Küresel salgın, bir ayaklanmalar dünyasının içinde yayılıyor. Birçoğumuz Hindistan’daki başarılı çiftçi grevi, Berlin’deki ev sahiplerini mülksüzleştirme çabaları, ABD’de Siyah karşıtı polis şiddetinin kitlesel olarak reddedilmesi ve Şili’de neoliberal rejime karşı hareketlilik dahil olmak üzere devasa sayılarda insanın sokaklarda toplandığını ve yönetilemez hale geldiğini gördük.
Diğer bölgelerde, Chiapas’ta, Kerala’da, Rojava’da ve daha küçük “savunulcak bölgeler, – ZAD’lardan” oluşan adacıklarda, insanlar ortak yaşamı yeniden ürettikçe veya yeniden sahiplendikçe ayaklanmalar daha sürdürülebilir biçimler alıyor. Dünyanın dört bir yanında yaşayan yerli halklar, topraklarının ve hayatlarının kan emici kapitalizme feda edilmesine izin vermeyi reddediyor. Kapitalizmin sebep olduğu iklim kıyametine karşı küresel mücadele büyüyor.
Gündelik hayat düzeyinde daha farklı ayaklanmalar da yaşanıyor. Tüm bir nesil, kapitalist ve sömürgeci ataerkilliğin potasında dövülen otoriter ikili toplumsal cinsiyet rejiminin karşısında ayağa kalkıyor. Diğerleri, kırılganlıkları ve karşılıklı bağımlılıkları nedeniyle patolojik olarak “akıl hastası” olarak etiketlenmeyi reddediyor. Bu mücadeleler, kuir, feminist ve sömürge karşıtı hareketlerle bir arada, toplumsallığın dokusu, karşılıklı yardım ve bakım konularını yeniden keşfetme ve bakış oluşturma arayışındalar. Bunu yaparken de yaratmamız gereken gelecek alternatiflerini düşünmemize yardımcı oluyorlar.
Dünyanın kaderinin tehlikede olduğu bu zamanlarda farklı mücadeleleri birbirine bağlayan nedir? Belki de bunlar sadece tahakküme karşı verilen mücadeleler değil, aynı zamanda karşılıklı bağımlılık dünyasında insan olarak kim olduğumuza dair yeni kolektif anlatılar üretmek için verilen mücadelelerdir. Tüm bu mücadelelerde ortak bir eğilim arayışındayım. Farklılıklarına ve anlaşmazlıklarına rağmen bu mücadeleler, birlikte, sömürgeciliğin ve kapitalizmin değerli öznesi homo oeconomicus – iktisadi insan – ve onun suretinde yaratılan yıkık dünyanın ötesinde, kim olduğumuzu ve kim olabileceğimizi hayal etmek için bizlere bir alan açıyorlar. Bu hikayeleri sadece teorik veya kültürel olarak anlatmakla kalmıyorlar, eylemleri aracılığıyla bize sadece başka bir dünyanın mümkün olduğunu değil, onun her zaman burada ve aramızda olduğunu ve özgürlük için mücadele ettiğini gösteriyorlar.
Karşı koyup savaşıyoruz fakat henüz kazanamıyoruz. Zaferin ne anlama geleceğini henüz bilmesek de artık kazanmaktan başka seçeneğimiz yok. Öte yandan giderek daha net görünüyor ki, dünyanın her yanında, insanlar dünyayı bambaşka şekillerde yeniden tasarlıyorlar. Her türlü insani iş birliğini ve özeni metaya dönüştürmeye çalışan küresel bir kapitalizmin gölgesinde, birbirimizle yeni ilişkiler kurmanın, olmakta olan kolektif iktidarı tahayyül etmenin ve uygulamaya koymanın, kendi kendimizi yönetmenin, parçası olduğumuz karmaşık dünyayla ilişkili olarak bizi ayakta tutacak bir ekonomiyi organize etmenin yeni yollarını geliştiriyoruz. Eylemlerimiz aracılığıyla kolektif reddiye ve yeniden tasarımlarımızın hikayesini anlatırken, eskinin yıkıntıları içinde yeni bir dünyayı gerçeğe dönüştürüyoruz.
