Biz ve Onlar zamirlerinin icadından beri dünyayı çizgi çizgi bölen sınırların bir tarafındakiler, öbür tarafa düşmanlaştırılıyor. Irkçılık ve ayrımcılık rüzgarı bu toprakları çepeçevre saran bu yangını hem körüklüyor, hem de müsebbiplerinin çevresine koruyucu bir sınır çekip onların mesuliyetini mağdurlara yüklüyor.
Geçtiğimiz günlerde İzmir’de Deniz Poyraz’ın katledilmesi, Marmaris’te HDP ilçe binalarına saldırılar, Konya’da bir ailenin katledilmesi, Afyon’da ve sonra yangın bölgelerinde Kürt ve mülteci avına çıkan kalabalıklar, ırkçı siyasetçilerin açıktan hedef göstermelerinin ardından mülteci ve sığınmacılara yönelik saldırılar gün be gün birikti ve bu günün zeminini oluşturdu. En son, 10 Ağustos’ta Ankara Altındağ’da çıkan kavga sonucunda ölen bir gencin infialiyle kısa sürede önceden örgütlenmiş ve farklı yerlerden taşınmış olduğu açık faşist grupların bir araya gelmesi ve hem ateşli silahlar hem de başka saldırı araçlarıyla “bizden değilsiniz” denilen kişilere, ailelere, hatta mahallelere yönelik nefret söylemleri eşliğinde, bu birikim açık bir fiziksel, sözel ve psikolojik şiddete dönüştü. 6-7 Eylül’de ve diğerlerindeki gibi adım adım yalan ve faşist kışkırtmayla örülen bir pogromun başlangıcı polis eşliğinde ve yönlendiriciliğinde gerçekleşti. Araçlar, dükkanlar yakıldı, eşyalar yağmalandı, çocuklar dahil insanlar yaralandı.
Elbette bu saldırılar, ülkenin en sorumlu ve en yetkili kişilerinin koltuklarına sarılıp sorumluluklarını kendi çıkarlarına yontarak beslediği tek devlet tek millet tek bayrak ideolojisiyle örgütlediği, bilinçli, doğrudan ya da dolaylı devlet destekli saldırılar. Dünyanın en mutsuz ülkeleri arasında birinci sıraya yerleşen Türkiye’de, siyasi rejim, kendisiyle barışık olmayan, kendisini oluşturan çeşitliliği kabul edemeyen, reddeden ve ona düşmanca yaklaşan bir tavır içinde ve bu tavır sürekli kendini besleyen bir ateş gibi giderek yayılıyor, kapsamını genişletiyor.
Türklere yıllardır beraber yaşadıkları Kürt halkına “Doğu’ya dön, seni burada yaşatmayız” dedirten ama sömürgeci boyunduruk altında tutmak için de bölünme paranoyasıyla şovenizmi hep diri tutan iktidar, iki halkın da işçilerini, ezilenlerini aynı fabrikada sömürüyor; aynı güvencesizlikle, geleceksizlikle mağdur ediyor; aynı köprüler, yollar ve barajlarla kandırmaya çalışıyor. Birini dilsiz bırakmış olduğu için, diğerinin sesi nefret nidalarıyla çınlıyor. Aynı temelsiz, yapay öfke yıllardır Kürt halkına dönük bir şekilde içten içe yanarken, son yıllarda kapsamına mültecileri de almış durumda.
Ülkeleri en gelişmiş, en çağdaş, en ilerici devletlerce (ve Suriye özelinde Türkiye tarafından) beslenen din maskeli silahlı çeteler tarafından yerle bir edilen insanların sığınmacı olarak geldikleri Türkiye’de defalarca kez ırkçı, ayrımcı saldırılara uğradıkları, öldürüldükleri, kaçırıldıkları, çeşitli şekillerde sömürüldükleri zaten biliniyor. Dönebilecekleri söylenen ülkelerinde süren savaşın bir parçası da Türkiye iken “bu insanlar nereden çıktı?” diye şaşkın taklidi yapmanın bir anlamı yok.
Komşunun evini yakarsan, komşun sende kalır. “Ülkemde mülteci istemiyorum” başlığıyla yayılan nefret söylemi, mültecilerin de isteyerek mülteci olmadığını göz ardı ediyor. Herkesin kendi dilinde rahatlıkla anlaşabileceği, yönetiminde söz sahibi olabileceği bir ülkede özgürce yaşama hakkı vardır. Bu ülkede bu hakka dair tek kelime edilmezken, ülkenin hem ekonomisini hem de politikasını parmağında oynatan kişiler öncülüğünde mültecilerin sözümona misafirliğinin ne kadar uzadığı konuşuluyor.
Mültecilerin güvencesiz ve insanlık dışı koşullarda en yoğun çalıştığı alanlardan biri olan tekstil üretiminin devlerinden Arzu Sabancı bile deniz manzaralı villasından ülkesinde mülteci istemediğini duyuruyor. Bolu belediye başkanı Tanju Özcan, mültecilerin faturalarına 10 kat zam yapacağını, kendisine ırkçı ya da faşist demek isteyen varsa diyebileceğini ekliyor: “Irkçıysak ırkçıyız, vatan haini değiliz ya!”. Evet, elindeki yetkileri bu şekilde kullanmak apaçık ırkçılıktır; faşizm işçi ve ezilenleri şiddetle sindirmek için ırkçılığı kullanır, ırkçılar aynı zamanda faşizmin kitle tabanını oluşturur. İspanyolca bir duvar yazısının da söylediği gibi, bizi soyanlar yabancı ve yoksul değil, buralı ve zengin. AKP Genel başkan yardımcısı Mehmet Özhaseki’nin de utanmadan dediği gibi, “Sığınmacılar sanayiyi ayakta tutuyor, kimsenin çalışmayı kabul etmediği fiyatlara bunlar çalışıyor, en ağır işleri yapıyorlar.”
