Türkiye Gazeteciler Cemiyeti yayın organı 24 Saat haber sitesinin iklim değişikliği ve iklim politikalarıyla ilgili sorularını Kolektifimizin İklim Çalışma Grubu adına Onur Yılmaz yanıtladı.
Söyleşi: Deniz Berk
Türkiye’nin sera gazı emisyonlarının artmaya devam etmesinin temel sebeplerini nasıl açıklıyorsunuz? Bu artışın önlenmesi için atılması gereken ilk adımlar nelerdir?
TÜİK verilerine güven hep sorunlu olsa da (ki burada da özellikle işletme bazında, enerji iletim-taşıma hatları boyunca ölçümlerin hatalı, eksik olduğunu varsayabiliriz) Mart 2025’te açıklandığı üzere Türkiye’nin toplam sera gazı emisyonu 2023 yılında 598,9 milyon ton CO2 eşdeğeri hesaplandı. 2023’te emisyonlar bir önceki yıla göre %6,9 arttı. Kişi başı toplam sera gazı emisyonu 1990 yılında 4,1 ton CO2 eşd. iken 2022’de 6,6 ton ve 2023’te 7,0 ton CO2 eşd. olarak hesaplandı. 2023’te dünyada kişi başı yıllık emisyon miktarı ise 4,98 ton CO2 eşd. idi. Türkiye, uzun süredir en çok emisyona neden olan 20 ülkeden biriydi ve dünyadaki payı yaklaşık aynı kalsa da mutlak düzeyi artışı sürdürüyor. Bu artış elbette Türkiye’nin ekonomik yapısıyla ilgili. Emperyalist kapitalist işbölümünde Türkiye sanayisine emisyon yoğun sektörlere sahip olma rolü verildi; metal işleme, montaj, maden, inşaat, vb. AKP iktidarları döneminde özellikle enerji-maden-inşaat sektörleri ihya edildi ve bunların hepsi yoğun emsiyonlara neden olan sektörler. Ayrıca her biri arazi kullanımını değiştirerek, ormansızlaşmaya yol açarak da karbon depolama kapasitesini azaltırlar.
Esasen ihracata dayalı bir üretim yapısına sahip ülkelerde uluslararası ticaret, bölgesel anlaşmalarla sürdüğü ve büyüdüğü sürece emisyonlar artmayı sürdürecektir. Tüm bu yeşil dönüşüm bahsi emisyonların artış hızını yavaşlatsa da mutlak azaltıma yol açamaz; zira bu ana sektörlerin kârlılığı ucuz fosil yakıtlara ve ucuz işgücüne bağlıdır. Düzeniçi siyasetle bu artış önlenemez. Üretim altyapısının köklü değişimi için ise işçi sınıfının demokratik iktidarı koşulları gerekmektedir. Tutarlı ilk adım bunu sağlamak olacaktır. Ama bu genel hedefin dışında somut olarak yapılması gereken elbette öncelikle emisyonların yoğunlaştığı enerji sistemlerinin üretim, iletim, dağıtım ve tüketim boyutlarıyla kamusal ve planlı bir şekilde düzenlenmesi ve verimlileştirilmesidir. Planlı bir enerji sistemiyle pek çok fosil yakıt santrali durdurulabilir, dağıtık ve küçük ölçekli güneş-rüzgar elektrik üretimi ile elektrik şebekesi yenilenebilir, sanayi sektörüne elektrifikasyon sağlanabilir. Binalarda enerji verimliliği, ormansızlaştırmanın durdurulması, inşaat ve maden furyasının durdurularak kamusal temel hizmetlerin nitelikli hale getirilmesi, ulaşılabilir kent planlarının adım adım uygulanması gibi sayısız önlem bu artışı durdurabilir. Bunlar sermaye güçlerinin asla dahil olmayacağı kârsız süreçler olduğundan ancak yeni bir toplumsal düzende uygulanabilirler ve uygulanmak zorundalar.
