-Geleneksel tarımdan endüstriyel tarıma-
Büyük Bunalım (1929) ve ardından patlak veren Dünya Savaşı, Türkiye Cumhuriyeti yönetimine devlet inisiyatifiyle, az çok bağımsız ekonomi ve tarım politikaları izleyebilme fırsatı vermişti. Ancak Türkiye, emperyalist merkezin iç boğuşması sayesinde bulduğu bu nefes alma fırsatını değerlendir(e)medi. Dünya (emperyalist) kapitalizminin krizi karşısında/sayesinde ele geçen sağlam temellere sahip bir ekonomi kurma imkânı, Türkiye devletinin sınıfsal yapısı yüzünden heba edildi. İktidar bloğundaki toprak ağalarıyla tefeci tüccar sermayesinin ittifakı, bu göreli bağımsızlığın halkın yararına demokratik ekonomi ve tarım politikaları yönünde kullanılmasını “başarılı” biçimde engelledi. Büyük toprak sahipleri ve tefeci tüccar sınıf çıkarları gereği, toprak reformunu engelledi. Böylece etkinliği ve üretkenliği artacak bir tarım nüfusunun destekleyeceği güçlü bir iç pazarın oluşması heba edildi. Yerli sanayinin gelişmesinin önü tıkandı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası sermaye ile yeniden ilişkilenme imkânlarının artmasıyla bu sınıflar hemen eski rollerine döndü.
Savaşın bitişiyle uluslararası iklim ve koşullar bir kez daha köklü biçimde değişti. Emperyalist devletlerle şirketler, savaş yüzünden ihmal ettikleri dünyayı sömürme işine yeniden ve daha yoğun bir şekilde yönelme “imkânı” buldu. Savaşın hemen bitişinden itibaren başlayıp çeşitli aşamalardan ve dönemeçlerden geçerek bugüne gelinen süreçte, Cumhuriyetin bunalım ve savaş yıllarının zorunlulukları nedeniyle kurduğu ve bütün çelişkilerine, tutarsızlıklarına, eksikliklerine rağmen özerk bir ekonomi ve tarım inşasının altyapısını oluşturmak için yararlanılabilecekken yararlanıl(a)madı. Buraya kadar anlattığımız kurumlar dünya kapitalist merkezlerinin çıkarları doğrultusunda işleyecek biçime-hale önce dönüştürüldü, çıkarlarına uymayan engel olanlar işlevsizleştirildi ya da tasfiye edildi.
İkinci Dünya Savaşı (Paylaşımı) sonrası Avrupa’da, tabiri caizse taş üstünde taş kalmamıştı. İnsanlar açlıktan ve yakacaksızlıktan yitmekteydi. ABD, neredeyse savaşın tek galibi olarak çıkmıştı. Savaş bittiğinde dünya; bir tarafta ABD, diğer tarafta ise SSCB’nin yer aldığı iki kutba dönüşmüştü. Dünyanın kapitalist lideri değişmiş, ABD, İngiltere’den liderliği devralmıştı.
Bu liderlik değişimiyle dünya dengeleri yeniden oluştu(ruldu). Uluslararası iş bölümü tekrardan belirlendi. Savaştan kapitalizmin egemen gücü olarak çıkan ABD, bir taraftan savaş sonrası Avrupa ekonomisini canlandırmaya, diğer taraftan da uluslararası yeni iş bölümü çerçevesinde “az gelişmiş” ülkelerde kapitalizmin yukarıdan aşağıya oluşturulması için politikalar geliştirdi.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra, az gelişmiş ülkelere yardım konusu gündeme geldi, yardımlar borçlandırma biçiminde verildi, fakat “insanlık görevi” diye propaganda edildi. Yani kapitalizmin klasik silâhı yanılsama yaratma ile ilerleme, yol alma yöntemi yine devredeydi. Yardımlardan/borçlandırmalardan amaçlanan, az gelişmiş ülkelerin sosyalizme kaymalarının önünü kesmekti.
“Yeşil Devrim”
Çiftçilerin doğayla ve doğada yaşayan canlılarla çatışması, üretim yapmaya başladığı andan itibaren başladı. Çiftçi olan/olmayan herkes bilir. Tarım doğaya bir müdahaledir. Çünkü çiftçiler, belirlenmiş bir alanda üretim yaparlar. Yani o alana doğadaki diğer canlıların girmesini istemez, hele yetiştirecekleri ürüne zarar verecek canlıları hiç istemezler. Tarım bu bakımdan, diğer canlılarla ve alan üzerindeki insanın dışındaki tüm canlı varlıklar ile bir çatışma halidir.
Başlangıçta tarım yapanlar doğayı izleyerek ve onu taklit ederek üretime başladılar ve doğayı sürekli izleyerek ve gözlemleyerek, gördüklerini uygulayarak tarımı geliştirdiler.
Bu durum ilk zamanlarda ekoloji için fazla bir sorun yaratmadı/yaratmıyordu. Zamanla tekerlek bulundu, eskiye oranla ıraklar daha yakın oldu. Tekerleğin tarımda kullanmaya başlanmasıyla çiftçilerin işleri biraz daha kolaylaştı. Tarımsal üretimin ilk dönemlerinde toprağı basit aletlerle işledi çiftçiler. Sonra toprakları öküz ve karasabanla, daha sonra at ve pulluk marifetiyle işlediler ve toprağa tohumu elle saçarak ektiler. Bu yöntemle elde edilen ürünü orak veya tırpanla biçtiler, düven ile de başaktan daneyi ayırdılar. Ayırdıkları saman karışımlı daneyi samanın arasında ayıklamak için yaba ve rüzgârdan yararlandılar.
En nihayet traktör kullanımına geçtiler. Toprağı traktörle işlemeye başladılar, işlenen toprağa tohumları elle saçmak yerine traktörün arkasına bağlanan mibzerle ektiler. Biçim işinde orak ve tırpan yerine biçerdöver kullandılar. Biçer biçtiği bitkinin sapını tarlaya bırakırken aynı anda daneyi de bitkiden ayırdı.
Fakat tarıma motorlu araçların girmesiyle birlikte yoğun enerji kullanma zorunluluğu doğdu, tarımsal üretim makas değişti(rildi).
Motorlu araçların devreye girmesinden sonra bu kez çok su verildiğinde tarımda fazla verim verecek olan tohumlar kullanılmaya başlandı. Bunun üzerine bitki yetiştirmede iklime-yağış rejimine uyma yerine bitkiye su taşıma yoluna gidildi. Bu yönelim suya, dolayısıyla ekolojiye, biyoçeşitliliğe müdahaleyi de beraberinde getirdi. Ayrıca hibrit tohumlar topraktaki besin miktarını azalttı. Türkiye’de tarımında yoğunlaşan makine marifetiyle mera araziler, meralar sürülerek hayvan otlakları azaltıldı, tarımda bitkisel üretim, hayvan yetiştiriciliği birlikteliği çözülmeye başladı; çıktıları birbirine kullanıl(a)maz duruma sürüklendi. Tarım, (aile işletmeleri) dışarıdan girdi temin edici şirketlere muhtaç edildi. Hayvanlar meradan koparıldı, fenni yemlerle beslendi, tabiri caizse tarım çığırından çıkarıldı. Yoğun enerji, hibrit tohum, sentetik gübre ve tarımda böcek öldürücü zehirlerin kullanılmasıyla sermayenin “yeşil devrim” diye süslemesi, gerçekte tarımsal üretimde bilimsellikten kopmaydı. Tarımdaki bu yeni yönelime, yol ayrımına Yeşil Devrim denilerek yaldızlandı, süslü sözlerle kutsandı. Shakespeare’in; “şeytan bir günah işleteceği zaman işe önce günahı kutsallık zırhına sarmakla başlar” sözleri misali, bu yeni üretim modeline modern tarım denildi.
