Geleceğin Çiftçiliği, Sosyalist Bilim ve Ütopya
Yeşil Yeni Anlaşma hakkındaki tartışmalar – Ocasio-Cortez örneği ve zaman zaman ABD Yeşil Partisi’ninki gibi çeşitli radikallerin yaptığı gibi- ütopyaya giden yollar hakkında çok fazla tartışma başlattı. Bu konuşmaların merkezinde emek sorunu var: dünyayı kurma işini kim yapacak ve bu iş nasıl paylaştırılacak? Ve yaşam tarzımızı ne kadar değiştirmemiz gerekecek?
Ekolojik olarak düşünen sosyalistler, ucuz enerjinin ve aşırı malzeme kullanımının kapitalizmin sosyo-teknik yapılarınca inşa edildiğine işaret etme eğilimindedir. Kapitalizmden kurtulmak için kapitalist teknolojinin değiştirilmesini gerektirir. Kelimenin tam anlamıyla, özellikle zenginlerin arasında daha fazla emek ve daha hafif tüketim modelleri gerektirebilecek yeni bir dünya inşa etmeliyiz. Ekososyalistler, aynı zamanda, tarımın periferideki ve merkezdeki kalkınmadaki rolüne daha özenli olma eğilimindedir.
Eko-modernistler, fiziki altyapıyı ve kapitalizmin tüketim kalıplarını mümkün olduğunca korurken sömürüyü ortadan kaldırmaya odaklanma eğilimindedir. Kırsal kesimdeki mevye toplayıcılar için mevcut dioksit emen makinelerin yerine restoratif tarıma geçileceği ve bu yöntemin atmosferik karbonun tecrit edilmesinin kanıtlanmış bir yöntemi olacağını düşünüyorlar. Çok sık olarak, yeni bir ütopya için koşullar yaratan tamamen iş sonrası bir dünya hayal ediyorlar: Tam Otomatik Lüks Olarak Komünizm.
Tali pozisyonda duranlar genellikle emeğin şu anki dağılımının spesifik bir tarihsel anın meyvesi olduğunu unuturlar. Bunun yalnızca geçici bir enerji ucuzluğu ile oluşmasından -Bangladeşlilere, Seyşelilere veya torunlarınıza petrolün ucuz olduğunu söyleyin- ziyade merkezi devletlerdeki tarım, sanayi ve hizmetlerdeki emeğin belirlemesiyle sektörel bir şekilde dağılarak meydana gelimiştir.
Örneğin coğrafyacı Matt Huber, “çoğumuzun tükettiği yemeği yetiştirmek için çok az sayıda gerçek insan / işçiye ihtiyaç duyulduğunu” iddia ediyor. Ardından, küçük bir çiftçiliği aktif bir anti-sistemik mücadele modeli olarak savunanlara saldırmak için tamamen yanlış olan bu iddiayı kullanıyor. Ve yazmaya devam ediyor: “Kapitalizm, büyük çoğunluğun tarımda çalışmaya ihtiyaç duymadığı ilk toplumu üretti. Bunun tersine çevrilmesi politik olarak mümkün değil veya arzu edilmez. ”
Huber, bu tarz yazanların çoğu gibi, daha zengin ve daha fakir ülkelerdeki tarım arasında bir ayrım yapmıyor ve coğrafi olarak belirli gıda sistemlerinin dünya sisteminin yapısındaki iç içe geçmiş dişliler olduğunu anlamıyor gibi görünüyor.
Açıklamasındaki bazı yerleri ayırdığımızda, her şeyden önce, zengin ülkelerdeki çiftliklerde çalışanlarla aralarında önemli farklılıklar olduğu doğrudur. Analitik bakış açımızı genişlettiğimizde, Periferideki çiftliklerde çalışanların insanlığın bütün gıdasını üretenler, olmasa da çoğu onlar tarafından üretilmektedir. Merkezde tüketilen tropikal gıdalar da dahil olmak üzere, emeğin tarımdan kaybolduğu iddialarının bir gerçekliği bulunmamaktadır.