Homo Oeconomicus’a karşı
Mevcut teknolojinin bağımlı olduğumuz ekosferi değiştirmeye ve hatta yok etmeye muktedir olduğu bir çağda, insanlık tarihi bir dönüm noktasında duruyor. Yine de bu tehlikeli anda, ne olduğumuza ve neler yapabileceğimize dair anlayışımız bile, bizi bu korkunç hale sokan küresel ırksal kapitalist sistem tarafından şekillendi.
Jamaikalı yazar Sylvia Wynter, kendimizi anlatılar aracılığıyla dönüştüren tek tür olduğumuzu savunuyor. İşbirliği yapan bir türe, kimin ve neyin arzu edilir olduğuna dair anlattığımız hikayeler toplumsal örgütlenmeyi, ekonomik tedariki ve birbirimizle ve insandan öte (“doğal”) dünyayla işbirliği yapma biçimlerimizi temelden şekillendirir. Bazen bu hikayeler, paylaşılan mitler, anlatılar ve kültürel medya olarak açık şekilde karşımıza çıkar. Bazen ise örtüktürler, konuşulmayan ideolojilerde vücut bulurlar, bilimsel argümanlarda gizlenirler veya dinde kodlanırlar. Dönüştürücü hikaye anlatımı yoluyla insanlar, göz kamaştırıcı bir çokluğa yaşam formları yaratırlar. Bu hikayeler, genellikle sorgulanmayan, ancak insan olmanın ne demek olduğunu, birbirimizle ve dünyayla olan özgün bağlaşıklığımızla boğuşmanın ne anlama geldiğini tanımlayan kapsayıcı kozmolojiler sayesinde anlam kazanır ve bunların yeniden üretilmesine yardımcı olur. Bu anlamda, anlattığımız kolektif hikayeler, iş birliği potansiyelimizi fark edebilmemiz açısından çok önemlidir. Fakat öte yandan, özellikle bazı insanlar bu hikayeler aracılığıyla insanlık dışı olarak gösterildiğinde veya insanlığa dair baskın mit, tahakküm mantığıyla şekillendirildiğinde, devasa bir zulüm ve şiddetin önünü açabilirler.
Yeni sömürgeci ırksal kapitalizmin günümüz küresel rejimi, tam da böyle bir kozmoloji, insan olmanın ne anlama geldiğine dair kendi kendini sürdüren bir dizi hikaye tarafından ayakta tutuluyor. Wynter bu kozmolojinin 1492’de Avrupalı erkek seçkinler tarafından Amerika’nın işgal edilmesinin öncesinden beri geliştirilmekte olduğunu ve bugün, güçlü, varlıklı, kendi çıkarlarını gözeten ve rekabetçi beyaz adam figürü homo-economicus etrafında inşa edildiğini savunmaktadır. Geçmişe dönük olarak, bu mitik figür en güçlünün hayatta kalması, herkesin herkese karşı savaşı gibi anlatılarla insan doğasının doğal ve gerçek ifadesi olarak sunulur. Kökleri dünyayı şekillendirmiş transatlantik köle ticaretine kadar uzanan ve temelini Siyah karşıtlığından alan iktisadi insan mitosu, kendi saltanatını doğal, haklı ve kaçınılmaz olarak sunmak amacıyla, insan olmanın diğer yollarını, sosyal, politik ve ekonomik yaşamı düzenlemenin diğer yollarını temelden reddeder ve karalar. Beş yüzyıl boyunca Avrupalı olmayanların insan dışılaştırılmasının yanı sıra kadınların boyun eğdirilmesi ve dünyanın sömürülmesiyle şekillenen iktisadi insanın hikayesi, onu anlatan türün, insanlığın, kendisini bile yok etmekle tehdit eden bir küresel kapitalizm biçimini zincirlerinden boşandırdı.
