler ve demokratik ülkeler, bence her iki sistem de birbirinden öğreniyor. Otokratlar demokratik bir şekilde davranıyormuş gibi görünmeyi öğreniyorlar. Ve ne yazık ki, demokratik ülkeler de, başkaları bunu yapıyorsa, biz de hedeflerimize karanlık yollardan ulaşabiliriz, ama hiçbir şey değişmemiş gibi davranabiliriz demeyi öğrendiler. Tekrar söylüyorum, bu alanda uzman değiliz, ama bizim hissettiğimiz şey, ülkeler, sistemler, her şey arasında düz bir çizgi olmadığı… Her şey karışık.
Natalia: Hasankeyf’ten gelen çevirmenimiz, İsviçre’deki Visions du Réel festivalinde bir araya geldikten sonra, kadın kahramanımızın filmi sinemada izleyebildiğini söyledi. Daha sonra, Hasankeyf’in hikayesini izlediğinde, bunun ona şu anda ABD’de Trump ile olanları hatırlattığını söyledi. Ona göre, şu anda ABD’de yaşananlar, 10 yıl önce Türkiye’de yaşananlara benziyor. Hasankeyf’ten birinin bu gözlemi bizim için çok ilginçti.
Grzegorz: Çünkü biz onları izliyorduk, ama onlar da bizi izliyordu. Bu gözlemleri paylaşmak ilginçti.
Onur: Evet, kapitalizm dünyanın her yerinde, tüm dünyada krizde ve sosyal hareketler de birbirine yaklaşıyor, diğer ülkelerin sosyal hareketleriyle etkileşime giriyor. Hasankeyf de daha önce Amazon Nehri’nin yok edilmesine karşı mücadele eden Brezilya’daki sosyal hareketlerle ilişkiler kurmuştu. Yani daha önce de yakın ilişkiler kurmuşlardı. Ama elbette bu baskı altında sosyal hareketleri sürdürmek zor. Uzun süreli uluslararası dayanışma veya pratik dayanışma sağlamak için çok fazla kaynakları yok. Filmler de bir bakıma bu pratik olmayan uluslararası dayanışmanın bir parçası. Röportajın sonuna gelirken, eklemek istediğiniz bir şey var mı? Ve bu tür ekolojik katliamlara karşı uluslararası dayanışmayı artırmak için çevre hareketine bir mesajınız varsa onu da alabiliriz.
Natalia: İşte bu zor bir soru.
Grzegorz: Asıl soru, bir şey eklemek isteyip istemediğimiz… Çünkü bizim pozisyonumuz fazla yorumda bulunmamak üzerine aslında. Peki, ne diyebiliriz? İnsanları filmi izlemeye davet ediyoruz, konu hakkında daha fazla araştırma yapmaya davet ediyoruz, izleyicilerle yaptığımız her soru-cevap oturumundan sonra, konuları yeni yeni açmaya başladığımızı hissediyoruz, ancak izlenebilecek farklı yönler var. Bu yüzden, bir tartışma başlatabilsek memnun oluruz diye düşünüyorum.
Natalia: Ah, tamam. Bu iyi bir cevap. Ve bence bu, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada işe yaramayan bir sistemin örneği. Polonyalı bir yazar olarak, bu açıdan bakmak benim için çok önemli.
Cansu: Bu söyleşi için ve zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.
Onur: Film için de teşekkür ederiz.
Natalia: Beğenmenize sevindik, çünkü bu bizim için her zaman önemli, özellikle de farklı ülkelerdeki Türk izleyicilerimiz çok fazla olmasa da, çok farklı tepkiler alıyoruz. Bazen olumlu, bazen de olumsuz. Mesela, neden bu kadar eleştirel olduğumuzu soruyorlar, ama bunu söyleyenlerin sayısı az. Bu yüzden, Türkiye’den bir izleyici olarak sizin görüşünüz bizim için çok önemli. Teşekkür ederiz.