“Yeşil devrim”, aslında bir aldatmacaydı, illüzyondu, bilimsellikten ayrılmaydı. Aynı zamanda tarıma ve doğaya yabancılaşma, bilge tarımdan[1] cahil tarıma[2] geçişti. İlk başlarda -doğayı taklit ederek- yapılan tarım bilimsele yakındı. Çünkü “doğa bilim, bilim doğadır”. Tarımsal üretimde yeni politik yönelim sonrasında ülkemiz, bitkisel üretim yaptığı toprağında elde ettiği yemlerle ve merada beslediği hayvanların gübresini tarlada pek kullanmadı. Tarlada yetiştirdiği nitelikli yem bitkisiyle hayvanlarının besleneceği yemi sağlamadı. Münavebe gibi sınanmış bilgeliğe ve bilgi paylaşımına dayalı yöntemlerle hastalık ve haşerelere karşı mücadele etmek yerine, üretim girdilerini gelişmiş ülkelerden satın almak durumunda bırakıldı. Marshall Planı’nda diğer az gelişmiş ülkeler gibi Türkiye’ye de reva görülen üretim girdilerinde dışa bağımlı tarım ülkesi olma rolünden başka bir şey değildi. Oysaki Türkiye tarımı için doğru olanın sanayi ve tarımı eşzamanlı geliştirmek ve tarımını, üretim girdilerinde dışa bağımlı kılmamaktı.
Bu yeni tarım pratiğinde (endüstriyel tarımda) toprak “besleyicisi” olarak kimyasal gübreye, gübrenin eriyip bitki tarafından alınabilmesi için suya ihtiyaç doğurdu. Kamu sulama altyapı yatırımları yapmaya mecbur oldu. Kamunun Birinci Beş Yıllık Planında sulanan alan, 1.115.000 hektar,[3] İkinci Beş Yıllık Plan’da bu alan 1.549.000 hektar[4] olarak tahmin edilmektedir o dönemlerde. Kamunun yatırımının yanı sıra olanağı olan çiftçiler suyu çıkarmaya ve tarlasına taşımaya girişti. Bu nedenle çiftçiler santrifüj tulumbaları ve motopomplar almak zorunda kaldı. Yıllara bağlı santrifüj ve motopomp satın alma sayısı arttı. 1952 yılında santrifüj sayısı 3670 adet, motopomp sayısı 4.0007 adet iken 1967 yılında santrifüj sayısı 22.860’a motopomp adedi 66.660’a yükseldi.[5]
Artışa bağlı olarak santrifüj tulumba ve motopomp sanayisi (şirketleri) üretimini artırdı. Buradan şirketler çiftçinin sırtından bol kazançlar elde ettiler.
Endüstriyel tarım benimsendikçe, devletin eğitim ve yayım desteği ile yayıldıkça, suni gübre kullanım miktarı arttı. Suni gübre sağlayıcıları başlangıçta kamu, sonraları tek başına şirketler tarafından üretildi ve çiftçilere satıldı. Çiftçilerin hayatına giren suni gübre şirketleri kazanan, suni gübre kullanarak üretim yapanlar soyulan taraf yaptı. Suni gübre kullanımı 1938 yılında 1.376 ton iken 1967 yılına gelindiğinde 1.535.278 ton oldu.[6] Suni gübreler sayesinde hibrit tohum verimliliği artmaktaydı, başka türlü yüksek verim vermiyordu, kullanmak gerekti. 2023 yılına geldiğimizde kimyasal gübre kullanımı 5-5,5 milyon tona erişti; toprak bozuldu, yeraltı, yerüstü suları kirlendi, iklim değişikliğini bu kimyasallar arttırdı. Bu yolla elde edilen ürünlerin besin değeri düştü.
Fakat suni gübre, sadece yetiştirilen bitkiyi değil ana bitki dışında toprakta tohumları bulunan diğer otları/bitkileri de çoğalttı. İstenmeyen bu otları imha etmek için ilaç kullanma zorunluluğu doğdu. Otların artmasına paralel olarak sayıları artan böceklere karşı kimyasal ilâç-zehir kullanmak gerekti. Kimyasal ilaç kullanım miktarı 50 bin tonu aştı; ürünler ilaç kalıntılı oldu, sağlık sorunları arttı, su ve toprak kimyasal ilaç kullanımıyla kirlendi.
İlacı kullanmak için ilaç serpme makinelerine ihtiyaç doğdu. Endüstriyel tarımın yayılmasına bağlı olarak ilaç serpme makinelerinin imalat ve satışı arttı. Bir yandan ilaç şirketleri sattığı ilaç (zehir) karşılığı diğer yandan ilaç serpme makineleri üreticisi firmalar, çiftçinin ürün parası daha cebine ulaşmadan bir bölümünü aldı. 1953 yılında mayi halindeki ilaç serme makine sayısı 16.483, toz halinde ilaç serpme makine adedi 3.152 iken bu sayılar 1967’de sırasıyla 134.210 ve 34.610’a yükseldi.[7]
Bu tarz üretim, geniş ölçekli arazilerde kazançlı olabildiği için büyük traktörler, biçerdöverler daha birçok âlet ve ekipmanların kullanılmasına ihtiyaç oldu. Artan traktör miktarı oranında petrol kullanma zorunluluğu doğdu, tarımda yoğun enerji kullanımı başladı, çiftçinin her geçen gün enerjiye ayırmak/vermek zorunda kaldığı pay sağlayıcısı olan şirketler tarafından arttırıldı. Endüstriyel tarım için gerekli olan alet makine ve yedek parça fiyatları ile onları çalıştırmak için gerekli mazot ve elektrik fiyatlar ve üretici firmaların bu girdilere mütemadiyen yaptıkları zamlarla çiftçiler iliklerine kadar sömürüldü. Traktör sayısı 1936’da 961 adet iken 1967’de 74.982’ye, biçer-döver sayısı 1936’da 104 iken 1967’de 7.840’a çıktı.[8] 1978’de 286 500’e[9] yükselen traktör sayısı, günümüzde hem makine kullanımı hem sayısı hem çeşidi arttı. 2020 yılı itibariyle Türkiye’deki traktör parkı 1.442.209 olmuştur.[10]
Şöyle;
- İnek, koyun-keçi sağım makineleri,
- Keçi koyun kırkım makineleri,
- Patates, yer fıstığı söküm makineleri,
- Ayçiçeği, pamuk biçerdöverleri,
- Çapa makineleri, kültivatörler, frezeler, sed yapma makineleri, ürünleri dondan korumak için sisleme makineleri, meyve-sebze tasnif ve ambalajlama makinaları,
- Soğuk hava depoları, soğuk taşıma araçları,
- Aspir, kolza, ayçiçeği yağlı bitkilerden yağ çıkartma makineleri,
- Yonca, fiğ, yeşil mısır gibi hayvan yemlerini ve çayır otlarını biçme, toplama, kurutma, balyalama makineleri gibi enerji gerektiren daha yüzlerce çeşit…
Tarımsal ilaç, gübre, alet ve makineler dış ülkelerden sağlandı. Çiftçilerin tarımsal kredi ihtiyacı ilk başlarda (endüstriyel tarıma geçildiğinde) kamu tarafından karşılanıyordu. Bu girdilerin kullanımının yaygınlaştırılması için devlet zirai donatım kurumları aracılığıyla yabancı girdi sağlayıcı şirketlerden satın aldı, onlara paralarını peşin verdi, çiftçilere açtığı kredilerle sonradan tahsil etti. Bu nedenle tarımsal kredi miktarının artış oranını/derecesini, endüstriyel tarımın yaygınlığını gösteren bir termometre olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Krediler artan makine sayısına bağlı olarak sürekli arttı. Artan kredi miktarından faydalananlar büyük oranda orta ve büyük ölçek toprakların sahipleri olan ağalar oldu. Onlar bu kredilerle semirirken küçük aile çiftçiliği yapan üreticiler elekten geçiyordu, eleğin gözeneklerinden düşenler, yalın yapıldak kentin yolunu tuttu. 1940 yılında tarımsal kredi miktarı 50 milyon lira iken 1967’de 5 milyar 551 milyona ulaştı.[11] 2023’lerde kredi miktarı 300 milyar TL’yi aştı.
