Hem içeriden hem dışarıdan konuşmak
§1. Ben bir iklim aktivistiyim. Esasen 15 yıl öncesinden beri bir iklim aktivistiyim, daha uzun tecrübeye sahip olmak daha fazla başarısızlık değil de, daha donanımlı bir aktivizm anlamına geliyormuş gibi davranmak için çok uzun bir süre. Bu süre zarfında birçok grubun içinde bulundum ve birçoğuyla da yakın bir şekilde çalıştım. Ağırlıklı olarak Avrupalı olan ama bazen de gerçekten küresel olan birçok uluslararası ağın mensubuyum. Türün tüm üyeleri gibi ben de toplantılara katılıyorum, hem de çok fazla.
Katıldığım uluslararası toplantılarda arada sırada yaptığım bir şey var: katılımcılara bakmak. Bunu bazen odada bacaklarımı gevşetmek bahanesiyle ayağa kalkıp etrafta dolaşarak yapıyorum. Bazen daire şeklinde oturduğumuz için özel lojistik bahanelere ihtiyacım olmuyor. Çevrimiçi konferanslarda ise bir katılımcıyı ekrana sabitleyerek yakınlaştırabiliyorsunuz.
Katılımcıların yüzlerine dikkatlice bakıyorum. “Hareketin” ve “mücadelenin” onlar için ne anlama geldiğini araştırıyorum. Elbette ki bana bu konudaki izlenimi veren yüzlerindeki ifade değil. Onları zaten önceki toplantılardan (gerçekten çok fazla toplantı yapıyoruz) tanıyorum. Bu yüzden bakışım temel bir bilgi kaynağı olmaktan öte bireye dair bir hatırlatıcı ve odaklanış olma niteliğinde. Birine bakıyorum, sonra yavaşça diğerine geçiyorum, sonra diğerine. Tüm grubun üzerinden geçmek için zamanımı harcıyorum. Bazen bütün bir toplantı boyunca yaptığım bu oluyor.
Bu benim için bir gerçeklik kontrolü. Hareketin durumuna dair bir hatırlatıcı olma işlevini görüyor. Çünkü bu toplantılar hüsran, umutsuzluk ve kaygımla bilinçli bir şekilde yüzleştiğim kontrollü bir ortam niteliğinde. Şimdiye kadarki durumların hepsi gerçeklerin görünmesini sağlayan sonuçlar verdi, ki bunu, önceleyen yanılgılara işaret etmesi nedeniyle sağlıklı buluyorum.
Beni özellikle odadaki hiç kimsenin ulaşacakları şeye dair Che’nin hırsının yarısına bile sahip olmadığını görmek hayal kırıklığına uğratıyor. Açık olmak gerekirse, kendim Che’nin hırsını paylaşıyor olsam dahi, iyimserliğinin ise muhtemelen ancak çeyreğine sahibim: Değişik bir bağlam değişik umutlar üretiyor. Fakat çoğu insan iyimserliğin – devrimci iyimserliğin – ve hırsın birlikte gelen şeyler olduğunu düşünüyor. Buna katılmıyorum. Bence bu ikisi neredeyse tamamen ayrıştırılabilirler. Dünyayı değiştirmeye yönelik sahip olduğun hırsın duygusal, stratejik veya ideolojik kaynakları öfkeden de gelebilir.
Hatta iyimserliği hırs için bir önkoşul yapmak konformizmin bir çeşididir. Marx devrimin (sadece) birkaç nesil sonra geleceğini düşünürken analitik sebeplere sahipti: kapitalist entegrasyon kitleleri proleterleştirecekti ve (manifestosunu onun yazdığı) parti onları sonrasında iktidarı ele geçirecek siyasal bir özne olarak örgütleyecekti. Ancak, Marx’tan bir buçuk asır sonrasında dahi devrimciler devrimden hâlâ sabırla inşa ettikleri, belki de bizzat kendilerinin göremeyeceği bir eylem olarak bahsediyorlardı. Toplumun komünizme doğru ilerlediğine ne kadar emin olsalar da devrimi, iç dinamiklerinin ve uygulanabilirliğinin kendilerini ilgilendirmeyecek kadar ötede uzak bir hadise olarak düşünüyorlardı. Ama neden bekleyelim ki?