Peter Fleming’in Wynter ile paralel olarak savunduğu üzere, kendimize iktisadi insanın ana karakter olduğu bir toplum hikayesi anlattığımız sürece, o toplumun aynı şekilde üretimine katkı sunarız. Ve bu toplum dünyayı mahvediyor, çünkü her birimiz ayrı ayrı, birlikte yarattığımız bu sistemin yıkıcı gücünden kendimizi korumak için rekabet etmeye zorlanıyoruz. Bu, iklim krizini yaratan iktisadi insan etrafında şekillenen sömürgeci, kapitalist bir toplumdur. Bugün, bu figürün idealize edilmesi, iki feci eylem hattını teşvik ediyor: Bir yandan, iş dünyası seçkinleri ve neoliberaller, iklim değişikliğini ele almanın tek yolunun, iktisadi insanı karbon vergileri, emisyon üst sınırı, ticareti planları ve sübvansiyonlar yöntemlerini devreye sokmaya teşvik etmek olduğunu savunuyorlar. Öte yandan, gericiler ve eko-faşistler, giderek daha paranoyak ve şiddet yanlısı etnik milliyetçiler halinde bir araya gelen iktisadi insanları meşru göstermek amacıyla, azalan kaynakların iç karartıcı “gerçekçiliği”nde ısrar ediyorlar.
Ana karakteri iktisadi insan olan bu hikayeler dizisi, küresel ikilemlerimizle başa çıkmak için ihtiyaç duyduğumuz küresel dayanışma türlerini temelden baltalıyor. Aynı zamanda, iktisadi insan gerçeğini benimsemeyen ya da benimsemeyecek olanların; yani başka kozmolojileri olan yerli halkların, hiçbir zaman kapitalizme köle ya da işçi olarak katılma niyeti olmamış ırksal olarak ayrıştırılmış insanların, ataerkil rekabet ve kayıtsızlık mantığına uyum sağlamayı reddeden kadın ve transların, kapitalizmin çalış ve rekabet et mantığı içinde “becerikli” kabul edilmeyenlerin, bu acı yazgılarından yalnızca kendilerinin sorumlu olduğunu dikte ediyor. Tüm bunlar ve diğer daha fazla insan başarısız olmaya mahkum olarak gösterilmektedir.
Küresel sömürge kapitalizminin mevcut neoliberal tezahüründeki büyük yalanı, hepimizin iktisadi insanlar olabileceğimiz ya da aslında, her zaman öyle olduğumuz ve hayatta kalacak ve kutlanması gerekenlerin, bu gerçeği kabul edenler olduğu yalanıdır. Ama aslında, yalnızca bir avuç insan iktisadi insana benzemeyi, onun dünyasını yeniden üretmeyi ve ödülleri toplamayı başarabilir veya başaracaktır. Bunun ötesinde ise gerçek şu ki, bu iktisadi insan figürünün, aslında karşılıklılık, bakım, bağımlılık, rekabetçi olmayan değiş tokuş ilişkileri ve Richard Gilman-Opalsky’nin deyimiyle “sevgi komünizmi” ilişkileri yoluyla sürdürdüğümüz ve anlamlı kıldığımız hayatlarımızı nasıl yaşadığımızla neredeyse hiçbir ilgisi yoktur. Başka kozmolojiler var oldu ve var olmaya devam ediyor, kim olduğumuz ve dünyamızı bir arada şekillendirmek için güçlerimizin ne olduğu sorularına yaklaşımın başka yolları olması gibi.
Önümüzde duran görev yalnızca iktisadi insan tarafından ve onun için yaratılan dünyaya direnerek hareket etmek değil, aynı zamanda böyle bir kolektif eylemde kendimize kim olduğumuz hakkında kökten farklı bir hikaye anlatabileceğimizi kanıtlamak ve bu hikayeyi gerçeğe dönüştürmektir.
Çoğul insanlık(lar) için mücadele
Burada üzerinde durduğum fikir, son on yılda gördüğümüz hareketlerin birçoğunun, uçsuz bucaksız çeşitliliklerine ve bol anlaşmazlıklarına rağmen, bir düzeyde gaddar iktisadi insan paradigmasının açık veya örtülü reddinde birleştiğidir. Her biri, kendi tarzında, insan olmanın diğer, sömürgecilik karşıtı ve kapitalizm karşıtı yollarını önerir ya da dener. Bu hareketlerin hiçbiri mükemmel ve çelişkilerden arınmış olmasa da her biri kimin ve neyin önemli olduğu, dünyada neyin değerli olduğu ve dünyasını büyük ölçüde şekillendirme benzersiz gücüne sahip bir türün parçası olmanın ne anlama geldiği hakkında farklı bir hikayeye dayanıyor ve bunları anlatmaya yardımcı oluyor.