Peki, bunca çaba, verimliliğin artmasına katkı koydu mu, ya da tarıma ve tarımcıya yarar sağladı mı? Hani Anadolu’da bir söz vardır; “atılan taş, ürkütülen kurbağaya değdi mi? Başka bir deyişle kimyasal üretim girdilerinin kullanılması için harcanan onca çaba, bu uğurda saçılan onca para karşılık buldu mu?
Bunun için işlenen toprak miktarına ve bu topraklardan elde edilen verimliliğe bakmak gerekir. Yoksa elde edilen ürün artışı işlenen toprağının ölçeğinden mi kaynaklı? Önce işlenen toprak ölçeğine bakalım.
Cumhuriyetin ilk yıllarında (1928) çiftçiler, 6 milyon 500 bin hektar arazi işliyordu, 70’lere gelindiğinde bu ölçek 24 milyon hektara merdiven dayadı, [12]–[13] neredeyse 4 kat arttı. Peki, bu toprak nereden sağlandı? Çoğu traktör alma gücüne sahip toprak ağalarının çayır ve meraları işlemeleri-talanıyla gerçekleşti. Başlangıçta bu arazilerin talanını devlet engellemedi, göz yumdu, sonra talan edilen bu toprakları ağalara tapularını vererek, talana yasal kılıf geçirdi. Bu toprak gaspı, birinin bir yerden alelade -haksız biçimde- bir şey almasından farklıydı; yönetenler (hükümetler) devleti toprak düzeni/düzensizliği üzerinden adaletsiz bir temelde inşa ediyorlardı aslında. 1928’de 46 milyon 298 bin hektar olan çayır ve mera miktarı 1967’de 26 milyon 135 bin hektara geriledi.[14] Çayır meraların amaç dışı kullanımından (maden ve enerji şirketleri, konut, turizm şirketlerinin hükümetler destekli talanıyla) kaynaklı ölçeği şimdilerde (2023), 12 milyon hektarlara kadar düştü.
Gelelim üretim girdilerinin üzerinden verimlilik durumuna. Öncelikle tarım hava koşullarına bağlıdır. Bunu kabul etmek durumundayız. Tarımsal üretimde hava koşullarına bağlı olarak verim dalgalanmaları yaşanır. Bu doğaldır, eşyanın tabiatı gereğidir.
Şimdi vereceğim bilgiler kimyasala dayalı endüstriyel tarım verileridir, onun sonuçlarıdır. Doğal üretim ile kıyaslaması az da olsa yapılabilir. Kimyasal girdilerin yoğun kullanılmadığı 1940’larda hava koşullarına bağlı olarak buğdayın hektara verimi 928 kg, 1948’lerde 1086 kg olmuş. Kimyasal üretim girdileri yoğun enerji kullanımının başlandığı 1964 yılında hava koşullarına bağlı olarak 1.054 kg, 1967 yılında 1.250 kg hektara verimlilik elde edilmiş.[15]
Evet. Verimlilik üzerinden endüstriyel tarım için koparılan fırtına; “modernliktir, dünyayı açlıktan kurtaracaktır, medeniyettir” söylemleriyle muhalefet etmesi gereken aydınları da kendilerine yedekleyip, engelsiz/muhalefetsiz biçimde üretim arenasına giren kimyasallı tarım modelinin verimliliği bu mu olmalıydı? Sürdürülen yoğun enerjili, kimyasal kullanımına dayalı, ekolojiyi tahrip eden modele tersten bakalım; bunca çaba, harcama, kamunun işgücü enerjisi, ıslah ve geliştirmeye ayrılmış/verilmiş olsaydı, sonuç ne olurdu? Bu bilinmiyor, çünkü kimyasala dayalı üretim modeli baş tacı yapılmıştı, onun dışındaki üretim tarzları ilkellik olarak propaganda ediliyor, itibarsızlaştırılıyordu. Islah çalışmaları ve çabaları değersiz olarak görülüyor, önem verilmiyordu.
Türkiye’nin 1950’li yıllara değin kapalı ve çoğunlukla kendi gereksinimlerine yönelik üretim biçimi, bu tarihten sonra kabuk değiştirdi ve uygulanan ekonomik politikalar nedeniyle dışa bağımlılık arttı.
Şehir nüfusundaki artış hızı, köy nüfusundaki artışın önüne geçti. Kırsal nüfusun toplam nüfusa oranı incelendiğinde de 1946–1960 döneminde kırsal nüfusun toplam nüfus içindeki payı azaldı.[16] Kırsal nüfusun toplam nüfusa oranı 1945’te yüzde 75 iken 1960’da yüzde 68,08’e geriledi.[17] Bugün kırsalda yaşayan nüfus oranının yüzde 8’ler civarında olduğunu da buraya ayrıca not edelim.
Kişi başına düşen millî gelir artmaya, tarımın GSMH (Gayri Safi Milli Hasıla) içindeki payı ise azalmaya devam etti. Tarımın GSMH içindeki payı, 1946’da yüzde 46 iken 1960’da yüzde 38’e geriledi.[18] Bugün (2023) bu oran tek haneli rakamlara düşmüş, yüzde 6’lar civarındadır.
Dönemin ekonomi politikaları gereği, girdilerden sulamaya, kredisinden pazarlamasına kadar birçok hizmet (yol ve elektrik gibi genel hizmetleri saymazsak) köye geldi, üretim arttı, pazarla bütünleşme hızlandı. Ancak bu gelişmeler ağırlıkla tefeci-tüccar ve büyük toprak sahibine yaradı.
Marshall Planı’yla öngörüldüğü gibi Ziraî Donatım Kurumu (ZDK), Tarım Kredi Kooperatifleri (TKK) ve Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri (TSKB) çok uluslu şirketlerin traktörünü, tohumluğunu, ilacını, gübresini sattı; Ziraat Bankası da çiftçilere ziraî krediler vererek çokuluslu şirketlere ait girdilerin satışını kolaylaştırdı. Oysaki tarımsal Kamu İktisadî Teşebbüslerinin (KİT), Kamu İktisadî Kuruluşlarının (KİK) ve Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin (TSKB) kuruluş amaçları kendi traktörünü, ilâcını, gübresini, tohumluğunu üretmek ve pazarlamaktı.