§2. 1848’de Avrupa işçi sınıfı kendiliğinden ve uluslararası bir şekilde isyan etti. 1871’de Paris’te iktidarı ele aldı, ama kısa süre sonra kaybetti. 1917’de tek ülkede iktidarı ele geçirdi ve bu sefer iktidarın elinden kaymasına izin vermedi. Bu iktidar Büyük Buhran’ı atlattı ve Nazizm’i durdurdu. 1950’lere gelindiğinde dünyanın yarısı sosyalist kampın bir parçasıydı. Bu deney, bütün zaferleri, hataları ve dersleriyle 1989’da sona erdi. Sonrasında işçi sınıfı 2010’larda, gene kendiliğinden ve uluslararası bir şekilde isyan etti. Arap Baharı, İşgal (Occupy) hareketi, Öfkeliler (Indignados) hareketi, sonrasında Taksim (Türkiye) ve Brezilya ile. Ayaklanma, – tıpkı 1848’de olduğu gibi – koordinasyonsuzdu, ideolojik liderlikten yoksundu ve gerçekten ilerici bir işçi sınıfı olgusu vardı. 1848’de olduğu gibi küçük zaferler olduğu gibi büyük gerilemeler de oldu. 2018 sonrasında ise iklim hareketlilikleri geldi. Bunlar daha koordineli ama daha az politize olan, ideolojik liderlikten yoksun yine gerçek işçi sınıfı olgusu taşıyan hareketliliklerdi. Eş zamanlı olarak kadın grevleri ve siyah yaşamlar hareketi gelişti. Şimdi ise küresel düzeyde bir 1871 ve 1917’ye ihtiyacımız var. Ve iklim bilimi buna çabucak ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Öyleyse neden bekliyoruz?
“Bir Şey Yapmalı!”
§3. Solcu muhalif bir grubun parçası olmanın en iyi yanı herhangi bir planı takip etme ihtiyacının olmamasıdır. Ama bu aynı zamanda bunun en kötü yanıdır.
Ben “İklim değil sistem değişikliği” şiarının propaganda evresini geride bırakıp bir direktif evresine girmesinin zamanının geldiğini öneriyorum. Bu şiarın bir eylemdeki slogan veya bir kampanyadaki yol gösterici prensip olmaktan öte, yapılması gerekenler listesindeki maddelerden biri olması gerektiğini söylüyorum.
§4. İklim krizinin temel sebebini kapitalizm olarak tanımlamak insanları bir şey yapmak için motive ediyor. Geçmişte birçok komünist de böylesine bir motivasyona sahipti. Görüşleri (ve belki de iyimserlikleri) onlara bir şeyler yaptıracak kadar yeterliydi, ama yapılması gerekeni yaptıracak kadar yeterli değildi. Bizim ise yapılması gerekeni yapmamız gerekiyor, hemen şimdi. Bunu yapmamız için ise bir partiye ihtiyacımız var. Bu da bir parti modeline ihtiyacımız var demek oluyor. Tarihsel deneyim hiçbir parti modelinin iki devrime birden önderlik edemediğini bizlere gösteriyor. Dolayısıyla bütün süreç dağınık, önsezilere bağlı ve çocukça hatalarla dolu olacak. Ama gene de ihtiyacımız olan şey bu. Ve tekrardan, bu tartışmayı ilerletmek için parti liderlerine ihtiyacımız var.1
§5. Lidercil partilere ihtiyacımız var. Ve parti liderlerine ihtiyacımız var. Kendisini tamamen insanlığın geleceğine hizmet etmeye adamış militanlara, değişimin en küçük kırıntısını bile belirsiz geleceğe ertelemeyen insanlara ihtiyacımız var. Sistem değişikliğini gerçekten icra etmenin sorumluluğunu üstlenen, başka bir dünyanın mümkün olduğunu kendi gözleriyle görmeye hevesli aktivistlere ihtiyacımız var. Kısacası, bundan daha azının iklim inkârcılığı demek olduğunu idrak etmek için iklim gerçekçiliğine ihtiyacımız var.
Dolayısıyla özne üzerine konuşmaya da ihtiyacımız var: değişimi kim meydana getirecek?
Sen bunun neresindesin?
