“İlerleme anlatılarının yokluğunda dünya korkutucu bir yere dönüştü. Enkazlar, terk edilmişliklerinin dehşetini yüzümüze vuruyor. Gezegenimizin mahvolmasını engellemek şöyle dursun, hayatımızı nasıl idame ettirebileceğimizi bile kestirmek kolay değil. Ama neyse ki hala insan ve insan olmayan müttefiklerimiz var. Perişan peyzajlarımızın çalılar bürümüş hudutlarını, kapitalist disiplinin, ölçeklenebilirliğin ve terk edilmiş plantasyonların çeperlerini hala keşfe çıkabiliyoruz.”
Evet, ilerleme anlatıları gitgide yok oluyor; çünkü toprağına, havasına, suyuna ve yaşama sahip çıkanların mücadelesi, ilerleme, kalkınma gibi kavramların, kullanıldığı her yerde ekolojik yıkımla sonuçlanan tahribat, kırım, tükenme, afetler anlamına geldiğini gösteriyor. 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nü tam da böyle topyekün bir saldırıya göğüs germeye çalışırken karşılıyoruz.
En temel ihtiyaçlardan başlayarak doğayla kurduğumuz kendimizi var etme sürecimiz, kapitalist meta döngüsü içinde, tümü doğal akışların bozulmasına yol açacak şekilde üretilir ve dünyanın dört bir yanına dağılırken yaşamı da başka şekilde tahayyül edemez hale getiriliyoruz. İnsanların çevreleriyle kurduğu ilişkiyi bu hızlandırılmış, yabancılaştırılmış döngüden çıkarmak için her an doğanın bir parçası olduğumuz bilinciyle örgütleniyoruz.
Ama bugün sermaye düzenini ayakta tutan bu siyasi iktidarların dayandığı olgu, çevresel yıkımı, kapitalizmin krizleri karşısında, düzene karşı biriken öfke karşısında bir yönetme aracı olarak işlevlendirmek; felaketlerden felaketlere savrulan toplumların örgütlenme ve özneleşme kapasitelerini ellerinden almak.
İklimin yaşanılamaz coğrafyalar bırakacağı koşullara doğru hızla ilerlerken yüzbinlerce insan göç yollarına düşmüş durumda. Filistin ve diğer savaş ve soykırım coğrafyalarındaki katliamlar bu barbarlığın en katlanılmaz ve kendimizle yüzleşmemiz gereken en büyük acıları. Bu yıl mücadele yılı ilan edilen plastikler kutuplardan atmosferin katmanlarına derin deniz canlılarından insan sütüne her yere yayılmış bir zehir, nesillerin hastalıklarla boyun eğdirilmesinin malzemesi. Tüm karaların yüzde 38’inin ayrıldığı endüstriyel tarım ve hayvancılık bir yandan orman ve nehirleri yok ederken egemen sınıfın türcü ideolojisini yayarak bu boyun eğdirmeyi pekiştiriyor.
Peki buralarda neler oluyor! Şırnak’ta güvenlik bahanesiyle sistematik biçimde yakılan ve yok edilen ormanlardan, iklim krizine rağmen Kürdistan’da bir virüs gibi çoğalan petrol ve doğalgaz projelerine; Karadeniz’de ve Kaz Dağları’nda altın madenciliği uğruna siyanürle zehirlenen topraklara ve sulara; Akbelen’de kömür için yok edilen ormanlardan, Samandağ’da depremin ardından yaşanan mülksüzleştirmeye, Kanal İstanbul gibi mega rant projeleriyle yok edilen tarım alanları ve su havzalarından “sürdürülebilirlik” maskesi altında GES, RES ve JES projeleriyle talan edilen yaşam alanlarına kadar her yerde doğa ve emek, sermayenin birikim aracına dönüştürülüyor.
Tüm bu neoliberal politikalar yalnızca ekolojik yıkımın değil; aynı zamanda sınıfsal sömürünün, ataerkil ve faşizan yapıların bir tezahürü. Bu tabloyu yoksullaştırılan işçilerin, köylülerin, kadınların ve çocukların yaşam alanlarını ve geçim kaynaklarını kaybetmesi, sağlıklarını yitirip kölelik koşullarında çalışmaya zorlanması tamamlıyor. Kapitalist sınıfın, yani yerlisi, yabancısı, emperyalisti tekellerin ve onların devletinin varlığı buna dayanıyor.
Tsing’in Dünyanın Sonundaki Mantar adlı eleştirel kitabında ifade ettiği gibi kapitalizmin kâr hırsının yarattığı bu yıkım tablosu bizi terk edildiğimiz enkazlarda çaresizlik içinde ölüme teslim olmayı seçmek yerine, yeni yolculuklar için yeni yeni patikalar açmaya sevk ediyor.
“20. yüzyılda modern insanın kibrini daha da pekiştiren araştırmacılar, dünyalar meydana getiren farklı, çok katmanlı ve birbiriyle kesişen projeleri fark etme yeteneğimizi köreltmeye çalıştılar. Bazı yaşam biçimlerinin diğerleri aleyhine yayılması fikrini bir saplantı haline getirerek, olup biten diğer her şeyi görmezden geldiler. Fakat ilerleme anlatılan cazibesini kaybettikçe, farklı bir şekilde bakmak da mümkün hale geliyor.”
Kapitalizme, emperyalizme, işgale, sömürüye, özel savaşa karşı; doğaya, hayvana, insana özgürlük talebimiz bu koşullarda çok daha güçlü!
Tarihin bu altüst oluş anında, bugünkü yaşam alanlarımızı mümkün kılan iklim koşullarının dayandığı gezegenin kritik ekosistemlerinin geri dönüşsüz kırılma noktalarından geçtiği, tüm canlılığı yokoluşun eşiğine götüren bu ilerleyişe karşı kurtuluşun, mutluluğun, herkesin tüm yeteneklerini sonuna kadar geliştireceği bir yaşam hakkının ufukta olduğunu söylüyoruz. Mücadeleyle geçirdiğimiz her zorlu gün bizi bu yeni yaşamı inşaya hazırlıyor, götürüyor.
Bir mümkünü yaratma mücadelemizde dünyanın dört bir yanında direnenlerle buluştuğumuz yollarda, birlikte yürüdüğümüz tüm hak savunucularına; yolumuzu açan Reşit Kibarlara selam olsun.