Örneğin, Şili ve Arjantin’de feminizm, yalnızca yeniden üretim adaletini değil, aynı zamanda değersizleşme tehlikesi her zaman kapitalizmin paradigmasının merkezinde olan toplumsal yeniden üretim işinin önemini de önceliklendirerek neoliberalizme karşı ortaya çıkan isyanların ön saflarında yer aldı. Rekabet ve kaynak çıkarımının kilit önemde olduğu sömürgeci kapitalist dünya görüşü yerine, bu hareketler bir bakım, karşılıklılık ve ekolojik bütünlük mantığını teşvik ediyor. Beyrut’tan Belarus’a ve Brezilya’ya kadar gençler, kimin yaşayıp kimin ölmesi veya acı çekmesi gerektiğine karar veren rejimleri reddetmek için ayaklanıyor. Gençler, “halkı” temsil ettiklerini iddia edenlerin, piyasaların öncelenmesi gerektiğine dair sahip oldukları korkunç inanca boyun eğmeyi bırakmalarını talep ederek, geleceklerinin şirketlerin iklim terörü tarafından yok edilmemesi için giderek gözükara bir çığlığı Avrupa’da ve dünyanın dört bir yanında yankılandırıyor. Diğerleri, yeni ekolojik topluluklar oluşturmaktan ve girişimleri ortaklaştırmaktan militan sabotaj biçimlerine kadar uzanan eylemlerle iklim meselelerini kendi ellerine alıyorlar.
Dünyanın dört bir yanında, yeni sendikalaşma dalgaları ve işçi militanlığı (teknoloji ve kısa süreli işçiler dahil), hayatta kalma hakkı için, meslektaşlarıyla dişini tırnağına takarak rekabet eden neoliberal esnek işçi idealine meydan okuyor. Buna, kapitalizmin yıkıntıları içinde isyancı bir ekonominin büyümesini öngören topluluk bahçelerini, mahalle ekonomilerini, geçiş kasabalarını ve radikal küçülme uygulamalarını yeniden canlandırma çabalarını ekleyebiliriz.
Siyah Yaşamlar hareketi, mevcut yükselişi ABD’de ortaya çıkmış olsa da, iktisadi insanın kendini en tepesine yerleştirdiği insanlık merdiveninin her zaman en alt basamağında yer alan geniş Afrika diasporasının üyeleri tarafından organize edilen dünya çapında protestolara ilham verdi. Siyahların hayatlarının gerçekten önemli olduğunda ısrar eden gösteriler, ABD, Kanada, Birleşik Krallık ve ötesindeki siyasi sahneyi değiştirdi. Son on yılda Güney Afrikalı öğrencilerin direnişinden ilham alan bu hareket, aynı zamanda iktisadi insanın atalarının, tarihin sömürgeci ve kapitalist savaş ağalarının kaidelerinden itibaren beyaz üstünlüğüne itaati dayatan heykellerini kaldırmak veya yıkmak için büyük bir mücadele dalgasını da teşvik etti. Sadece sembolik olmanın ötesinde, bu hareketler iktisadi insanı tahtından indirmeyi ve nesillerdir köleleştirilmiş insanlar, kadınlar, translar ve ikili cinsiyet rejimi dışındakiler, engelliler ve işçilerin insanlık dışına çıkarılmalarının intikamını almayı amaçlıyor.
Buna, hapishanelerin ve polis kurumunun kaldırılmasına yönelik talepler etrafında toplanan, genellikle hapsedilen kişilerin kendilerinin öncülük etmesiyle ortaya çıkan inanılmaz yaratıcı ve politik gücü de eklemeliyiz. Burada, hapsetme rejimini haklı çıkaran acımasız insandışılaştırma ve günah keçisi ilan etme karşısında, hapsedilenlerin insanlığı üzerinde ısrar etmek, iktisadi insan varsayımlarını kökünden baltalıyor.