§6. “Toplumsal hareketler” hakkında bir sürü şey konuşuluyor. Ana akım söylemde “hareket”, her türden hoşnutsuzluğu adlandırmak için kullanılan moda bir sözcük haline geldi. Bu sözcük aynı zamanda siyasi çevrelerde görüşlerine katılmadığınız gruplara karşı hoşgörülüymüş gibi davranmanın kısaltması haline de geldi (“biz çeşitlilikleri barındıran bir hareketiz” vb.). Teoride hareket, partiyi ikame ediyor. Argüman şöyle: Küresel bir örgüte ve her çeşit insanı seferber etmeye ihtiyacımız var; ama herkes aynı program üzerinde anlaşsa bile farklı sorunlar farklı insanları farklı zamanlarda etkiliyor (bir yerde halk yurtlarında onlarca çocuğun aylarca tecavüze uğradığı İslamcı bir vâkıfa karşı ayağa kalkarken, başka bir bölgede çiftçiler kuraklık yüzünden nefes alamaz hale geliyor, uzaktaki başka bir şehri ise kasırgalar nedeniyle sel basıyor, dünyanın başka bir köşesindeyse çokuluslu bir şirket yüzlerce işçiyi işten kovuyor… Bütün bu insanlar öfkeli olabilir. Hepsi sorunlarının temelindeki hususun kapitalizm olduğunu düşünebilir. Gene de bu insanlar verili andaki farklı durumlar üzerinden seferber olmuş olurlar.) Bu durum iklim değişikliğini etkileri söz konusu olunca özellikle geçerli. Dolayısıyla örgütsel heterojenliğe ve stratejik çeşitliliğe izin veren bir parti modeline ihtiyacımız var. Bu makul bir endişe ve hareketler yaklaşımı gerçekten de muazzam potansiyellere kapı açabilir. Ama bunun işe yaraması için hareketin neden var olduğu ve neyi başarmak istediği üzerinde hemfikir olması gereklidir. Burası özne meselesinin devreye girdiği ve stratejilerin kolektif çabaların kuvvet vektörünü güçlendirmek yerine birbirini etkisiz hale getirecek kadar ayrıştığı bir noktaya geldiği yerdir.
§7. İklim hareketindeki bütün örgütler bize “eyleme geçmemiz gerektiğini” söylüyorlar. Bu, doğru olmakla birlikte, oldukça fazla anlam yüklenmiş bir beyanat. Bazı örgütler esasında siyasetçilerin eyleme geçmesi gerektiğini kastediyor, diğerleri ise tüketiciler olarak bizlerin harekete geçmesi gerektiğini, yine diğer bazıları da bizzat toplumun kendisinin örgütlenip seferber olması gerektiğini kastediyor. Dolayısıyla kimin harekete geçmesi gerektiği konusu ideolojik bir çerçeveye sahip. Sonrasında ise geçilmesi gereken “eylem”den ne kastedildiği konusu geliyor. Bazı örgütler “eylem”den senin onlara bağış vererek eyleme geçmeni kastediyor, diğerleri ise bir dilekçeyi imzalamanı. Bazıları ise siyasal temsilcilerin ile iletişime geçerek onları protesto etmeye davet etmeni bekliyor. Ve yine bazıları da sivil itaatsizlik çağrısı yapıyor. Taktiklerdeki bu belirgin çeşitlilik hareketteki ideolojik, siyasal ve stratejik ayrımları gözler önüne seriyor.
Bunun yaşanmasının sebebi ise bir yandan iklim hareketinin var olması ve diğer yandan bu iklim hareketinin içinde iklim adaleti hareketinin olması, onun da içinde bazılarının anti-kapitalist olması, o anti-kapitalistlerin içerisinde de bazı devrimcilerin olması (ve onların da içinde devrimci görevi konusunda samimi olanların bulunması).2
§8. Hareketteki her örgüt hareket içindeki konumunun, hareketin geniş ekosistemi içerisinde kendi rolü ve fonksiyonunun arayışı içerisinde.
Fakat kendimize sorduğumuz sorular ve onları çerçeveleme şeklimiz yanıtlarımızı da koşulluyor ve yönlendiriyor. Bu yüzden bu makalede hareket ekolojisi hakkında nasıl konuşabileceğimize ve sorunu çevreleyen ideolojik hegemonyaya dikkatimizi vermeye nasıl devam edebileceğimize dair detaylara girmeye çalışacağım.
Hareket tipolojilerine bakmanın üç yoluna dair incelemede bulunmak istiyorum.3
Yüzeyde aktivizm
§9. İlk tipoloji Bill Moyer tarafından etkileyici Doing Democracy kitabında sunuluyor. Moyer harekette dört anahtar rol olduğunu öne sürüyor: asi, reformcu, yurttaş ve değişim öznesi.4
Basitleştirilmiş bir şekilde ifade edersek,
- Asiler doğrudan eylemi yapan insanlardır,
- Reformcular politikacılara lobi faaliyeti yürüten insanlardır,
- Yurttaşlar sıradan insanlar ya da sıradan insanları temsil ettiği düşünülen insanlardır ve,
- Değişim özneleri (change agents) ise genel kamuoyunu sorun ve çözümüyle ilgili etkileşime geçiren insanlardır.
