Yazı, Polen Ekoloji Kolektifi İklim Çalışma Grubu tarafından hazırlanmıştır.
2024’ün kayda geçen en sıcak yıl olduğunun artık belli olduğu günlerde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, Gabar’da çıkarılan petrolün yeni rekor seviyelere çıkarılacağının müjdesini veren bir video paylaştı. Artık eskimiş kaba bir “terör” söylemiyle Gabar’ın güven ve istihdamla adının anıldığını anlatan tesis çalışanları söylediklerine kendileri de pek inanıyor gibi görünmüyor. Yine aynı günlerde bakanlığın “kızılelmasının” enerji bağımsızlığı olduğunu söyleyen Bakan meselenin ideolojik arkaplanını da açıkça ortaya koyuyor. Türkiye dünyada iklim değişikliğinden en çok etkilenecek coğrafyalardan birinde bulunuyor. Gabar’daki petrol üretimi hükümetin kapitalist kalkınmacı politikalarına ivme kazandırmakla kalmayıp, halkın hayatını güvencesizleştiriyor. Oradaki faaliyetin sağladığı vadedilen “istihdamın” gölgesinde askerileşen alanlar ve buna benzer birçok çevresel ve sosyal tahribat kalıyor.
Gabar’da çıktığı söylenen günlük 71 bin varil petrol yıllık yaklaşık 9,5 milyon tonluk karbondioksit emisyonuna neden olacak benzini açığa çıkarıyor. Yıllık toplam karbondioksit emisyonu 500 milyon tonu bulan Türkiye’nin fosil yakıt çıkarım faaliyetleriyle iklim hedeflerinin uyumsuzluğunu inceleyen bağımsız bir iklim araştırma grubu olan Climate Action Tracker’ın (CAT) analizine göre Türkiye’nin Ulusal Katkı Planı hedefi, Paris Anlaşması’nın 1,5°C sıcaklık hedefi doğrultusunda emisyonları azaltmak için kritik derecede yetersiz. Ulusal Katkı Planı hedefi, hayali bir ekonomik büyüme senaryosu üzerinden artacak emisyon projeksiyonuna göre bir azaltım belirtmekte, yani aslında emisyonların artmaya devam etmesine izin vermekte idi. Bu yılki COP29’da açıklanan güncellemelerde de pek bir şey değişmiş gibi görünmüyor.
CAT analizine göre 2053 net sıfır emisyon taahhüdünün gerçekleşebilmesi 2030 yılı için önemli ölçüde daha güçlü bir emisyon azaltım hedefi sunmasına, kömürden çıkış planı geliştirmesine ve fosil yakıtlara yatırım yapmayı durdurmasına bağlı. Türkiye’nin genel CAT derecesi değişmeyerek “kritik derecede yetersiz” olarak kalırken mevcut politikaları “oldukça yetersiz” düzeyiyle niteleniyor. Türk devletinin politikaları küresel sıcaklık ortalamalarının 4 °C artacağı küresel emisyon senaryosuna oturuyor. Artık su fakiri ülke statüsündeki Türkiye’nin bu kıtlığa neden olan faaliyetlerin başında gelen petrol-doğal gaz çıkarımı ve termik santrallerdeki soğutma suyu ihtiyacı tarımsal üretimde her yıl daha büyük zorlukların yaşandığı bir ortamda insansızlaştırılarak feda edilmiş alanlar yaratmak anlamına gelmektedir. Her geçen yıl şiddetlenen iklim felaketlerini ve hızlanan ortalama sıcaklık artışını göz önünde bulundurduğumuzda petrol-kömür-gaz projeleri bu coğrafyalar için ölüm fermanlarıdır.

Son yıllarda farklı bakanlık ve başkanlıkların açıkladığı, birbirinden kopuk ve yer yer çelişen sayısız “eylem planı”nda yer alan politika önerilerine dair adımların ne zaman, hangi kurum tarafından atılacağına dair belirsizlikler, bütçede bunlara dair ayrı bir yer ayrılmaması, 2053 net sıfır ya da yenilenebilir enerji kurulum hedeflerinin ara basamaklarının boş bırakılması, vb. bir dizi durum Türkiye’nin iklim politikasının ciddiyetten uzak ve sadece göz boyamak için olduğunu, sermayenin ihtiyaçlarına göre durumu idare etmek için gerekli adımlar dışında bir gerçekliği olmadığını gösteriyor.