İktidar kendi bekâsını sokakta şiddetin kontrolünü elinde bulundurması ile doğrudan ilişkili gördüğü için, aynı anda hem mültecilere karşı sözde yüce gönüllülükten dem vurup hem de sınırlara duvar örmekle övünürken, iktidarın olmasa da bu rejimin ortağı burjuva muhalefet partileri ırkçı şiddetten kendine toplumsal taban devşireceğini sanıyor. İşçi ve ezilenleri birbirine kırdıran bu iki yüzlü siyasete mecbur değiliz. Burjuvazi bizi de, başka herhangi bir milletin ezilenlerini de hiçbir zaman temsil etmedi. Neden edemeyeceğini her felaketten devşirmeye çalıştıkları rantı paylaşamadıklarında çıkardıkları çatışmada görüyoruz.
Son olarak, komedyen Khasha Zwan’ı (Nazar Mohammad) işi gereği öldürebilecek raddede olduklarını tüm dünyaya gösteren Taliban’ın zulmünden kaçan çok sayıda Afgan mültecinin ülkeye giriş yapmasının basında “teröristler/erkekler/milisler geliyor” şeklinde yorumlanmasının sebep olduğu hatalı bilgiye değinmek isteriz. Gelenlerin çoğunluğunun erkek olması, Taliban’ın ve ait olduğu geleneğin kontrol altına aldığı bölgelerdeki kadınları ganimet olarak tutsak alması, erkekleri ise başını keserek vahşice katletmesi, çok uzun olan göç yolunu birçok kadın ve çocuğun tamamlamasının imkansız olması, önden giden erkeklerin iş bulduktan sonra ailesini getirmeye çalışması, bir kısmının geçici işlere girip geri dönmesi gibi birçok farklı nedene bağlı olduğunu görmeden sığınmacıların dış görünüşlerine göre yorum yapmak haber etiğine de insanlığa da yakışmaz. Irkçı önyargılar tam da bu akılcı olduğu varsayılan argümanlar üzerinden yayılır. Bir başka deyişle, ırkçılık yalanlara, genellemelere ve körlüğe muhtaçtır.
Yoğun göç alan bölgelerde gelenlerin kaçakçılar tarafından mağdur edilmesinin önüne geçmek için karşılama masaları, geçici konaklama alanları, kimlik ve vasıf tespiti, şehirlere sosyo-ekonomik yapıya uygun dağılımı, ayrıca karşılayıcı halkların da bu konuda bilgilendirilmesi, hazırlanması ve sürecin kontrol altına alınması gibi birçok sorumluluk bir kenarda yığılmış beklerken, bu kontrolsüz göçe karşı duyulan kaygının mültecilere yöneltilmesine dair hiçbir önlem alınmaması, yapılan tek tük açıklamanın da “devlet üzerine düşeni yapıyor”dan öteye geçmemesi, bu ırkçılık ve ayrımcılık rüzgarının ateşi daha fazla körükleyeceğini gösteriyor.
Son birkaç gündür Altındağ’da olanlar bitmedi. Zaten yerinden edilmiş insanlar yeniden yerlerinden edilmenin tedirginliği ile ve buna maruz bırakılanlar hayatlarının yeniden ellerinden alınmasının mağduriyeti ile yaşıyor. Yukarıda birçok farklı şekilde açıklamaya çalıştığımız yanlışlar, göz göre göre tekrar tekrar uygulanan hatalı, eksik, odağına uygun olmayan politikalar bir an önce terk edilmezse; bunların müsebbibi olanlar, hem gelen hem karşılayıcı halkı farklı şekillerde birbirine yabancılaştırıp ortak bir mağduriyete maruz bırakanlar derhal görevden alınıp, yargılanıp, parçası oldukları sistem bir an evvel yerle bir edilmezse, şimdi yaşananlar ne ilk ne de son olacak.
Bu ayırıcı, düşmanlaştırıcı, biz’ci, onlar’cı rejimin uygulayıcıları, bundan çıkar elde eden yandaşları, ve göz göre yaşananlara, yapılanlara sessiz kalan tabanı, yapılan zulmün doğrudan faili, mağduriyetlerin sebebidir. İnsanca bir yaşam için, uyuma ve sağlıklı iletişime, insan haklarına uygun bir karşılamaya dönük politikalar oluşturulmasına ve güçlendirilmesine, uluslararası alanda savaşı körükleyen söylem ve eylemlerin derhal sonlandırılmasına, yersiz yurtsuzlaştırılanların gözetildiği, faillerin doğru belirlendiği ve yargılanabildiği bir sisteme ihtiyacımız var. Irkçılık ve nefret tedavi edilebilir. Hedefi doğru belirlediğimizde, doğru tarafla, ortak düşmanla mücadele ettiğimizde, mücadele özgürleştirir.
Çünkü yeryüzü hepimizindir.