Moyer, “Aktivistlerin kendilerinin ve örgütlerinin daha geniş toplumsal hareketin içerisinde oynadığı role dair bilinçlenmesi gerekiyor. Aktivistlerin ve toplumsal hareketlerin toplumsal değişimi başarıyla yaratmak için oynaması gereken 4 değişik rol var: yurttaş, asi, değişim aktörü ve reformcu. Her rolün farklı amaçları, stilleri, becerileri ve ihtiyaçları var ve bu roller efektif veya inefektif olarak oynanabiliyor,” diyor.
Buna göre, yurttaşlar ulusal değer, prensip ve sembolleri (demokrasi, özgürlük, adalet, şiddetsizlik) desteklemeleri, sıradan vatandaşı temsil etmeleri, toplumun merkezinde konumlanmaları ve içindeki yurttaşların ortak kamu yararını temin etmeye ilgisiz olduğu aktif yurttaş temellli toplumu desteklemeleri nedeniyle etkililerdir. Resmi politikalara inanmaları ve güç sahipleri ve kurumların, toplumun çoğunluğunun ve ortak kamu yararının pahasına elitlerin özel çıkarlarını desteklediğini fark etmeyecek kadar naif olmaları ya da güç sahiplerine ve ülkelerine otomatik olarak itaat ettiklerinde aşırı vatansever olduklarını düşünmeleri nedeniyle de etkisizlerdir.
Reformcular resmi ana akım sistem ve kurumlarını (örn. mahkemeler, yasama organı, belediye meclisi, şirketler) hareketin hedefleri, değerleri ve alternatiflerinin resmi yasalar, politikalar ve kanaatlerde yer almasını sağlamak için kullanmada etkililerdir. Ayrıca bunların icra edilmesinin teminatı olacak, başarıyı genişletecek ve ters tepki yaratmasını engelleyecek denetleyicilik başarıları konusunda da etkilidirler. Egemen/patriyarkal örgüt ve liderlik modelini kullandıklarında, örgütsel idameyi hareketin ihtiyaçlarının önüne koyduklarında, toplumsal değişimler yerine küçük reformları desteklediklerinde ve kültürleri hareketin tabanı yerine daha çok resmi güç sahipleriyle birlikte tanımlandığı için uzlaşmacılık riskini taşımaları nedeniyle de etkisizlerdir.
Asiler ise genel kabul görmüş, pozitif değerlerin ihlaline sivil itaatsizlik de dahil olmak üzere barışçıl doğrudan eylem ve tavırlar yoluyla gösteriler, eylemler ve yürüyüşler düzenleyerek “Hayır!” demekte etkililerdir. Ayrıca güç sahiplerini ve onların kurumlarını (örn. hükümet, şirketler) hedef tahtasına koymakta, kamuoyunun gözünü sorunlara ve politikalara odaklamakta ve bunları yetkin, heyecanlandırıcı, cüretli, riskli eylemler yoluyla toplumun gündemine sokmakta etkililerdir. Örgüt karşıtı yapılara bürünüp böylesi kurallara sahip olduklarında, kendilerini militan radikaller, toplumun da dışında yalnız bir ses olarak tanımladıklarında ve dolayısıyla kendilerini taban hareketinin kitle temelinden izole ettiklerinde, gerçekçi stratejilerden yoksun taktikler uyguladıklarında ise etkisizlerdir.
Son olarak, değişim özneleri ise halkın iktidarını örgütlemede, ortak kamu yararı için katılımcı bir demokrasiyi yaratmakta, onları eğitmek ve yurttaşların çoğunluğunu ve toplumun bütününü soruna dahil etmekte etkililerdir. Önceden var olan kitle temelli taban örgütlerini, ağlarını, koalisyonlarını ve soruna dair aktivistleri dahil etmede etkililerdir. Taban aktivizmi ve örgütlerini uzun vade için yaratıp desteklerler; alternatifleri desteklerler. Pratik siyasal ve toplumsal eylemden yalıtılmış, mükemmeliyetçi alternatif vizyonları destekleyerek fazla ütopyacı olduklarında, ve sadece küçük reformları ve tek bir soruna dair kısıtlı bir değişimi desteklediklerinde ise etkisizlerdir.