Ziraat Bankası, düşük faizli kredileri ile tefeci-tüccar ve büyük toprak sahiplerini finanse etti. Küçük köylü, kredilerden yararlanamadığından girdileri daha pahalı aldı. Büyük toprak sahiplerinin bir bölümü devletten ucuz kredi alıp, çiftçilere tefecilik koşullarıyla verip, kârlarına kâr kattı. Doğanın canlı organizmaları küçük çiftçiler borcunu ödemek için ürününü beklet(e)meden ve ucuza satmak zorunda kaldı. Tarım Satış Kooperatifleri ve diğer alım ofisleri büyük çiftçinin ürününü daha yüksek fiyatla aldı. Ayrıca büyük üreticiler, ürünün fiyatı yükselince satmak üzere bekletebilecek olanağa sahipken küçük üreticiler değildi. Bu konuda bir politika üretilmediği gibi devlet hizmetleri büyük çiftçilere getirerek/sunarak nispi rantlarını daha da arttırıyordu. Toprak ağalarının yanı sıra aracılar, tefeciler ve üretim girdisi sağlayan büyük tarım, mekanizasyon ve ecza şirketleri bu süreçte hızla güçleniyordu. Başka bir deyişle tarım için sosyal adalet isteyen Menderes’in politikası, tarım sektörü içinde adaletsizlikleri besliyor, eşitsizliği uçurumlaştırıyordu.
“Tarıma öncelik” tavsiyesinde bulunan Dünya Bankası Misyonu üyelerinden William H. Nicholls, daha 1955 yılında bu gelişmeyi şöyle değerlendirmekteydi:[19]
“1953’te Türkiye’nin tarımı makineleştirme programından doğrudan doğruya sadece 25.000–27.500 kadar çiftçi ailesi faydalanmıştır ki, bu yüzde 1’den biraz daha yüksek bir nispeti ifade eder. Sözü geçen ailelerin yıllık ortalama geliri muhtemelen 15.000 dolardan fazla olup, 1952 sonunda bütün çiftçilere dağıtılan resmi kredilerin en az yüzde 25’ini bu aileler almıştır… Türkiye -önce endüstride, sonra tarımda- ‘vitrin’ gösteriş tipi diyebileceğim bir ekonomik kalkınma politikası takip etmiş, yani geniş halk kitleleri aleyhine, ufak bir müstahsil gurubunu son derece korumuş, yardım vermiş, şu veya bu şekilde imtiyazlandırmış ve bu suretle bunları vatandaşlardan pek azının katıldığı bir ilerlemenin sembolü haline getirmiştir. Oysaki bir yoksulluk denizi içinde birkaç imtiyaz adası, ekonomik kalkınmanın varlığını pek gösteremez.”
Sonuç olarak; 1945 yılından sonra egemen sınıflarca Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte iktidar bloğu içinde yer alan küçük burjuva bürokratların artık yer almaması isteniyordu ve öyle oldu. İktidar bloğu; sanayi burjuvazisi, ticaret burjuvazisi, toprak ağalarının ittifakına dönüştü.
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu[20] sabote edilerek toprak reformu yapılamaz/işleyemez hale getirildi. Köylüler için üretilen politikalarda köylü yok sayıldı, söz ve karar sahibi olabilecekleri mekanizmaları yaratmak yerine, köylülerin adına kararlar alınmaya devam edildi.
Tarımın bağımsız örgütlenmesi için kurulan, tarımsal KİT’ler, KİK’lar, TSKB’leri ve Ziraat Bankası, kuruluş amaçlarını gerçekleştirmek yerine Marshall Planı’nın uygulama araçları olarak işlevlendirildi.
II. Dünya Savaşı sonrası hükümet olan her siyasal parti endüstriyel tarım modelini uygulamaya devam etti. Endüstriyel tarımın yanlışlığı ve yarattığı tahribatlar görünmezden gelindi, hatta tek çıkar yol olarak görüldü değerlendirildi. Öyle propaganda edildi. Bu uğurda ıslah çalışmaları yapan kurumların ödenekleri kısıtlanarak, gerekli önem verilmeyerek etkisizleştirildi. Şirketlerin endüstriyel tarım için devletler seferber oldu, bu uğurda lise ve üniversitelerde eğitim müfredatları değiştirildi, fakat açlığa bir çözüm olmadığı, tersine açlığın ve kıtlığın yolunu asfaltladığı net olarak ortaya çıktı.
Küçük aile çiftçiliğinin ise verimi arttırdığı, açlığa kıtlığa çare oluşturduğu dünyadaki en üst perde kurumlar tarafından bile kabul edilmektedir artık. Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Özel Raportörü Oliver de Shutter’in, Birleşmiş Milletler Ulusal Konseyi 16. Toplantısı’na sunduğu ve 8 Mart 2011 tarihinde kamuoyuyla paylaşılan resmi raporu, küçük çiftçilerin ekolojik yöntemleri kullanarak gıda üretimini on yıl içerisinde kritik bölgelerde iki katına çıkarabileceklerini gösteriyor.[21] Yirmi Afrika ülkesinde uygulanan son projelerin, üç ile on senede verimi iki katına çıkardığını vurgulayan de Shutter, raporunda bu gerçeği “bugüne kadar ekolojik tarım projeleri ortalama verimi gelişmekte olan 57 ülkede %80, Afrika ülkelerindeki tüm projelerde ise %116 artırdı”[22] diyerek ortaya koyuyor.
Bütün bu gerçeklere rağmen, endüstriyel tarımın bir üst versiyonu olan, onu aratacak yeni bir yol ayrımına gidiliyor şimdi. Küresel tarım, gıda ve ecza şirketleri gelinen yol ayrımında çiftçilerin “Dijital Devrim/Akıllı Tarım” yönüne sapmalarını istiyor.
Tarımda Dijital Devrim- Akıllı Tarım
Şimdilerde tarım, Akıllı Tarım adıyla bir hediye paketi gibi süsleniyor, göz alıcı hale getiriliyor, yaldızlanıyor ve öyle sunuluyor.
Peki, “Akıllı Tarım” Nedir?
Tarımsal verimliliğini artırmak için toprak ve ürün yönetimini, kaynakların daha ekonomik kullanımı ile çevreye verilen zararın en aza indirilmesini sağlayan tekniktir.
Bu kapsamda klasik üretimden vazgeçilerek, araziyi homojen olmayan değişken bir yaklaşımla ele alan bir uygulama biçiminin hayata geçirilmesi hedeflenmektedir. Burada amaçlanan ana unsur, tarımsal üretimde uygulanan girdilerin, ihtiyaç duyulduğu yerde, zamanda, miktarda kullanılmasıdır.
Bu tanım tarım kapitalistlerinin kendi tanımları ve savunucuları olan yandaşlarının aktarımlardır.
Tanımda altını çizdiğim cümleyi aşağıya alalım şimdi. Sermaye ve yandaşları tanımlarında, “çevreye verilen zararın en aza indirilmesini sağlayan” diyor. Yani bugüne kadar kullanılan, size sattığımız tarımsal girdiler çevreye zarar veren girdiler olduğunu diyor, itiraf ediyorlar. Aynı kesim akıllı tarımın amacını da şöyle açıklıyor:
Akıllı tarım, bir tarım işletmesinde ürün ekiminin yapıldığı alanda konumsal ve zamansal açıdan farklılık gösteren gereksinimlere, bu konum ve zaman kriterleri göz önünde bulundurularak yapılacak müdahaleyi esas alan modern bir tarımsal üretim teknolojisidir. Akıllı tarım, geliştirilmiş bilgi ve kontrol sistemlerinin kullanımıyla kaynak israfının önüne geçmeyi, ürünün brüt getirisini artırmayı ve üretimden kaynaklanan çevresel kirliliği en aza indirmeyi amaçlamaktadır. Akıllı tarım teknikleri, toprak işlemeden hasada kadar bitkisel üretimin hemen her döneminde kullanılabilmektedir.