Emek yoğunluklu tarım, küresel kapitalizmin merkezi olmuş ve olmaya devam ediyor. Karayipteki köleler plantasyonlarda şeker üreterek, İngiliz işgücüne ucuz kalori ve İngiliz yönetici sınıfına büyük karlar sağladı. Utsa ve Prabhat Patnaik’in gösterdiği gibi, Britanya, sömürge dönemi boyunca Hint tarımından hintkeneviri, afyon ve baharatları hortumlayarak zenginliğini tahakkuk ettirdi; Hollanda’da o zamandarda Java’da kauçuk ve şeker kamışı üzerinde etkisini hakim kıldı.
Tarımdaki sömürgeci güçlerin bu tarz zenginliği ve değer akışları sistematik kıtlığa yol açtı ve aynı zamanda sanayileşmenin temelini oluşturdu – teknik bir model olarak değil, tarihsel bir süreç olarak.
Bu günlerde, Batı Avrupa veya Kuzey Amerika’daki ortalama bir market rafındaki 12.000 gıda maddesinin üçte ikisinde tropik bölgelerden tamamen veya kısmen ithal edilmiş ürün bulunmaktadır. Bu tür tarımsal ürünlerin üretilmesi emek yoğunluğu gerektiren bir iştir. Ve burada çalışanların çoğu zor koşullarda ve aç bir şekilde çalışmaktadırlar.
Emek, besin zincirinden silinmedi, ancak yalnızca merkez bölgelerde besin zincirinin görünen bazı bağlantıları ortadan kalktı. Çağdaş emperyalizmin mühendisleri periferileri fiyatlandırmakta, ortadan kaldırmakta, azaltmakta, büyük emek rezervlerini barındırarak ücretleri baskı altına almaktadır. Sonuç olarak, merkezdeki tüketiciler yeterli sosyal güce sahip olduklarını düşünerek diğer toplumlardaki insanların onların gıdalarını üretmesi için emek vermek zorunda olduklarına kanaat getirmişlerdir. Eurocentrizm, bu emeği görünmez kılıyor.
Sermaye ihracatının emtia ihracatındaki sektörlerde emeğin yerini almasından sonra bunun sonuçları feci olmuştur. Toprağın burjuvazinin elinde yoğunlaşmasıyla, yoksul insanlar gecekondu mahallelerine kaçmış, Hindistan’da borçluların intihar oranında etkin bir artış olmuş ve Tunus yarı proletaryası da kendisini harekete geçirmiştir. Yoksulların sosyal ürünlerden pay talep etme kapasiteleri azaldıkça, tüketimleri düşmekte ve aç kalmaktadırlar. Kapitalizm, tarımda “işe yaramayan ihtiyaç duyulmayan” bir toplum üretmişse, aynı zamanda, temelde periferi bölgelerinde yetersiz beslenme ve merkez bölgelerde obeziteye neden olan bir toplum üretti.
Ekolojik cepheye göre sanayileşmiş tarım, canlı varlıklara, toprak ve bitki örtüsüne özen gösteriyormuş gibi davransa da aslında bunun tersi sonuçlara neden olduğu belirtmektedir. Yaşayanları ölü olarak görüyorsanız, mezarlıkların yayılması şaşırtıcı değildir: yüzey toprağı kayıpları, Meksika körfezine akan gübrelerden dolayı zararlı alg çoğalmaları, ABD’nin ortabatı eyaletirinde yapılan sondajların tarlalara verdikleri zarar yüzünden suyu ememeyecek duruma gelinmesi su taşkınlarına neden olmaktadır. Son raporlar, çoğu tarımsal alanın sanayileşmesi yüzünden dünya ekseninde biyosferik bozulmalardan bahsetmektedir.
Öte yandan, ABD’de yaşayan çiftçiler savaş gazilerinden daha yüksek oranda ölmektedirler ‘verimli’ emek-ışığında ABD tarımı yalnızca büyük toprak sahiplerine sübvansiyon sağlıyor sonuçları hepimizin malumu olan bu sübvansiyonlar, – devletten fiyat destekleri şeklinde açık, ayrıca üstü kapalı bir tarzda inanılmayacak kadar ucuza verilen enerji sübvansiyonu formundan oluşmaktadır.
ABD’deki çiftliklerde işgücü ihtiyacı azalmış olabilir, ancak bu ulusal bir tarım sistemi kurmanın uygun bir yolu değil.
Henüz temelinde(1) merkez devletlerin kırsaldan şehre dönüşmesiyle; (2) ABD işgücünün küçük yüzdesi haline gelen tarım; ve (3) periferi bölgelerinde yapılan tarımın sosyal olarak yarattığı sefalet yüzünden, Huber, “küçük ölçekli tarımla, kapitalizmin ötesindeki bir toplum için maddi bir temel yaratırmış gibi davranamayız” diyor.