Türkiye’nin iklim politikalarında eksik veya yetersiz gördüğünüz alanlar hangileridir? Bu eksikliklerin giderilmesi için ne gibi politikalar geliştirilmelidir?
Türk devleti bugün Saray aracılığıyla patronlar tarafından yönetilmektedir. Patronların iklim politikası kârlarının eksilmemesi, halktan servet transferinin kesilmemesi kriterlerine dayanır. İklim ve çevreyle ilgili bütün yasal düzenlemeler, yönetmelikler, çeşitli sektörlerden patronların lobileriyle, onlar tarafından yazılır. Bunları çok açık ifade etmek gerek. Dolayısıyla eksik ve yetersizlik değil söz konusu olan. Bir bütün olarak sömürü ve yağmaya dayanan politikalardır ve iklim değişikliğini şiddetlendiren sonuçları emisyon artışından da görülmektedir. Ama soruya cevap vermek açısından eksiklerin giderilmesi için bu patronlara geri adım attıracak bir halk hareketi, toplumsal güç inşa etmemiz gerekmektedir. İklim açısından taleplerimiz elbette iklim felaketleri karşısında halkın zarar görmeyeceği önlemlerin önden alınması, yaşam alanlarında yeni iklim koşullarına uyum için altyapı dönüşümü ve elbette emisyonların hızla azaltılırken ekonomik bedelin kapitalist sınıfın servetinden, yani halktan çaldıklarından karşılanması olacaktır. Türkiye’deki yüksek işsizlik çalışma sürelerinin azaltılarak istihdamın arttırılması, temel ihtiyaçların kamu bütçesiyle giderilmesi ve şirket karlarının baskılanarak üretim sektörlerinin kaydırılması, planlanması iklim için yapılabilecek en ciddi çalışmalar olacaktır.
Küresel iklim hedeflerine uyum sağlamak adına Türkiye’nin en acil olarak ele alması gereken sektörler nelerdir? Özellikle enerji ve ulaşım gibi alanlarda nasıl bir dönüşüm gereklidir?
Türkiye 2021 yılında Paris İklim Anlaşması’nı, AB’nin getireceğini açıkladığı sınırda karbon düzenlemesine karşı kendi iç düzenlemelerini yapmak için, uzun süre bekledikten sonra onaylayıverdi. Bu kapsamda Ulusal Katkı Beyanı’nı Nisan 2023’te sundu. Buna göre vaadi 2030’da yıllık 695 milyon ton CO2-eşd oldu. İşin garibi bu kendilerince belirledikleri ekonomik büyüme temposunun getireceği referans emisyon senaryosuna göre %41Lik bir azaltım demekmiş. Yani Türkiye, 2023’teki yaklaşık 600 milyon tondan 695’e emisyonlarını arttırmayı vadetti. Bunun uygulanması ve izlenmesi için 2024-2030 yıllarını içeren İklim Değişikliği Azaltım Strateji ve Eylem Planı ile İklim Değişikliğine Uyum Stratejisi ve Eylem Planı’nı da Mart 2024’te uygulamaya soktu. Ağırlıkla ithal ve yerli kömüre, doğalgaza dayanan elektrik üretimi, bina ve iletim enerji verimliliği, imalat, ulaşım sektörleri en acil dönüştürülmesi gerekenler elbette. Enerjideki dönüşüm, öncelikle enerji sistemlerinin kamusallaştırılması, tüm ülkeyi kapsayan bölgesel üretim planlarının yapılarak enerji ihtiyacının toplumsal temel ihtiyaçlar temelinde tespit edilmesi, bu plana bağlı olarak fosil yakıtlı santrallerin planlı devreden çıkarılması, Akkuyu nükleer santralinin hızla sökülüp atılması, kooperatif ve topluluk mülkiyetine izin veren dağıtık, küçük ölçekli güneş-rüzgar kurulumlarına teşvik sağlanması gibi adımları içerir. Yenilenebilir kurulumları için gereken altyapı inşaatı ve madencilik faaliyetleri enerji planlamasına dahil edilmeli, halk karar süreçlerinin birincil parçası olmalıdır. Ulaşımda ise benzinli, hibrit, elektrikli bakılmaksızın bireysel araç kullanımını kısıtlayan kentsel düzenlemeler yapılmalı, toplu taşıma ücretsiz bir kamu hizmeti olmalı, demiryolu altyapısı elektriklendirilmeli ve yaygınlaştırılmalı, üretim-tüketim döngüsü mümkün olan her sektörde yerelleştirilmeli, ülke içi havayolu kullanımına kısıtlamalar getirilmelidir. Tekraren, bu düzenlemeler patronların çıkarlarıyla çelişir ve mevcut düzende büyük oranda uygulanmazlar, bunlar bizim yeni toplumun inşasındaki görev kağıtlarımızdır.
Yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş konusunda Türkiye’nin karşılaştığı en büyük engeller nelerdir? Bu engellerin aşılması için hangi politikaların hayata geçirilmesi gerekir?
Bir meta olarak enerji, çok kârlı bir sektör potansiyeli taşıyor. Kapitalist üretim ilişkileri, doğası gereği maksimum kârı hedeflediğinden kısa vadede fosil yakıtlara dayalı, çevreyi tahrip eden ama düşük maliyetli üretim yeğdir. Yenilenebilir enerji, uzun vadede sermaye için dahi daha sürdürülebilir olsa da, kısa vadede yüksek yatırım ve düşük kâr oranı ile patronları caydırır. Türkiye’de elektrik üretimi ve dağıtımı giderek özelleştirilmiş, bir avuç şirketin eline geçmiştir. Bu şirketler, enerji üretim ve dağıtımında yenilenebilir kaynaklara yönelmeyi ancak karlılığı garanti edecek koşullar varsa tercih ederler; örneğin devletin kamu kaynaklarını bu geçişe teşvik olarak akıtmasıyla. Enerji sektörü, politikaları en merkezi şekilde belirlenen sektörlerdendir ve halk karar alma süreçlerinden tamamen dışlanmıştır. Oysa enerji sistemlerinin toplumsallaştığı ve halkın demokratik denetiminin olduğu sosyalist bir işleyiş bu geçişi hızla gerçekleştirebilir.
Türkiye yıllarca BM zirvelerinde “gelişmekte olan” ülke kategorisinde değerlendirilmeyi ve “iklim fonlarına” erişimi talep etti. Bunlara da belli ölçüde ulaştı. Ekonomisi dış finansmana bağlı olan Türkiye’de bu nedenle bugünkü gibi rejimler bu alanda da ancak özel bir dış kaynak sağlarlarsa bu konuyu önlerine alacaklardır. Patronlar geçişte engel olarak maliyetleri, vergileri, arazi tahsislerini, mühendislik-kurulum-bakım sektöründeki kalifiye işgücü eksikliğini, vb. bahane ederler, ki bunların hiçbiri gerçeği yansıtmaz.
Türkiye, Paris İklim Anlaşması’na taraf olduktan sonra hedeflerini tutturmakta zorlanıyor. Hedeflere ulaşmak için ülke bazında hangi somut adımların atılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Türkiye’nin hedefleri kağıt üzerindedir, gerçek durumu ifade etmez. Açıklanan onlarca strateji ve eylem planı somut uygulama adımlarını içermez, denetimi yoktur, kendiliğindenlik söz konusudur. Dolayısıyla bir zorlanma yok. Paris Anlaşması’nın hukuki bağlayıcılığı yoktur ve Türk devletinin onaylamasındaki amaç AB gibi ticaret ortaklarının gümrük düzenlemelerine uyumla ilgilidir. Azaltım boyutunda durum bu. İklim değişikliği ve felaketlerine uyum konusunda ise halka karşı saldırı yoğundur. Yangın, sel, kuraklık, fırtına, toprak kayması, sıcaklık dalgaları vb. iklim felaketlerinde önden önlemler alınmaz, sonrasında ise koordinasyon ve kaynak seferberliği yetersizdir. Yıllık 600 milyon tondan, 2030’da 695 milyon tona çıkacak emisyonların 2038 civarı tepe noktasına ulaşması ve 2053’te sıfırlanması hedeflenmektedir. Bu geçişlerdeki ara basamaklar belirsizdir. Paris Anlaşması dilinden konuşacaksak somut adımlar bu boşlukların doldurulması için bilim kurullarının oluşturularak strateji belgelerinin denetiminin sağlanmasıyla başlayacaktır. Ancak bunlar bugünkü siyasi konjonktürde ayakları havada tartışmalar olacaktır.