Akıllı tarımın hedefleri arasında gübre ve ilaç gibi kimyasal giderlerinin azaltılması; bu kullanımların azaltılarak çevrenin korunması, yüksek miktarda ve kaliteli ürün sağlanması; işletme ve yetiştiricilik kararları için daha etkin bir bilgi akışının sağlanması ve tarımda kayıt düzeninin oluşturulması yer almaktadır.[23]
Evet. İlk paragrafta, şöyle bir ibare var: “Akıllı tarım, geliştirilmiş bilgi ve kontrol sistemlerinin kullanımıyla kaynak israfının önüne geçmeyi,” Peki, bizim bildiğimiz kapitalizm, kâr güdüsü ile hareket eden sistemdir. Yanlış mı biliyoruz? Hayır, öyle. Dijital tarımcılar kapitalist değiller mi? Kapitalistler!
Bir başka soru, Akıllı Tarım uygulamasında kimyasal kullanılmayacak mı? Kullanılacak, bunu altını çizdiğim paragrafta alenen belirtiliyor, ama az kullanacak. Yine soralım, bu kapitalizmle çelişmiyor mu? Çelişiyor! Ayrıca bu sistem madem bu kadar akıllı -ki öyle gözüküyor- niye kimyasal kullanılmayan bir üretim modelini öngörmüyor? Aklını buna niye yormuyor? Tarımda kimyasal kullanmayarak onların “çevre” dediği benim “ekoloji” diyeceğim kaygıyı tümden bertaraf etsek daha iyi olmaz mı? Bu konuda sözü bir bilim insanına bırakalım.
Hassas tarım her şeyi çözer mi? – Tayfun Özkaya
“Diyelim ki 10 dekarlık bir pamuk tarlanız var. Endüstriyel tarım yaptığınızı düşünelim. Önce toprak analizi yapmanız gerekiyor. Eğer toprak tarlanın değişik yerlerinde çok değişmiyorsa bütün tarlayı temsil edecek şekilde bir toprak örneği alırsınız. Daha sonra size ne kadar kimyasal gübre atacağınızı hesaplarlar. Dekara ne kadar tohum atacağınız da benzer şekilde belirlenebilir. Hassas tarımda ise bu işler daha “hassas” olarak yapılır. Bu tarla örneğin 25 metrekarelik parçalar halinde ele alınır. Coğrafi bilgi sistemi kullanılır. Kimyasal gübre ve tohum atan makine uyduya bağlı çalışır. Arazi üzerinde yürürken nerede olduğunu bilir. Bunun için önce, her 25 metrekarelik birimden ayrı bir toprak örneği alınır. Gübre, tohum, su her birime ayrı bir miktarda uygulanır. Bütün bir tarlaya eşit miktarlarda atılan gübre ve tohum yerine her birime hassaslaştırılmış düzeylerde uygulama yapılır. Tabii hasat yapılırken de hasat makinası her birimin verimini ayrı ayrı belirleyerek coğrafi bilgi sistemine kaydeder. Sulama vb. uygulamalar için de benzer şeyler yapılabilir. Bu sistemde hem uygulanan gübre toplamda azaltılabilir hem de toplam verim arttırılabilir. Güzel mi? İyi de bu sistem endüstriyel tarıma son vermiyor. Kimyasal gübrenin hem masrafı hem de ekolojik olumsuz etkileri sonlandırılmıyor. Ayrıca bu sistemde uygulanan makineler toprağı ezmeye ve yapısını bozmaya devam ediyor. Ayrıca bunlar çok pahalı. Bu ise işletmelerin devleşmesini gerektiriyor. Köylüyü yok edecek bir süreç hızlanmaya başlıyor. Hâlbuki hiç kimyasal gübre ve tarım ilacı kullanmadan pamuk yetiştirmek mümkün. Dolayısıyla hassas tarım, bu uygulandığı şekilde sorunları çözmüyor. Burada verdiğim pamuk örneği bazılarınıza çok ters gelebilir. Çünkü pamuk dünyada en çok tarım kimyasalı kullanılan bitkilerden önde gelenlerindendir. Ancak pamuğu ekolojik üretmek mümkündür. Ülkemizde de bunu yapabilenler vardır. Peki, ileri teknolojiye karşı mıyız? Hayır. Ancak ileri teknoloji deyince mutlaka aklımıza birtakım makineler gelmemeli. Örneğin sadece elektrikli çit kullanarak bütüncül mera yönetimi yöntemi ile mera ıslah edebiliriz. Şüphesiz makinelere de karşı değiliz… Önemli olan teknolojiyi kimin ve ne amaçla geliştirdiğidir.”
Ayrıca “akıllı tarımcılar” bu yeni devrimlerini bir fırsat olarak nitelendiriyorlar. Devrimlerinin sunduğu fırsatları da şöyle aktarıyorlar:
“Teknoloji kullanımında dünyanın yaşadığı son endüstriyel devrimin yani Endüstri 4.0 sürecinin, tarım teknolojilerine olan yansıması ile tarımsal verimlilik, çok daha üst bir seviyeye çıkmaktadır. Bu süreçte, traktörler ve bağlı oldukları ekipmanların tüm üretim süreci boyunca birbirleriyle iletişimi söz konusudur. Dijital tarımla tarlanın hangi bölgesine ne ölçüde ve ne tür gübreler koyulması gerektiği, nasıl bir ilaçlama yapılacağı, bitkilerin sulama zamanı, toprağın durumu, tahmini hasat zamanı, detaylı ve gerçek zamanlı bir şekilde görebilmektedir. Böylelikle Tarım 4.0 uygulamalarını hızlandırmaktadır.
Akıllı tarım uygulamalarında; toprak analizi, toprak işleme, ekim, gübreleme, ilaçlama, ürün koşullarını izleme ve hasat işlemlerinin daha etkin bir şekilde yerine getirilmesinde “teknoloji”den yararlanılabilmektedir. Algılama, izleme, kontrol, veri transfer ve karar destek sistemleri akıllı tarım uygulamaları için gerekli olan teknolojilerdir.”[24]
Yukarıda altını çizdiğim bölümde verimliliğin artacağı belirtiliyor. Soru şu olmalı diye düşünüyorum. Akıllı Tarım öncesinde girdiler kimyasaldı, uygulanacak olan kimyasallar, üstelik bildik, aşina olduğumuz zehirler ve ekolojiyi tahrip eden, insan sağlığı için risk oluşturan, iklim krizini besleyen girdiler değil mi? Evet. Verim nasıl artacak? Sistemin sağlayacağı verilerle bu kimyasalların ulaşmadığı yerlerde de kullanılarak –ki o zaman kullanımı ve ona bağlı olarak tahribat oranı artacak- kullanım miktarı artmış olmayacak mı? Yani çok kullanılıyor da ondan mı verim düşük, az kullanmayı sağlayarak verim mi arttırılacak?
Akıllı tarımda kullanılacak teknolojik araçlar neler, savunucuları şöyle sıralıyor:
- Sensörler,
- Uzaktan algılama drone ve uydu teknolojileri,
- Yapay zekâ,
- Robot teknolojileri,
- Görüntü işleme teknolojileri sıralanabilir.
Sensörlerle toprağın ve havanın ısısını ölçebilmek, sulama ve ilaçlama gibi işlerde daha bilinçli ve kararında uygulama yapmayı sağlıyor. Lokal meteoroloji istasyonları ile bölgesel tahminlere ulaşılabiliyor. Böylece çiftçiler kendi bölgelerindeki hava şartlarına daha hâkim olarak karar alabiliyorlar.
Akıllı sulama sistemleri de yine hayatı kolaylaştıran ve su tasarrufu sağlayan teknolojilerden biri. Artık akıllı cep telefonundan bile kontrol edilebilen sistemler mevcut. Tarlaya gitme zahmetine ve masrafına katlanmadan çiftçiler bulundukları yerden tarlalarını sulama şansına sahipler.