Artan yenilenebilir enerji kurulumu fosil yakıtların yerine değil onlara ek olarak, tamamen piyasa işleyişi içinde sermayenin yönelimleri doğrultusunda enerji toplamına dahil olmaktadır. Son yıllarda artan petrol, gaz ve maden çıkarımları, “enerji bağımlılığından kurtulma”, “stratejik hedef”, “kalkınma” vb. coşkulu söylemlerle hızlandırılmakta ve emisyonlar daha da artmaktadır. Afşin-Elbistan termik santraline ek ünitelerin yapılması binlerce erken ölüm ve hastalığa yol açmasına rağmen açıklanırken resmi kurumlar tartışmayı kömürün yerli-ithal oluşuna doğru bükmek istiyor. Aynı akıl, yakıtta Rusya’ya bağımlılığı arttıran Akkuyu nükleer santrali için bu kez “emisyonların azaltıldığı” biçimiyle devreye giriyor. Gerek enerji politikalarının emisyonlara etkisi gerekse de iklim felaketi önlemleri ve güçlendirici politikalarında coğrafyanın kritik konumu Türk devletini asla tedirgin etmiyor. Emisyonlarla felaketlere tarihsel olarak birikerek gelen iklim değişikliği etkisinin üzerine kötüleştirici bir katkı daha yapılırken alınmayan önlemlerin sorumluluğu üstlenilmeden “iklim değişikliği” kullanışlı bir bahane haline geliyor.

Bakanın 75 kuyuda yıllık 2 milyar dolar değere denk gelen günlük 71 bin varil petrol çıkarımının arttırılacağını “müjdelediği” Şırnak-Gabar’daki petrol faaliyetinin bölge halkına buna denk düşen bir ekonomik dönüşü olmadığı gibi sosyo-ekolojik açıdan geri dönülmez zararları oluyor. Petrol arama sahasında işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin alınmamasından kaynaklı Temmuz 2024’te bir işçi hayatını kaybetmiştir. Evrensel’in 21 Temmuz 2024’teki haberine göre mühendislerin 20-25 gün boyunca kulede kaldığı, bu süre zarfında dur durak bilmeksizin çalışmaların devam ettiği, mühendislerin yeri geldiğinde 24 saatten fazla aralıksız çalıştırıldığı, işçilerin ise günlük 12 saatlik vardiyalar şeklinde yoğun stres ve mobbing altında çalıştırıldığı açıkça ortaya konulmaktadır. Videolarda mutlu imajı çizilen emekçilerin sömürü düzeylerinin diğer sektörlerden geri kalmadığı bu gibi örneklerde ortaya çıkmaktadır. Petrolden elde edilen gelir ithalattan yapılan tasarruf olarak sunulurken ülke maliyesindeki esas soygunun hiç öyle bir malın alıp satılmasına gerek olmadan doğrudan faiz ödemeleri yoluyla olduğu gözden kaçırılmaya çalışılıyor. 2024’te toplanan her 100 liralık vergini 17’sinin faiz ödemelerine giderken dış borçlarda yaklaşık 22 milyar dolarlık faiz ödemesi gerçekleştirildi. Sömürgeleştirmenin biçiminin mali yollardan bağımlılık ilişkisiyle olduğu bir evresindeyiz emperyalist kapitalizmin.
Bakan Bayraktar’ın açıklamalarına göre günde 1 milyon varil tüketiminin sadece 70 bini bu sosyo-ekolojik tahirbatla üretilirken sanayi ağırlıklı fosil yakıt tüketimini azaltmak konusunda herhangi bir girişim yok. İstihdam ve kalkınmanın yolu olarak gösterilen bu fosil yakıt projeleri kapitalist üretimin sonsuz hızlanma arzusunu tatmin eden yeryüzü tüketme faaliyetleridir. İklim değişikliğini hızlandırarak halkların ve doğanın yaşam hakkına kastederken hızlanmış üretime uygun “kullan-at” yaşam kültürünü dayatır. Bugün anne sütüne kadar giren mikroplastikler, okyanus ortasındaki plastik çöplerden oluşan 7. kıta, zehirli kimyasal zirai ilaçlar, vb. Bir bütün olarak bu fosil yakıt faaliyetlerinin doğrudan ve dolaylı sonuçlarını oluşturur.
Son olarak şu ayrımı mutlaka yapmak gerekir: Türk devletinin Rojava’yı kuşatma altında tutarak onun halkçı demokratik gelişimini dağıtmak için yıllardır nehir sularını kesmekten askeri işgal ve bombardımana her türlü aracı kullanması bölgeden çıkan petrolü halkın geçiminde kritik bir yere koymaktadır. Sömürgeciliğe karşı ezilen bir ulusun özgürlük mücadelesinde ayakta kalması için izlenen politikalar savaş koşullarında bu tür çelişkileri içinde barındırmaktadır. İklim değişikliğiyle mücadelede kriteri tarihsiz ve bağlamsız salt emisyonları azaltmak olarak almanın mevcut durumda tüm tarafları eşit sorumlu tutma gibi yanlış sonuçlara götüreceği burada görülmektedir. Gabar’da çıkan petrolün hem coğrafyanın ekosistemine olan zararı hem de emisyonlara olan etkisi, geçen her bir günün kritik olduğu iklim sistemi eşikleri açısından kritik olsa da ulusal kurtuluş ve politik özgürlük mücadelelerinden soyut ele alınarak durdurulamaz, zira oradaki sondajı ve kuyuları durduracak, kapattıracak güçler tam da bu özgürlük mücadelelerini yürüten güçler olacaktır.