Huber’in kapitalizmin ötesindeki bir topluma giden yollara mı atıfta bulunduğundan veya geleceğin aşçıları için tarifler mi hazırladığından emin değilim. Durum ne olursa olsun, şu andaki mevcut insan ve sosyal kaynaklar ve aramızdaki en fakirlerin yaşamlarını maddi olarak iyileştirme kapasiteleri hakkında masaya bazı gerçekleri ortaya koymalıyız.
Bolca literatür, önceden Üçüncü Dünya’ya mensup çeşitli ülkelerde küçük ölçekli tarım yapılarak buraların ekolojik tarımla beslenebileceğini açıkça ortaya koyuyor, örneğin, bir ila iki hektarlık arazilerde bir kişinin yıl boyunca vereceği emekle 12-15 kişinin gıdasına yetecek ürün ortaya çıkabiliyor. Fiyat açısından, ekolojik-tarım, konvansiyonel tarıma göre daha yüksek ekonomik getiri sağlar ve bu da, potansiyelini geliştirmek yerine iyileştirmeye adanmış küresel tarımsal araştırmaların yüzde 0’ına yakın bir değerdir.
İhracata yönelik yoğun bir şekilde üretim yapan kapitalist çiftlikler arazi başı baz alınarak aktif olarak kullanılmaktadır.Tarımsal ekoloji karbondioksit emicisidir, İklim değişikliğinin karşısında durur ve geniş bir biyolojik çeşitliliği savunur. Ve küçük işletmelerin dünyayı besleyip besleyemeyeceği sorusu söz konusu değildir.
Ayrıca, küçük tarımsal çiftçiliğin daimi bir angarya cezası olduğu hakkında devam eden ısrarlı bir tartışma sürmektedir. Kişi başına ve hektar başına düşen verimlilik, tarımsal ekolojik araştırma ve uygulamaların sürdürülmesiyle artabilir (veya yıllık emek girdileriyle azalır). Uygulanabilir alternatif ne olabilir? Her zaman iyi ve doğru bir cevabı olmayan bir sorudur.
Tüm periferik dünyada, küçük ölçekli tarımsal üretim, kapitalizme direnişin temelini oluşturur: gıdaya erişimin metalaştırılmasının önlenmesi, tarımsal sanayi girdilerinin kurumsal satıcılar için pazar fırsatlarının kapatılması, toprağın ihracata yönelik emtia mahsulü üretiminden geri alınıp yoksullara verilmesi, ulusal tarımsal sistemlerin bütünlüğünün arttırılması ve egemen bir sanayileşmenin temelini oluşturabilecek daha büyük iç pazarların yaratılması gibi.
Bu tür bir sanayileşme, ulusal kaynaklı girdilere, tercihen mümkün olduğunda yenilenebilir olanlara daha fazla güven duyardı – örneğin, CO2 salınımını azaltan ve toprağa karışmayan ahşap işinde bu kadar iyiyken metal ve plastik mobilya üretimine ağırlık vermenin iyi bir sosyo-ekolojik nedeni yoktur..
Siyasi fizibilite açısından, Güney Afrika’daki gecekondu sakinlerinin tarıma geri dönüşle ilgilendiklerini Ricardo Jacobs’un çalışmalarından biliyoruz. Brezilya’daki tarımsal reform alanları ise eski gecekondu yerleşimlerini de kapsamakta.
Huber ve diğerleri, küçük işletme hayatının zorlamayı içerdiğini, bu nedenle dünyayı beslemek için küçük işletmelere güvenmenin daha da zorlanacağını iddia ediyor. Bununla birlikte, mesele küçük köylüleri kentlileri beslemeye zorlamak değil, yoksul ülkelerdeki ekonomilerin gecekondu gezegeni üreten baskın tarımsal ihracat modellerinden uzaklaşırken tarımsal ve tarımsal olmayan işçiliğin nasıl dengeleneceğini bulmaya teşvik etmektir..