Uydu görüntü işleme sistemleri ile arazilerin verimliliğini ve bu verimliliği etkileyen faktörleri hiç araziye gitmeden tespit edebilmemiz mümkün oluyor. Görüntü işleme teknolojileri ile hastalık ve zararlıları çok kolayca tespit edebiliyor.
Ayrıca akıllı tarım uygulamalarıyla tarlanın hangi bölgesine ne ölçüde ve ne tür gübreler koyulması gerektiği, nasıl bir ilaçlama yapılacağı, bitkilerin sulama zamanı, toprağın durumu, tahmini hasat zamanı, detaylı ve gerçek zamanlı bir şekilde görebilmektedir.[25]
Varsayalım ki zehir kalıntılı üretime, küresel iklim değişikliğine katkısı, ekolojinin tahribine aldırmadık (aldırmamazlık etmeyelim de; faraza diyorum). Bu araçlara ve olanaklara bedelsiz mi sahip olunacak? Küçük çiftçi nasıl sahip olacak, yararlanacak, hangi çiftçiler sahip olabilecek? Bedelli mi, bedelsiz mi olacak? Bedelli ise kim karşılayacak, devlet mi? Bunun neresi daha ucuz/olacak?
Devlet karşılayacaksa, bunu kullanarak yararlanacak olanlar, büyük toprak sahipleri ile kapitalist işletmeler olacak. O zaman devlet sadece tarımın sermayedarlarını desteklemiş olmayacak mı? Olacaksa bu adalet mi? Ayrıca bu araç ve gereçlere güçlü kapitalist çiftçiler sahip olabilecek, sahip olma kullanma bilgisine sahip olmayan-olmayacak olan küçük aile çiftçiliği yapanlar tasfiye mi edilecek? Akıl bunun neresinde?
Gelelim konunun özüne; yoğun enerji ve kimyasala dayalı yeşil devrim-endüstriyel tarım çiftçiyi yaptığı işine-mesleğine yabancılaştırdı.
Dijital Tarım-Akıllı Tarım ise çiftçinin birikmiş bilgisini, bilgeliğini, yani aklını tarımsal üretim sürecinden devre dışı bırakacak, tarımın bugüne kadar oluşmuş olan belleğini silecek/yok sayacak -en çok da kadınların-, yerine şirketlerin çıkarına çalışacak-işleyecek dijital aklı monte edecek. Başka bir deyişle tarımın on binlerce yılda oluşmuş belleğini yerinden alacak, akıldan yoksunlaştıracak (akılsızlaştıracak) yerine üretim girdileri sağlayan şirketlerin yararına bilgi yüklü dijitali bir bellek yerleştirecek. İşte buna “Akıllı Tarım” deniyor. Bu yöntem küçük ve orta ölçekli çiftçiyi tarımın içindeki “yabancı bir otu ayıklar” gibi ayıklama işi. Bu akıllı tarım sürecine topraksız tarım eşlik edecek böylece tarım toprağın bağrından koparılacak.
Topraksız Tarım
Küresel tarım, gıda ve ecza şirketleri tarımda yaptıkları “yeşil devrim”in şimdi “dijital devrim”, “akıllı tarım/hassas tarım” ile değiştiriyor. Devrim dedikleri bu değişimi topraksız tarım ile örtü altı üretimi kapsayacak şekilde genişletiyor. Şirketler yaptıkları devrimler ile kazançlarını katlıyor, çiftçileri çiftçilikten, bitkileri vatanları olan topraklarından koparıyor.
Oysa üzerinde yaşadığımız toprak, kültürümüzü belirleyen, canlılığı var eden yaşamın temel öğesidir. Yani toprak, sadece kum ve kilden oluşan bir yapı değildir. Toprağın üzerinde gezinen birisi ayağının altında milyonlarca canlının yaşadığını hissetmez, bilmez. Oysa toprağı toprak yapan içinde yaşayan canlılardır. Toprakta yaşayan canlıların hemen hepsi birer geri dönüşüm uzmanıdır. Bitkilerin ölü bölümlerini, salgıladıklarını veya kadavralarını öyle güzel işler ki buradan çıkan besinleri bitkiler tekrar geri alır.[26]
Toprakta bitkinin yetişebilmesi için gerekli tüm besinleri hazırlayan birçok canlı yaşamaktadır. Bir gram toprakta, yaklaşık 600 milyon bakteri, 400 milyon maya, 100 bin yosun hücresi vardır. Bir hektar tarım arazisinin, en üst 15 cm kalınlığındaki katmanında, 20 bin kilogram mikroorganizma (canlı) bulunur; ayrıca, 370 kilo tekhücreli, 50 kilo ipliksi solucan, 10 kilo kuyruklu sıçrayanlar, 15 kilo halkalı solucanlar, 50 kilo kırkayak, 17 kilo böcek ve örümcek, 40 kilo yumuşakça, 4000 kilo solucan bulunmaktadır.[27]
Vandana Shiva “Danimarka’da yapılan bir çalışmada, 1 (bir) metreküplük toprak analiz edildiğinde toprakta 50.000 küçük toprak solucanı, 50.000 böcek ve mayt ile 12.000 milyon yuvarlak solucan bulundu. 1 gram toprakta 30.000 protozoa, 50.000 alg, 400 bin mantar ve milyarlarca bireysel bakteri vardı. Toprak verimliliğini muhafaza edip yenileyen işte bu muhteşem biyoçeşitliliktir. İnsanlığı besleyebilmek için toprağı ve solucanlar da dahil, barındırdığı milyonlarca işçiyi beslemeliyiz” diyor.[28]
İşte topraktaki canlıların ürettiği ana ve iz elementleri, güneşten vitaminleri alarak yetişen ürünlerin yerine “fabrikasyon” ürün imal etmek için topraksız tarım öneriliyor.
Topraksız tarım nedir?
Topraksız tarım, “Bitkilerin gelişimi için gerekli olan bitki besin elementi ve suyun kök bölgesinde, toprak dışında farklı katı veya sıvı ortamlar kullanılarak bitki yetiştiriciliğinin yapıldığı gelişmiş üretim tekniği” olarak tanımlanıyor.
Neden Topraksız Tarım
Topraksız tarımın tercih edilmesinin sebepleri; toprak kaybı, toprak yorgunluğu, yabancı ot sorunu yaşanmaması ve su, gübre, ilaç gibi girdilerin en ideal şekilde kullanılması olarak sıralanabilir.[29]
Toprağa ilişkin sayılan tüm olumsuzluklar, çok uluslu tarım, gıda ve ecza şirketlerinin nedeni olduğu, ürettiği ve biriktirdiği sorunlardır. Bu sorunları gideriyoruz ile girdi üreticileri şirketler, toprağın bedelsiz bitkiye sunduğu besin maddelerini, para karşılığı doğrudan bitkiye vermek istiyor. İşte buna topraksız tarım deniyor. Toprağı kimin yorduğunun cevabı yok. Yabancı otun neden çoğaldığı yanıtsız bırakılıyor. Su, gübre, ilaç gibi girdilerin ideali sentetik gübre ve böcek öldürücü zehir ideal mi ki; en ideal şekilde kullanılması deniliyor? Kirin, ideal kir ile çıkarılması mı veya önce yanlışı yer/eleştir, sonra aynı yanlışın başkasını kullanmayı öner.
Topraksız Tarım Nasıl yapılır?
Topraksız üretim modeliyle, yapay bir ortamda, bitkilere fiziksel desteğin yanında, kök bölgesinde en uygun hava, su ve besin maddesi dengesinin sağlanması amaçlanmaktadır.