Buraya kadar her şey yolunda. Bu model insanların veya grupların tercihleri ve taktikleri söz konusu olduğunda gerçek hayattan gözlemleri yansıtıyormuş gibi gözüküyor.
Sonrasında ise Moyer toplumsal değişimin nasıl gerçekleştiğini her rolün zamanla oluşturduğu etkiye dair bir grafik çizerek açıklamaya başlıyor. Aşağıda Moyer’in “Hareket Eylem Planı” mevcuttur.
Moyer bu planı doğrusal veya tek yönlü bir şey olarak düşünmüyor. Ama bir hareketin ilerlemesinin bu grafikten görülebileceğini düşünüyor.
§10. Grafiğin anlamına dair konuşmadan önce daha sonra tekrar edecek bir teknik soruna işaret etmek istiyorum. Bilim derslerinde, öğrencilere grafiklerinin eksenlerini işaretlemeleri öğretilir. Eksenin birimi nedir? Gerçekte ne kadar genişletilmiş veya sıkıştırılmış olarak görülmelidir? İki grafik çizdiğin zaman, bu grafiklerin birimleri senin kafanda nasıl karşılaştırılır? Moyer, titiz bir grafik çizmek için gereken teknik samimiyete sahip olmadığı için suçlanamaz. Ama okuyucu bu tür destekleyici görselleri eleştirel bir gözden geçirmeden kabullendiği için suçlanabilir. Burada parantezi kapatıp grafiğin kendisine geri dönüyorum.
§11. Hareket Eylem Planına göre, statüko sonsuz bir şekilde esnek olabilir (yeteri kadar baskı uygulanırsa her türden değişime uyum sağlayabilir) ve sonsuz bir şekilde esnektir de (baskı karşısında her zaman pes eder). Dolayısıyla Ekim Devrimi ya da Küba Devrimi toplumsal değişim değildir (zira, asilerin çabalarının yerini reformcuların almasıyla sonuçlanmadılar). Genel olarak, Moyer’in Hareket Eylem Planı sistemdeki değişikliği belki açıklayabilir olsa da “sistem değişikliği”ni açıklayamaz.
Dolayısıyla, kapitalist sisteme eleştirel yaklaşan gruplar bu modeli ihtiyatla ve sadece taktiksel bağlamda kullanmaktadır. Ben ise bu hafifletilmiş versiyonuyla bile bu tipolojinin ters etki yarattığını düşünüyorum.
§12. Bu tipoloji her şeyden önce, aktivistlere düzen yanlısı bileşenleri sistemlerine hoşgörüyle katmaları gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla bu hareketin ideolojik temelinin kendisini ve böylece siyasal taleplerini değiştiriyor. Bu hareketi yüzeye, sistem değişikliğinin otomatik olarak söz konusu bile olamayacağı ve sadece yüzeysel aktivizmin mümkün olduğu bir seviyeye çekiyor.
İkincil olarak, değişik aktörler için değişik momentler tanımlıyor. Dolayısıyla bu aktörlere sıralarını beklemeleri telkin ediliyor. Neredeyse bütün kendiliğinden ayaklanmalar ise bu dinamikleri gördü: Yüz binlerce insan sokaklarda olsa da kurumsallaşmış aktörler (STK’ler, sendikalar ve parlamenter partiler) dinamiği devralabilmek için aktivistlerin başarısızlığını sırada beklediler. Bu onların stratejik olarak imkânlarını geriye çekebilecekleri anlamına geliyor. Ki bu da ayaklanmanın neler başarabileceğini kısıtlıyor.
Üçüncü olarak, aktörlerin ve onların eylem pencerelerinin kategorik olarak ayrılması nedeniyle bu model aktif bir şekilde stratejik koordinasyondan vazgeçiriyor. Herkes kendi işini yapıyor ve değişim bir şekilde gerçekleşiyor çünkü değişim zaten, öylece gerçekleşir – bu en basitiyle bu tipolojinin altında yatan değişim teorisi.
Dördüncü olarak, Hareket Eylem Planı aktivistleri tek soruna odaklı bir şekilde düşünmeye yönlendiriyor. Bir değişim olduktan sonra diğer döngüye geçeceğiz vb. gibi. Bu önemli hiçbir şeyin hiçbir zaman hedeflenemeyeceği anlamına geliyor. Tipoloji hareketteki herkesi hep taktiksel açıdan bakacak şekilde eğitiyor ve bu yüzden biz hep taktiksel açıdan bakarak beklenmedik ve belki de anlamsız ittifaklar yapıyoruz ve de sisteme olan eleştirimizin seviyesini düşürüyoruz.