Bu modeller; yetersiz kredi, kiralama garantisi eksikliği veya girdi fiyatlarının karşılanamayacağı bir yerde zorla sanayileşme yoluyla küçük işletmelerin yaşamları üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor. Bunlar, Huber’in eleştirdiği, köylülerin geçim kaynaklarına yönelik “borç ve pek çok diğer faktörün” tehdit ettiği modellerdir. Bu kırsal kesimdeki kapitalizmdir ve küçük çiftçileri fakir tutan tarımın kendisi değildir.
Buradaki zorluk, çevre ülkelerin şehirdeki ve kırsaldaki fakirlerin hayatlarını iyileştirmeye yardımcı olacak ve “tarla gezegenine” doğru ilerleyebileceği büyük iç tarım reformları yapmalarına eşit derecede izin vermektir.
Ayrıca, bu tür ülkeler “insancıl” egemen güçlerin vekil ordularından veya uygulanan yaptırımlardan bağımsız olarak kendi gelişme yollarını belirleyebilmeli. ABD/Dünya Bankası emirleriyle yeniden hizaya sokulan Zimbabwe ve Venezüella gibi radikal tarımsal programlar yürüten bu ülkeler Batı solunun desteğini alamazlarsa başarısız oluyorlar.
Küçük işletme çiftçiliğinin, göreceli olarak eşit bir dünya çerçevesinde, çevre dünya ülkelerinde kalıcı bir sürdürülebilir için sağlam bir yapı sunamayacağını öngörmenin – pragmatik, sosyal veya ekolojik -hiçbir nedeni yoktur.
Bu nedenle, ulusal toprakların yerli nüfusu sürdürülebilir şekilde beslemeye tahsis edildiği Üçüncü Dünya için tarımsal modelleri savunmalıyız. Bu, çevre ülkelerdeki nüfusun % 6-10’unun sürekli olarak tarıma dâhil olacağı anlamına mı geliyor? Yoksa bu tür işler dönüşümle mi yapılacak? Bu, geleceği inşa edecek insanların karar vermesi gereken bir durumdur. Açık olan, şu anda çevre ülkelerdeki küçük işletmelerin daha fazla toprağı ele geçirmelerinin son derece canlı bir anti-sistemik mücadele olduğudur.
Huber’le çekirdek devletlerdeki tarımsal emek meselesi denilen şeyin doğruluğu konusunda hemfikiriz ve ABD’nin gıda tüketiminin temeli ve kapitalizmin ötesindeki bir yol olarak küçük tarımsal üretimden bahsetmenin o kadar kolay olmadığını da kabul ediyorum. Bu çevre ülkeler için geçerlidir.
Bununla birlikte, yukarıda söylediklerimi göz önüne alarak, konuyu bazı temel ifadelerde özetleyebiliriz:
Birincisi: Batı ülkelerinde emeği sermayeyle değiştirmenin mevcut yolları, toprağı idare etmek için sosyo-ekolojik kapasitemizi param parça etti.
İki: mevcut tüketim, sevdiğimiz yiyeceklerle beslenebilmemiz için emperyalizme dayanıyor.
Üç: Daha fazla çevre ülke tarımsal sektörlerini ev kaynaklı beslenmeye, refaha ve sosyal gelişime yönlendirirse, daha zengin ülkelerden daha az miktarda gıda maddesi alınacaktır.
Dört: İnsana yardımcı olacak teknolojiye dayanan, ekolojik olarak sürdürülebilir rejeneratif tarım için ciddi bir model yoktur.
Beş: Sürdürülebilir bir dünya hakkında düşünmeyi anti-emperyalist mücadeleden ayrı tutamayız.
Çiftçilikle ilgili çekirdek devletlerdeki nüfus yüzdesinin arttırılması, yukarıda bahsi geçen açılardan mantıklı bir şekilde takip edilmektedir. Artış, nüfusun yüzde 50’si oranında olacak anlamına gelmiyor ve herkesin tarıma katılacağı anlamına da gelmiyor. Bunun bir sonucu olarak, bu tür bir çalışmanın mümkün olduğunca cazip hâle getirilmesi, insanları özgürce seçimini yapması ve kültürel yaşam ile sosyal altyapının merkezileştirilmesi söz konusu olabilir.