Türkiye’nin kömür kullanımını azaltarak fosil yakıtları terk etmesi konusunda önerileriniz nelerdir? Bu geçiş süreci nasıl yönetilmelidir?
Yukarıda enerji sistemleri ve politikalarıyla ilgili öneriler bu soruya yeterli cevap olacaktır. İklim değişikliği çok büyük bir aciliyetle çözüm beklemektedir, ekosistemleri geri dönülmez yıkımlara götürecek, sıcaklık artışının kontrolden çıkacağı geri besleme mekanizmalarını büyütecek kritik sıcaklık eşikleri birkaç yıl içinde aşılmaya başlanacak. Dolayısıyla fosil yakıtların terk edilmesi hızlı olması gereken, planlanması gereken bir süreç. Kapitalist üretim kaosu içinde, şirketlerin rekabet sahasında bu planlama yapılamaz. Diğer yandan, fosil yakıtlardan tek bir hamlede çıkmak da toplumsal yaşamın işleyişi bakımından mümkün değil; başta kömürlü ve doğalgazlı termik santrallerin kapatılması için, toplu taşımanın yaygınlaştırılması için demokratik planlama şarttır, maliyetler için bir avuç asalağa dönüşmüş patronların servetlerine el konulması şarttır. Geçiş süreci, enerji yoksulluğu içindeki halk kesimlerinin temel ihtiyaçları zemin kabul edilerek planlanmalıdır.
Sera gazı emisyonlarının azaltılması konusunda yerel yönetimlerin rolü nedir? Belediyelerin ve yerel yönetimlerin iklim krizine karşı daha etkin bir şekilde nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda önerileriniz nelerdir?
Öyle bir ülkedeyiz ki, soruların her birinin bir idealize edilmiş burjuva demokrasisindeki yanıtları var; bir de faşist rejim koşullarındaki. Belediyelere kayyumların atandığı, seçilmişlerin yıllarca siyasi rehine olarak tutulduğu bir ülkede bu rolü nasıl tartışabiliriz ki! Evet, yenilenebilir enerji doğası gereği termik ya da barajlı hidroelektrik santrallerin aksine daha küçük çaplı, dağıtık ve yerele özgüdür (bir yerde güneş, bir yerde rüzgar öne çıkabilir, vb.). Yani, yerel yönetimlerin yetkileri tam da bu geçişi teşvik edecek, yürütecek, toplumsallaştıracak şekilde uygundur. Bunlar özellikle kent içi ulaşım, bina enerji verimliliği, yerel tarımsal üretim gibi alanlarda sera gazı azaltımında önemli bir rol oynayabilir. Kooperatifçilikte ön açılarak çeşitli üretim sektörlerinde de daha ulusal ekonomideki emisyon yükü hafifletilebilir. Ama yerel yönetim demek, halkın siyasete katılımı demek öncelikle; yani tüm yerel yönetimlerin başta halk meclislerini, kadın meclislerini örgülemesi de burada şart.
Türkiye’nin karbon ayak izini azaltmak için halkın bilinçlendirilmesi ve sürdürülebilir yaşam alışkanlıklarının yaygınlaştırılması adına neler yapılabilir?