§13. Esasında temel sorun bütün sosyal hareketler teorisinin ideoloji ve sınıf analizinin dışında var olmaya çalışması. Bu tavır pratikte hemen her zaman hegemonik ideolojinin yeniden üretilmesi anlamına geliyor ki Moyer’in tipolojisinin yaptığı da bu.
Orijinal olarak anti-kapitalist bir temel ile gelmiş olsan bile, Hareket Eylem Planı seni reformist, mekanik, ve yapısal sınıf savaşımını dikkate almayan bir açıdan bakacak şekilde eğitiyor. Dolayısıyla diyalektik, işin geri kalanını yapıyor: ilk önce kelimelerin, sonra konseptlerin, sonra çerçeven ve gitgide siyasal hedeflerin liberal burjuva ideallerine doğru ehlileştirilmiş oluyor.
§14. Moyer’in tipolojisini devrimci bir ajanda için üretken olacak şekilde yeniden üretecek veya yeniden yorumlayacak bir yol bulamadım. Bu tipolojiyi ideolojik bağlamı dışında kullanışlı olamayacak kadar yoğun buldum.
Şimdi, dönüşüm stratejilerine dayalı hareket tipolojisini tanıtmak istiyorum.
Dalga yoluyla aktivizm
§15. Titiz, anti-diyalektik, kapsamlı, siyasal açıdan cesur ve ideolojik açıdan ürkek kitabı “Envisioning Real Utopias”ta Eric O. Wright değişimin üç stratejisini tanımlıyor: kopuşsal, gediksel (interstitial) ve simbiyotik.
Kopuşsal stratejiler statüko ile doğrudan yüzleşmeye odaklanıyor. Gediksel değişme sistemdışı alternatifler inşa etmeyi hedefliyor. Ve simbiyotik strateji sistem içinde alternatifler yaratmaya odaklanıyor. Wright bu gelenekleri şöyle özetliyor:
Wright bu stratejilerden her birinin toplumsal değişime ne tür bir katkıda bulunabileceğini örneklemek ve formüle etmek için büyük bir miktarda entelektüel çaba sarf ediyor.
§16. Bir olağan durum senaryosunda ortalama bir kişinin maddi çıkar beklentisi yörüngesine dair bir tahminde bulunarak işe başlıyor.
Wright bunun hegemonya ile alakalı olduğunu kabul ediyor. Bu nedenle bu beklentiyi değiştirebilecek ve böylelikle kopuşsal bir stratejiye açık kapı bırakabilecek bir kapitalist krizin – uzun süreli veya ani – mümkünlüğüne işaret ediyor.
Bu kriz hipotezi Ekim Devrimi’nin stratejik modeliyle de uyumlu durumda. Wright kapitalist krizin uzun süreli yoğunlaşması ihtimalini tarihsel gözlemlere dayanarak reddediyor. Döngüsel ekonomik krizlerin yoğunlaşması bir yana egemen sınıflar, statükoda bu krizleri büyük siyasi krizler olmadan çevreleyecek kadar yeterli esneklik yaratmış durumda.
Bu şekle göre gelecekte ortalama bir kişinin maddi refahında, beklenen bir azalma var ve bu yüzden sosyalist bir yörünge daha cazip bir hale gelebilir.
Şimdi, daha önce size eksenleri işaretlemeye dair söylediğim şeyi hatırlıyor musunuz? Geri gelmek istediğim nokta burası. Wright bu grafikleri çiziyor ama bu grafiklerin eksenlerinin birimleri veya ölçülerinin ne olabileceğine dair belirsiz bir fikri bile yok. Bunlar sadece insanlara soyut bir fikri anlatmaya yardımcı olmak için çizilen yardımcı grafikler. Wright bunun için affedilebilir, ama öte yandan okuyucu bu grafikleri gerçekmişçesine kabullenmesinden ötürü affedilemez. Ve bunun nedeni de iklim krizidir.
Wright’ın felaket bir çöküş aşamasına gireceğini varsaydığı kapitalist krizin uzun dönemli yoğunlaşmasına bakalım. Sonra da iklim haberlerine bakalım. Wright bu kitabı 2010 yılında yazdı ve sonrasında da vefat etti. Dolayısıyla ondan konu hakkındaki pozisyonunu güncellemesini isteyemeyiz, ama biz pozisyonumuzu güncelleyebiliriz.