İkinci bir potansiyel eylem süreci, -kuşkusuz- söz konusu emeğin zorluğunu azaltmak için mümkün olduğunca fazla teknoloji yönünde araştırma yapmaktır! Hem merkezde hem de çevrede, ne kadar çiftçiliğin yapılacağı ve daha da önemlisi, hangi işlerin makineleşmemesi gerektiği açık sorular olarak kalmaktadır. Öyleyse, önemli olan mekanizasyonun anlamı ve aşırı enerji harcayan bu ayrıştırmada ne tür araçların işgücü tasarrufu sağlayabileceğidir. Bir başka cevaplanmamış soru da insani yaşama koşullarına ve doğal döngülere dikkat ederek ağır çalışma koşullarını ne kadar değiştirebileceğimizdir.
Tüm cevaplara sahip olmayışımızda da yanlış bir şey yok.
Bazı durumlarda teknoloji sayesinde sorunları çözmek çok uzak bir adım olarak görüldüğü için neredeyse hiç kimsenin, çocuklara, hastalara ve yaşlılara bakarken zorlandığımız işleri mekanik hâle getirmemizi talep etmediğine dikkat etmek gerekir. Oysa dünyada herkes –hayattaki her topluluk, toplumun fiziksel temeli, çocuklar, hastalar, yaşlılar ve gerçekte herkesin iyi yaşam koşullarına sahip olması- aynı haklara sahip olamıyor.
Önerilerimin yapılabileceklerin en kolayı olduğunu sanmıyorum. Belki de hayal edebileceğinden daha az olsa da, ABD’nin yaşam tarzında bazı değişiklikler olacaktır. Bu tür yaşam tarzlarına özgü toplumsal krizler göz önüne alındığında, temel değişiklik zaten gecikmiş durumda.
Bu tür zorlukların varlığını belirleme konusunda bir sorunum yok, özellikle de tarımın diğer ülkeleri sömürmeye dayanmayan sürdürülebilir bir insani üretim sektörüne dönüştürülmesi durumunda ABD’nin kendisini nasıl besleyebileceğine dair başka herhangi bir uygulanabilir cevap göremiyorum.
Ancak, aşılamayacak bir geçiş de görmüyorum. Çiftliklerde çalışırken sürekli maruz kaldıkları kas ve sinir yaralanmaları nedeniyle, kesim tesislerinde neden insanların ellerinin karpal tünel sendromundan perişan olana kadar tavuk boğazı kestiklerini anlayamıyorum. Özellikle tarım işçiliğinin, gıda işleme olarak adlandırıldığından beri çiftliklerde çok daha fazla angarya ve yabancılaşma var Dahası, hayvanlı tarımının mekanizasyonu kendi büyük ve yenilmez ekolojik problemleriyle birlikte gelir.
Her durumda, mevcut seçimler menüsünü doğal bir fenomen olarak düşünmek için hiçbir neden görmüyorum. Kapitalizm, ABD toplumunu yapılandırdı ve değerler sistemine tarımsal emeğin, toprağın ve insan dışı yaşamların değersizleştirilmesini getirdi. Bu seçimler tarihsel olarak gerçekleşti, imal edilmedi.
Dahası, mevcut yapılaşmada bile çiftçiliğe büyük ilgi var. ABD’de kent bahçeleri, şehirlerde zümrüt gibi parıldıyor. Arazi Enstitüsü, Soul Fire Farms, Savannah Enstitüsü, Iowa Land Trust ve diğerleri, kalıcı olarak sürdürülebilir bir ABD çiftçilik sistemi için gerçekleri ortaya koymaya çalışıyorlar.
Arazi ıslahı için işçiliği tarım sürecinden kaldırabilecek teknolojik atılımlarla alay etmek makineden bir çözüm beklemektir. Bu, çoğunlukla çevresel tarım sistemlerinin daha fazla tahrip edilmesine üstü kapalı bir şekilde izin verir ve ABD’de sürdürülebilir üretim biçimleri oluşturmak için çalışanlara yönelik bir hor görmeyi haklı çıkarır. – güncel koşullarda daha iyi bir dünyanın embriyoları- Şu anda hiçbirisinin olmadığı kısayolların hayal edilmesinin gerçekçi bir tarafı yoktur.
Max Ajl, Cornell Üniversitesi’nde Gelişme Sosyolojisi alanında doktora derecesine sahip. Tunus ulusal kurtuluş hareketi ve Arap dünyasında sömürge sonrası gelişme üzerine çalışmaktadır. Bu makale ilk olarak 10 Haziran 2019, Uneven Earth’te yayımlandı.
T: @ajl_max