Aynı şekilde, dünyanın dört bir yanındaki, özellikle Kanada, Brezilya, Hindistan ve ABD’deki Yerli ayaklanmaları, sömürgeci kapitalizm tarafından kendilerine karşı yürütülen imha savaşlarından sağ kurtulan ve şimdi dünya sahnesinde akıntıyı ters yöne çevirmeye öncülük eden insan olma biçimlerinin yeniden dirilişini temsil ediyor. Filistin halkının sarsılmaz kararlılığı, Filistinlilere karşı hangi insanlıktan çıkarma tekniklerinin uygulanmasına izin verirsek, er ya da geç bunların herhangi birimize karşı uygulanabileceği anlayışıyla Filistin halkının sarsılmaz kararlılığı dünya çapında yankılanmaya devam ediyor. Rojava’da, Chiapas’ta ve ZAD gibi ya da işgal evlerinden ve sosyal merkezlerden oluşan adacıklar gibi çok sayıda küçük yerleşim bölgesinde, militanlar insan olmanın anlamını hatırlamalarını ve bu anlama yeni şekiller vermelerini sağlayacakları alanı, yeryüzünün bir parçası olarak yeryüzüyle bir arada geri talep ediyorlar.
Ancak bugünün mücadeleleri, bu sahneler kadar önemli olsa da sadece sokaklarda ve barikatlarda görünür değiller. Aynı zamanda günlük hayat düzeyinde de ortaya çıkıyorlar.
Pek çok kişinin psikolojik tıbbi ilaçlardan aldığı hayati desteği azımsamaksızın, bakım aktivistleri, bir neslin depresyon ve kaygısının kişisel hatalar olmadığı, bir soykırım sistemine hapsolmayı da içeren kamusal ve paylaşılan sorunlar olduğunda ısrar ediyorlar. Yaşlıları tarafından şımarık bir nesil olarak dışlanan gençler bugün, biyomedikal sistemin “akıl hastalığı” olarak sınıflandırdığı ve meşrulaştırdığı bir “salgın” karşısında, onlarca yıllık engelli aktivistlerinden bakım ve karşılıklı yardım topluluklarının nasıl inşa edileceğini öğreniyorlar. Bu görüşe göre insan olmak, savunmasız ve birbirine bağımlı olmaktır ve sömürgeci kapitalizmin teşvik ettiği sefil, yabancılaşmış, rekabetçi insan versiyonundan çok uzaktır. Bu hareketler de bugüne kadar devam eden ve sessizce AIDS’e boyun eğmeyi reddeden kuir ve trans mücadelelerinin tarihinden bize virüslerin (SARS-CoV-2 dahil) nasıl her zaman zaten politik olduklarını göstermiştir.
Bu tür hareketler, yeni bir mücadele dalgasıyla yeniden üretimde özgürlüğü savunan, ataerkilliğin ve ırksal kapitalizmin her zaman işbirliği içinde olmasına atıfta bulunan, kişisel olanın her zaman politik olduğunun altını çizen uzun bir feminist örgütlenme mirasından esinlenmiştir. Mevzubahis olan, bizi bireycilik ya da insanlıktan çıkma arasında seçim yapmaya zorlayan bir dünyada, yeni akrabalık, dayanışma, kolektif güç, sevgi, gelişme ve neşe biçimlerini yeniden şekillendirmek için sayıca çok olmak gerektiğini fark etmektir.
“Hiç kimse yasa dışı değildir” şeklindeki neredeyse aldatıcı derecede basit, bir o kadar da dürüst slogan, sömürgeci kapitalizmin Malthusçu önermesinin tam da çürümüş kalbine çarpar ve beş yüzyıldır ırkçı emperyalizm tarafından gerçeğe dönüştürülmüş olan kimin yaşayıp kimin öleceğine karar veren hayali ayrımları yaratan sınır algısına kafa tutar. Hem küresel garanti edilmiş temel gelir hem de garantili temel hizmetler için yapılan çağrılar gibi bu slogan da öncülü olarak acımasız kıtlık mitini değil, beş yüzyıllık bir sömürgeci yağmanın kalıntıları olan korkunç derecede ırkçı bir küresel servet paylaşımı tarafından şimdiye kadar reddedilen bir vaadi, küresel bolluk vaadini tercih eder.
Son on yılda, böyle bir vizyona tam olarak uymayan veya çelişkili eğilimler tarafından hayata geçirilen mücadeleler de görüldü. Arap dünyasındaki ayaklanmalar, küresel çaptaki İşgal Hareketleri, İspanya ve Yunanistan’daki Meydan Hareketleri, Türkiye’deki Gezi Parkı’nın geri alınması, Hong Kong gösterileri ve kamusal alanın ele geçirilmesini sahneleyen diğer mücadeleler ister istemez kendilerini geniş bir ideolojik yelpazeye açtı. Ancak bunların içinde radikal sol, tabana, katılımcı demokrasiye yeni alanlar açmada ve toplu bakım ve karşılıklı yardım mekanizmalarını inşa etmede merkezi bir rol oynadı. Bunlar temelde bu mücadeleleri liberal temsili demokrasinin geleneksel sınırlarının dışına taşıdı ve onları yeni işbirliği ve özyönetim biçimlerinin denendiği bölgelere dönüştürdü.