Gerçek şu ki iklim çöküşü diğer bütün tahminlerden daha berbat olmakla kalmıyor. Bu çöküş bizim hayal gücümüzün sınırlarını aşan bir seviyede berbatlık taşıyor. Daha önce de dediğim gibi, 15 yıldan beri iklim gündemiyle uğraşıyorum. Ama 2020 yılındaki Kaliforniya orman yangınlarından bir fotoğraf görene kadar bir alev hortumu benim hayal gücümün dışındaydı. Bu tamamen ateşten oluşan ve ateş tarafından yaratılan bir hortumdu. Orman yangınları etki alanlarını değiştiriyor, kendi rüzgârını yaratıyor ve bu rüzgâr alevleri de içine alan bir hortum üretiyor. Bu adeta Diablo II oyunundaki büyücünün yapmasını beklediğim bir büyü, gerçek hayattan bir haber başlığı değil. Ve sözde benim zihnim iklim felaketine dair iyi eğitilmiş durumda. Şimdi ise ne kadar berbat bir durumda olduğumuzu kendime hatırlatmak için bu alev hortumunun görüntüsünü telefonumun ekran koruyucusu haline getirdim. Daha sonrasında ise 2021’de Londra’daki Tower Bridge’i yoğun yağmurlar nedeniyle sel bastı. Bir köprüyü! Su bastı! Her yıl Wright’ın bahsettiği “felaket bir çöküş”e dair imgelerime bir yeni berbatlığı ekliyorum. Dolayısıyla sorun artık çöküşün yaşanıp yaşanmayacağı değil. Sorun grafiğin tam olarak hangi noktasında olduğumuz ve eğer kaldıysa durum geriye döndürülemez bir hâl almadan ne kadar vaktimiz olduğu.
Ayrıca, sosyalist bir alternatifin günümüze kıyasla bizleri daha iyi bir esenlik durumuna çekebileceğine dair Wright’ın grafiği kadar iyimser olmayacağım. Emisyonları şimdi durdursak dahi uzunca bir süre ateş hortumlarının ve sel basan köprülerin olduğu bir dünyada yaşamaya devam edeceğiz. Ama bu noktada, Wright’ın bir çöküşün büyük bir olasılıkla mümkün olmadığına dair tahminine bağlı kalmak iklim inkârcılığı olur.
Dolayısıyla Wright’ın kendi ideolojik ürkekliği nedeniyle reddettiği kopuşsal grafik, gerçekliğe son derece rahatsız edici bir şekilde karşılık gelmekle kalmıyor, gerçekliği aynı zamanda hafife alıyor.
Wright daha sonrasında gediksel ve simbiyotik değişimlerden bahsediyor. Bunlar anti-kapitalist hareketteki gerçek aktörlere karşılık geliyor ve bu insanlar gerçekten sistem karşıtı olsalar bile bu mutlaka devrimci oldukları anlamına gelmiyor.
§17. Gediksel metamorfoz, alternatifler inşa etmek için sistemin çatlakları ve kör noktalarına odaklanır. Wright bu konuda iki farklı yaklaşım tanımlar: evrimci veya devrimci.
Evrimci gediksel metamorfozda insanların iyileştirebilecekleri şeylerin bir sınırı yoktur. Özyönetimli bir fabrikadan diğerine, ya da bir toplum merkezinden diğerine, hareket halkın iktidarını tabandan yukarıya inşa edecektir. Bir noktada sonuç olarak ortaya çıkan toplumu kapitalist olarak adlandırmak ise teorik açıdan anlamsız bir hâl alacaktır.
Devrimci yaklaşım ise birkaç özyönetim alanının iyi olduğunu, ama en nihayetinde kapitalistlerin karşılık vereceğini söylemektedir. Bunun sonrasında ise kopuşsal stratejinin önerdiği gibi bir devrim olacaktır. Dolayısıyla, devrimci gediksel stratejiye göre ana görev, kopuş başladığında şartların hareket için tercih edilir durumda olması için taban gücünü arttırmaktır. Bu insanları varsayımsal bir sosyalist kopuşa ikna etmeye çalışmaktan daha iyi bir yoldur, çünkü bu tür bir gediksel strateji topluluklar ve hareket için daha fazla dayanıklılık yaratmaktadır.