Toprak üretimin beşiğidir. Toprakta sentetik gübre, böcek öldürücü zehirler kullanılmadığı sürece bitkilerin kök bölgesinin hava, su ve besin maddesinin dengesini en iyi solucanlar ve diğer toprak canlıları sağlar. Kök bölgelerinin hava, su ve besin maddesi dengesini bozanlar yeşil devrim adıyla “bunlar iyidir” diyerek çiftçilere sentetik gübre ve böcek zehri satan küresel şirketlerdir. Şimdi toprağın bedelsiz ve doğal olarak bitkiye sunduğu besin maddelerini şirketler kimyasal biçimde ve para karşılığında satması için topraksız tarım parlatılıyor. İyi bir şeymiş gibi de anlatılıyor ve bu konuda yurt dışı projeler ve devlet destekleriyle benimsetilmeye çalışılıyor. Üniversiteler bu toplantıları salonlarında “bilim insanları” eşliğinde düzenleyerek yedekleniyor, yani yanlış, bilim sosuna batırılarak sunuluyor, ikram ediliyor.
Topraksız Tarıma Neden İhtiyaç Duyuluyor?
Topraksız kültürün ortaya çıkması ve yaygınlaşmasının çok sayıda sebebi vardır. En önemlileri artan nüfus ve toprak kaynaklı sorunlardır. Dünyadaki hızlı nüfus artışı sonucu tarım topraklarının artan nüfusun gıda gereksinimini sağlayamayacağı düşüncesi ilk sıradadır. Günümüzde 6,5 milyar olan dünya nüfusunun, 2050 yılında 9 milyara ulaşacağı ve yüzde 60-70 oranında daha fazla gıda gereksiniminin olacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde olduğu gibi dünyada birçok ülkede tarıma açılabilecek topraklar son sınırına dayanmıştır. Toprakların erozyon, çoraklaşma ve yerleşim yeri olarak kullanılması gibi nedenlerle tarım dışına çıkarılması gittikçe yaygınlaşmaktadır…” [30]
Dijital-akıllı tarım, topraksız tarıma geçiş için yeşil devrimin yarattığı sorunlar önce sıralanıyor. Ancak “gelin bu teknolojik yanlışlardan vazgeçelim” denmiyor, yanlışlar yapılacak yeni yanlışa altlık yapılıyor. Aynı yeşil devrim döneminin temcit pilavı ısıtılıp tekrar önümüze servis ediliyor. Bakın yukarıda altını çizdiğim artan nüfusu beslemek olarak gerekçelendirilen durum “yeşil devrim”in de gerekçesiydi. Şu an dünya üzerinde yetiştirilen ürün ihtiyacın %110’u civarında, yani ürün fazlası var, azlığı yok. Ancak bir milyardan fazla insan açlık, 1 milyardan çok insan da gizli açlık çekiyor. Demek ki, sorun ürün yetmezliğinde değil, paylaşımda adaletsizlikte. Bu gerçeklik bir yana, BM’nin yaptığı bir araştırma yeşil devrim adıyla uygulanan endüstriyel tarım sisteminin dünyayı açlığa doğru götürdüğü kanıtlanmışken, yeşil devrim ve onun bir üst versiyonu olan topraksız tarım niye?
Olivier De Shutter’e göre, “1960’lardan buyana ‘yeşil devrim’ safsatasıyla uygulanan endüstriyel üretim tarzına (kimyasal gübre, kimyasal ilaç kullanımına dayalı üretim) gıda güvencesi gerekçe olarak gösterildi. Gıda güvencesi bir üretim sorunu olarak görüldü. Üretim ve verimi artırıp fiyatları ucuz tutarak sorunun üstesinden gel(in)eceği düşünüldü. Bu yaklşaım dünyayı küresel çapta bir toplum sağlığı krizi ile yüz yüze getirdi. Açlık ve beslenme bozukluklarının yeterli düzeyde kalori-protein almakla önlenemeyeceğini, esas hedefin sadece karın doyurmak değil, çocukların fiziksel ve mental gelişmeleri ve erginlerin de sağlıklı ve üretken bir şekilde yaşayabilmeleri için gereken gıda ve mikro besinleri almaları (gerekir).[31] Birleşmiş Milletler Gıda Hakları Özel Rapotörü Olivier De Shutter’nün 26 Aralık 2011 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’na sunduğu rapordan alınmıştır.
İklim Topraksız Tarım İçin Önemli Mi?
Sıcaklık, ışık ve oransal nem gibi iklim faktörleri, tüm bitkilerin yetiştiriciliğinde en önemli unsur olarak dikkat çekmektedir. Bitkilerin örtü altına alınarak normal yetişme dönemleri dışında, uygun olmayan iklim koşullarında yetiştirme tekniği olan seracılıkta, iklim faktörü daha fazla önem kazanmaktadır. Yetiştirilecek bitkinin isteklerine uygun iklim koşullarının sera içerisinde sağlanması ile yıl boyu üretim yapılabilmektedir. Topraksız kültürün gerçekleştirildiği modern seralarda; ısıtma, ışıklandırma, havalandırma ve karbondioksit uygulaması ile söz konusu uygun ortam sağlanabilmektedir. Ancak özellikle ısıtma en önemli maliyet unsurunu oluşturmakta ve sınırlayıcı bir etkisi olmaktadır. Sera ısıtmasında enerji kaynağı olarak fosil yakıtların (fueloil, LPG, kömür, doğalgaz, vb.) yanı sıra, yenilenebilir enerji kaynakları (güneş enerjisi, jeotermal enerji, biokütle, vb.) da kullanılmaktadır. Fosil yakıtlar içerisinde kaliteli kömür kullanımı ekonomik olmakta, ancak jeotermal sıcak su kaynaklarının bulunduğu bölgelerde ısıtma maliyeti daha da düşmektedir. Ülkemizin jeotermal kaynak bakımından dünyada 7. Avrupa’da ise 1. sırada yer alması önemli bir avantaj olarak öne çıkmaktadır.[32]
Endüstriyel tarımın iklim değişikliğine neden olduğu biliniyor ve kabul görüyor artık. Yeşil devrim üretim girdileri topraksız tarımda kullanmaya devam edilerek iklim değişikliği ateşinin üzerine körükle gitmektir. Ayrıca üretim serada yapılacak, sera ısıtılması da fosil yakıtlarla sağlanacak, fosil yakıtlar iklim değişikliğinin bir diğer önemli sebebi. Türkiye’nin Jeotermal potansiyelini çözüm olarak düşünmek başka bir afete davetiye çıkarmak aslında. Jeotermaller küresel iklim değişikliğini tetiklemesinin yanı sıra bölge tarım topraklarının vasfını bozarak kullanılamaz kılmakta, tarım topraklarını tahrip etmekte, çiftçiyi üretme hakkını Aydın ve Manisa Alaşehir örneklerinde olduğu gibi yok etmektedir.
Çokuluslu tarım, gıda ve ecza şirketlerinin telkinleriyle benimsetilmeye çalışılan ve merkezi devletin politikaları arasında kendisine yer edinmeye başlayan topraksız tarım devrim olmadığı gibi çözüm değil tam bir çözümsüzlüktür.
Tam da burada şunu belirtmek yerinde olur. Emekçiler ekonomik-demokratik ve sosyal yaşamını düzenlemek, insana yaraşır bir yaşam sürdürmek için daha bir devrim bile yapamadılar. Kapitalistler ise tarımda böyle durmaksızın devrim üstüne devrim yapıyor, “kesintisiz devrimler” çağını yaşıyorlar adeta(!)