Kuzey Atlantik’teki Corbyn ve Sanders kampanyaları da dahil olmak üzere seçime yönelim ve Güney Avrupa’nın bazı bölgeleri ve ötesindeki kurumlara belediyeciliğe yönelim bile, devletin neoliberalizmin ya da cani bir milliyetçiliğin bir aracı olduğunu doğal gören bakış açısının karşısında durdu. Burada, 21. yüzyılın ilk on yılındaki Pembe Dalga’nın iyimserliğinden ve bugün Latin Amerika’da yeniden ortaya çıkacağına dair umutları canlandıran iyimserlikten feyz aldılar ve duruşlarını bunun üzerine inşa ettiler. Yeni sol parti oluşumları, taban hareketlerinin ivmesini sürdürebilmek (bazıları buna ele geçirmek diyebilir) için, daha iyi yönetilen bir kapitalizm vizyonunun ötesine geçmeye ve siyaseti günlük yaşam düzeyinde yeniden şekillendirmek için mücadele etmeye zorlanıyor. Ancak seçim ve siyasi yenilgilerinin ardından toplumsal hareketler bir kez daha sokaklarda dile getirilen arzu ve hayallerin dünyayı değiştirecek gücü nasıl bulacağı sorusuyla karşı karşıya kalıyor.
Bir intikam sisteminin ötesinde
Siyah diasporasının mücadelelerine ve küresel kapitalizmin üzerine inşa edildiği kölelik sisteminden doğan belirli baskı biçimlerine odaklanmış olsa da Wynter’ın yazısı insanlığın çok daha geniş bir kesitini kendisini neoliberal ortodoksiden ve kozmolojiden kurtarmaya davet ediyor. Bu kozmoloji, günümüzün en radikal hareketlerinden bir kısmını bile kısıtlıyor. Neoliberalizmi ve hatta kapitalizmi reddedebilseler de birçoğu kıt kaynakların ve nüfusların daha iyi yönetimi önerileriyle kaygılanmayı sürdürüyor ve bunun ötesine geçemiyor.
Bugün, bizi “yeşil tüketicilik” ile kandırmak için mücadelelerin dilini ve ruhunu kendine mal etmeye çalışan veya, blockchain’ler veya kripto para birimleri gibi yeni teknolojilerin kendi içlerinde insanlığın kurtuluşunu sağlayacağını savunan sinik toplumsal ilişkiler şarlatanlarının akıntısına kapılmış durumdayız. Aynı zamanda, kapitalist eğlence endüstrilerinin bireyselleştirici ve düalist bakış açısıyla anlatıldığında, toplumsal hareket mücadelelerine ait hikayeler, statükoyu haklı çıkaran liberal fantezilere dönüştürülür.
Bunun karşısında, kolektif mücadele ve dönüşüme dair güçlü ve ilham verici hikayelere her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Daha genel anlamda, parçası olduğumuz dünya için izole bireyler olarak değil, ortak hareketler olarak harekete geçmenin ne anlama geldiğini bize gösteren yazı, teori ve hikaye anlatımı biçimlerine ihtiyacımız var. Ancak yeni sözlü, yazılı veya sanatsal hikaye anlatım biçimlerinin ötesinde, bu tür hikayeleri sokaklarda, eylemlerimizde, mücadelenin hem güldürüsünde hem de trajedisinde anlatmalıyız.
Önümüzde duran görev anıtsal ve emsalsiz. Bir yandan, “birçok dünyanın içine sığabileceği bir dünya” için çabalayan Zapatistleri izlemeliyiz. Aynı zamanda, bir şekilde, kendisini ve dünyayı dönüştürmek için derin ve korkunç güçlere sahip küresel bir tür olarak kendimiz için sorumluluk almamız gerekiyor.