“Karbon ayak izi” kavramı tehlikeli bir kavram. Tamamen toplumsal sistemin, işleyişin sonucuyken emisyonları bireysel bir olguya dönüştürme bağlamında daha çok kullanılıyor. Toplamda ülkedeki emisyonların azaltılması için halkın bilinçlendirilmesi iklim değişikliğiyle ilgili gerçek bilgilere ve bunların politik anlamlarına eriştirilmesiyle mümkün. Yaşam alışkanlıkları da ancak bunun maddi koşulları sağlanırsa bu yönde değişecektir. Tek tek bireylerden, orta sınıf konforuna sahip bir kitleden değil, açlık sınırında yaşayan milyonlardan söz ediyoruz. Dolayısıyla antikapitalist toplumsal mücadelenin bütününü görecek şekilde halkın örgütlenmesi için her çaba onu bilinçlendirecektir. Yapmamız gereken taban kitle örgütleri olarak bir örgütlenme seferberliğiyle kitlelere hücum etmektir. Her bir komünal yaşam örneği de bizzat deneyimle zaten bu dönüşümleri sağlayacaktır.
Türkiye’deki sanayi ve tarım sektörlerinin sera gazı emisyonlarına etkisi nedir? Bu sektörlerde sürdürülebilir uygulamalar nasıl teşvik edilebilir?
Türkiye’de sera gazı emisyonlarının yaklaşık % 25’i sanayiden kaynaklanır. Özellikle çimento, demir-çelik, petrokimya, tekstil gibi sektörler hem enerji ve emisyon yoğun sektörlerdir. Tarım sektörü ise doğrudan sera gazı salımının %13-15’ini oluşturur. Ama daha da önemlisi, kimyasal gübre kullanımı ve metan emisyonunu (özellikle büyükbaş hayvancılıkla), endüstriyel hayvancılığın yaygınlaşması, monokültür uygulamaları, ormansızlaştırma ve meraların yok edilmesi ile emisyonlara dolaylı katkıları da vardır.
Sürdürülebilirlikten kastımız gerçekten doğanın, canlıların yaşamlarıysa başlangıçta sanayi üretimi toplumsallaştırılarak, halkın ihtiyaçlarına ve doğanın sınırlarına göre planlanarak bir teşvik ortamı oluşturulabilir. Yüksek emisyonlu sektörler, örneğin çimento yerine yerel, doğayla uyumlu yapı malzemeleri, demir-çelik, askeri sanayi gibi sektörlerin daraltılması gibi önlemler alınır. Tarımda benzer ortam agroekoloji ve toprağın, makinelerin toplumsal mülkiyetiyle sağlanacaktır. Köylü ve tarım işçilerinin üretim kooperatifleri bunun önünü açacaktır ve teşvik edilmelidir. Kimyasal kullanımını azaltan, monokültüre dayanmayan, geleneksel tohumlarla yapılan tarım için üretim kayıpları kamusal bütçeden telafi edilmelidir. Ekolojik yıkımdan en çok etkilenen işçiler, köylüler, kadınlar ve yoksullar bu politikaların yapıcısı olmalıdırlar. Karbon ticareti gibi “yeşil piyasa araçları” mahkum edilirken doğrudan müdahaleye dayalı demokratik planlama için halk örgütlenmeleri tanınmalıdır.
Türkiye’nin artan sera gazı emisyonlarıyla mücadele etmesi için çözüm önerileriniz nelerdir? Hangi somut adımların atılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Türkiye bir ülkenin adı. Mücadeleyi bu ülkenin halkı, doğayı yağmalayan şirketlere ve onları koruyan devlete karşı yürütür. Emisyonlarla mücadele diye bir şey yoktur. Emisyonların bu düzeyde olması, bu üretim tarzının bir sonucudur. Dolayısıyla “somut” adım bu sistemin temellerini sarsmaktır. Temsil siyaseti, seçimden seçime demokrasicilik ile emisyonlar azalmaz. Günbegün iklim ve halkın yaşamını zorlaştıran her bir soruna karşı protestolarıyla, örgütlenme çabalarıyla mücadele eden direnişçi insanlar, atılması gereken adımları bu eylemleriyle atıyorlar.