Sömürülerini yaptıkları “devrimler” ile sürekli bir üst boyuta taşıyor, semiriyor. Topraksız Tarım olarak adlandıkları ve devrim olarak yaftalanan durum da şirketlerin örtü altı sebze yetiştiriciliğini, sebze imalatına dönüştürme hamlesidir. Bitkisel canlı yetiştiriciliğini terk ederek, imal etmeye “devrim” denerek süslemektir. Gel de William Shakespeare yine hatırlama! Shakespeare; “Şeytan bir günah işleteceği zaman, işe bu günahı kutsallık zırhına sarmakla başlar.” Küresel tarım, gıda ve ecza şirketleri de her şeyin sonuna bir devrim kelimesi ekleyerek melanetlerini şirin göstermeye çalışıyor.
1950’li-1960’lı yıllar yeşil devrim adı altında endüstriyel tarımın allanıp pullanıp kamuoyuna sunulduğu yıllardı. Bu dönemlerde tarım zehri ile sentetik gübreler parlatıldı, satış ve kullanımı kamu tarafından desteklendi. Toplumun bütün kesimleri, karşı olması gereken aydınlar ve bilim insanları dahil yeşil devrimi benimsetmek için yarış içine girdi. Açlığa çözüm bulundu, iyi faydalı bir şey yapılıyormuş gibi anlatıldı. İyi diye sunulan şeyin ekolojide yaptığı tahribat, insan sağlığına verdiği zarar yıllar sonra görüldü. Bu kez karşı çıkıldı, fakat bugün ne tahribatının önüne geçiliyor ne engellenebiliyor. Aydınların ve bilim insanlarının o gün destek, bugün karşı oldukları endüstriyel tarımın bir üst versiyonu olarak şimdi Akıllı Tarım- Dijital Tarım cilalanıp, parlatılmaktadır. Yani dijital tarım, kimyasallı tarımdan vazgeçiş değil ki!
Topraksız tarım ise, örtü altı yetiştiriciliğinde ürün üretimi terk etme, ürünü imal etme çalışmasıdır. Yani topraksız tarım ile örtü altı yetiştiriciliğinde yapılmak istenen makas değişikliği daha iyi ürün üretme hedefli değil, bitkinin topraktan alması gereken beleş gıdanın dışarıdan hazırlanmış, para karşılığı kimyasallar şeklinde verilerek “ürün imal” etmektir. Tıpkı kumaş, kazak, çorap imalatı gibi… Aydınlar, üniversiteler, bilim insanları, yeşil devrimin ortaya çıktığı andaki propaganda ediliş tarzını hatırlamanın, yarattığı tahribatı göz önüne getirmenin şimdi tam zamanı. Endüstriyel tarımın bir üst versiyonuna geçiş hamlesine karşı aydınlatma görevini yerine getirmeli bu sefer.
Başka bir deyişle bir yandan küçük aile çiftçiliği tasfiye edilirken aynı süreçte büyük toprak sahipleri ile kapitalist tarım işletmeleri için yeni bir tarım tarzı (akıllı tarım-topraksız tarım) inşa ediliyor. İnşa edilen bu yeni tarım tarzı ile doğa korunacak derken daha fazla tahrip edilecek, insan sağlığı zarar görecek, küçük aile çiftçiliğinin tasfiyesi hızlanacak, küresel iklim değişikliği körüklenecek. Bu yanlışın üzerine yanlış ile gitmek değilse nedir!
Notlar:
[1] Bilim, sanat gibi pratik amaçlara değil de yalnızca bilmek için bilmeye yönelir. Böylelikle bilim; en yüksek türden bilmedir ve sağladığı bilgi de en yüksek bilgidir. Biz bir şeyi nedenleri ve ilk ilkeleri ile bildiğimizde tam anlamı ile bilebiliriz; bize bu türden bilgiyi sağlayan da bilgeliktir.
[2] Cahil tarım, doğayı izlemeyi ve gözlemlemeyi bırakma, kutunun üzerinde yazılı olan oranda böceklere tarım zehri, çuvalın üzerinde yazılı gübre karışımını kullanma, ürettiğin üründen ayırdığın tohumluğu değil şirketler tarafın satışa sunulan tohumu kullanmanın adıdır. Üretim konusunda çiftçinin kafa yorması, ilgilenmesini değil, sadece önüne konulan yapan bir kol emekçisine dönüşmesi hadisesidir.
[3] Kalkınma Planı, Birinci Beş Yıl, s.174
[4] Kalkınma Planı, İkinci Beş Yıl, s.310-311
[5] Suat Aksoy; Türkiye’de Toprak Meselesi, s.82, Gerçek Yayınevi
[6] Suat Aksoy; a.g. e, s.83
[7] Suat Aksoy; a.g.e, s.83
[8] Suat Aksoy; a.g.e. s.83
[9] Kaynak: Ercan Tezer; Tarımda Mekanizasyon, s.363, Türkiye II. Tarım Kongresi, 19-22 Ekim 1981
[10] Tarım ve Makine Sanayi etkileşim Raporu; s.165, TARMAKBİR, Haziran 2021
[11] Suat Aksoy; a.g.e. s.83
[12] Suat Aksoy; a.g.e. s.74
[13] Suat Aksoy; a.g.e. s.74
[14] Suat Aksoy; a.g.e, s.75
[15] Suat Aksoy; a.g.e. s.77
[16] Bkz. Toplam Nüfus, Kırsal Nüfus ve Kırsal Nüfusun Toplam İçindeki Payı, DİE Tarımsal Göstergeler, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı Yayını, Ankara 1998.
[17]Abdullah Aysu, Türkiye’de Tarım Politikaları, Özgün Yayınları, İstanbul 2001, s. 89.
[18] Bakınız: 1923-1946 Yılları Arasında Kişi Başına Millî Gelir, DİE, DPT, Dünya Bankası verilerinden derlenmiştir.
[19] W. H. Nicholls, İnvestment in Agriculture in Underdeveloped Countries, American Economic Review, Mayıs 1955. Aktaran: Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yay., İstanbul 1967, s.261. ve Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Tekin Yay., İst 1998, s.402-403.
[20] 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu kabul tarihi: 11.6.1945
[21] Oliver de Shutter, “Agroecology and Right to Food”, (A/HRC/16/49) aktaran: Ekin Kurtiç, www.karasaban.net
[22] Çeşitli dillerde yayımlanan rapora www.karasaban.net, 22.1.2011(Erişim tarihi:29.9.2014)
[23] https://www.tarnet.com.tr/blog/nedir/akilli-tarim/ Erişim tarihi: 4.01.2021
[24] https://www.tarnet.com.tr/blog/nedir/akilli-tarim/ Erişim tarihi: 4.01.2021
[25] https://www.tarnet.com.tr/blog/nedir/akilli-tarim/ Erişim tarihi: 4.01.2021
[26][26] Andrea Mertiny, Doğa, çev. Sevtap Emir, İzmir: Tudem, 2007, s.36
[27] Hofmeister ve Garve’den aktaran: Kenan Demirkol, Küresel Emperyalizmin Kıskacında Akıllı Gıda
[28] Abdullah Aysu, Gıda Krizi, 2. Baskı, s.213. Metis Yayınları, yıl 2020
[29] topraksiztarimizmir.0rg/topraksiz.tarim.nedir.aspz Erişim tarihi:04.01.2021
[30] Türk Tarım ve Orman- Tarım ve Orman Dergisi- Erişim tarihi:04.01.2021 Röportaj: Dr. Cevdet Fehmi Özkan
[31] Birleşmiş Milletler Gıda Hakları Özel Rapotörü Olivier De Shutter’nün 26 Aralık 2011 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’na sunduğu rapordan alınmıştır.
[32] Dr. Cevdet Fehmi Özkan, Röportaj: Türk Tarım ve Orman- Tarım ve Orman Dergisi- Erişim tarihi:04.01.2021