Neoliberalizmin ideolojik mimarları bize, küreselleşmiş türümüzün arzu ve taleplerini doğru ve güvenilir bir şekilde anlayıp kapsayabilecek tek sistemin serbest piyasa küreselleşmesi olduğu hikayesini anlattılar. Yalnızca hepimiz piyasanın barışçıl yönetimine boyun eğdiğimizde kendimize karşı güvende olabilirdik. Büyük ideolojik, dini ve etnik mücadeleler, doğası gereği açgözlü olan türümüzün rekabetçi dürtülerini adil kapitalist arenaya taşımasıyla birlikte ortadan kaybolacaktı. İntikam, yabancı düşmanlığı, cehalet ve kıtlık fethedilecekti. Çekici bir rüyaydı, sadece bize kelimenin tam anlamıyla “tarihin sonu” olacak bir tür barış vaat ettiği için değil, aynı zamanda bir tür küresel uyanış ve dönüşüme gerek kalmaksızın arkamıza yaslanıp rahat ve iktisadi insan gibi “normal” davranırsak kolayca ulaşabileceğimizi söylediği için de.
Fakat, neoliberal devrimin üzerinden neredeyse yarım asır geçtiği bugün, dünyamızın büyük bir kısmı harabeye döndü, ya da belki daha doğrusu, kölelerin ele geçirilmesi ve “yeni dünyanın” işgaliyle başlayan gezegenin yıkımı, şimdilerde korkunç sona yaklaşıyor. Politik bir insanlık dramı olarak intikam sisteminin sonunu getirmeyi vaat etmesine rağmen, küresel sömürge kapitalizminin kendisi bir intikam sistemi haline geldi. Sadece aşırı sağ intikam siyasetinin büyümesini teşvik etmekle kalmadı, aynı zamanda, herhangi biri bunu amaçlamadan veya düzenlemeden, özellikle iklim kaosu yoluyla, ama ayrıca göçmenlerin toplu katliamı, ırksal ayrımcılığa uğrayan kişilerin kitlesel bir şekilde tutuklanmaları, hepimize musallat olan evrensel sosyoekonomik terk edilme terörü yoluyla türümüzden garip bir intikam alıyor.
Şu durumda, olağanüstü bir şekilde, hayallerimizdeki küresel devrimi gerçekleştirebilsek bile, miras alacağımız dünyanın ağır hasarlı olduğuna dair korkunç gerçekle karşı karşıyayız. İklimin kritik eşiği aşıldı. Kuşaklar bunun travmasını yaşıyor. Egemen sınıf, mülklerini ve ayrıcalıklarını korumak için çaresizlik içinde, gerici nefret ve kin dolu zebanilerini besledi ve onlara kanı tattırdı. Hem dünya hem de bedenlerimiz toksinle dolu. Her birimiz, öyle ya da böyle bizi sistemin yeniden üretiminin failleri haline getirmeye çalışan kapitalist hayatta kalma biçimine alışmış durumdayız. Bu yaraların iyileşmesi nesiller boyu buna yönelik bir çaba gerektirecektir.
Buna rağmen mücadelede ısrar ediyoruz, dayanışma içinde gelişiyoruz ve doğuştan hakkımız olan karşılıklı yardımlaşma ve karşılıklı kolektif varoluş yoluyla yeniden bağlantı kuruyoruz. Önümüzdeki soru “biz” kimiz, “biz” çok olanlar, pek çok “biz’ler” kimiz hakkındaki anlatıyı nasıl farklı ve yeni bir şekilde anlatabileceğimiz sorusu. Bir ölüm sisteminin artıklarına tamah etmektense birlikte ürettiğimiz serveti talep edebildiğimiz, dünyanın sınırlarla dolu olmasındansa onun genişlemesini sağlayan, hatırlamamıza, reddetmemize ve birlikte yaratma gücümüzü canlandırmamıza yarayan eylemlerimiz yoluyla nasıl bir hikaye anlatırız? Bu hikaye anlatımı çevremizde gerçekleşiyor ve – çok önemli olsa da- yalnızca teori veya edebiyat eserlerinin hayali dünyasında bulunmayacak. En önemlisi, bu hikayeler, günlük hayatın içinde anlatılan ve mücadelelerimizin karakterinden söz eden hikayelerdir. İnsan olmanın ne anlama geldiğine dair farklı bir ya da birçok hikaye anlatabilir ve bu hikayeleri gerçeğe dönüştürebiliriz.