Tekrardan belirtmeliyiz ki bütün grafikler yanlış olsa da genel fikrin semeresi boldur. Grafik yanlıştır, çünkü halihazırda yokuş aşağı yuvarlanmaktayız. Gediksel dönüşümler yokuşun eğimini daha az dik hale getirebilir. Ama kilit nokta iklim çöküşüne adaptasyonun mümkün olmamasıdır. Büyük bir emisyon azalımı ve sıfır emisyon ekonomisine hızlı bir geçişten sonra sonuçta ortaya çıkan iklim, insan medeniyeti için uyum sağlanabilir bir iklim olabilir. Siyasal eğilimlere sahip iklim aktivistlerinin ekoköy ve permakültür projeleri karşısında hüsrana uğrama sebebi de budur: bunlar önce iklim siyasetinde zafer kazanmadığımız sürece çalışmayacaklar ve biz iklim siyasetinde kazanmadığımız sürece bunlar eyleme aktarılacak kaynakları başka yöne saptırıyorlar.
Diğer taraftan, hareket dayanaklığını inşa etmek ve dolayısıyla sistemi kesintiye uğratmayı çok daha tercih edilir bir pozisyonda başlatmak genel fikri hem gediksel hem de kopuşsal stratejilerin amacına uygundur.
§18. Son olarak, Wright simbiyotik dönüşümü sunar. İşçi sınıfının gücünü arttırmanın üretkenliği arttırması ve meşruluk yaratması nedeniyle bir sistem olarak kapitalizmin üzerinde nasıl pozitif etkiler yaratabileceğinden bahseder.
Buna uygun olarak iki senaryoyu da birleştiren bir grafik çizer.
Eksenlerdeki birimler ve ölçüler konusunda görünen o ki pes edeceğim. Ama grafiklerin Wright argümanını geliştirdikçe daha da karmaşıklaşması gerekiyor.
Nihayetinde, kendisi bu grafiğin sınırlarının statükodan bir kopuş olmadan etrafında bir konsensüs oluşturulamayacağı gerekçesiyle pratik açıdan ulaşılamaz olduğunu belirtiyor.
Fark edeceğimiz üzere, simbiyotik dönüşümleri sunarken Wright “ortalama kişinin maddi çıkarı” grafiklerini bir köşeye bırakıyor. Simbiyotik dönüşümler tamamen sistemin içinde olmak üzere tasarlanıyor, bu nedenle de her şey durağan: grafikler bir zaman eksenine sahip olmayı bırakıyor.
§19. Wright’ın tipolojisine dair sevdiğim şey kategorilerinin kendi değişim teorileriyle ve ideolojileriyle birlikte tanımlanabiliyor olması. Dolayısıyla aktörler arasındaki uyumlulukları ve çatışmaları hayal etmek daha kolay. Moyer’e kıyasla Wright’ın tipolojisi toplumsal hareketler içerisinde altta yatan temel çelişkileri görmemizi sağlıyor. Harekete çeşitliliği barındıran tek bir varlık olarak davranmak yerine, aynı konu üzerine tamamen farklı ve karşılıklı olarak uyumsuz çerçevelerle çalışan çeşitli oluşumları görebiliyoruz.
Wright’ın tipolojisiyle birlikte gruplar bir dalga ile ne yapabileceğini seçebiliyorlar: yüzeyinde sörf yapabiliyorlar, yüzerek geçebiliyorlar veya içine dalabiliyorlar.
§20. Ama bu, hareket niteliğinde bir parti yaratmak için nasıl kullanışlı olabilir? Açıkçası, kullanışlı değil. Uyumsuz çerçevelerin her şeye rağmen bir diğerinin işini gerçekten kullanışlı ve tamamlayıcı bulabileceğini bizlere söylüyor. Ama üzerinde anlaşılmış bir ideolojik çerçeve içerisindeki farklı örgütlerin ve mücadelelerin nasıl birlikte çalışabileceğini söylemiyor. Üçüncü tipoloji de burada kullanışlı hale geliyor.
Arazide Aktivizm
§21. Üçüncü bir tipoloji Zeynep Tüfekçi tarafından Twitter and Teargas isimli çalışmasında sağlanıyor. Tüfekçi, aktörleri belirli rollere sabitlemek yerine harekete bir bütün olarak bakıyor ve üç kabiliyet tanımlıyor: anlatımsal, yıkıcı ve kurumsal.
Anlatımsal Kabiliyet hikayeler aktarabilmek ile ilgili. Kimiz, sorun nedir, sorunun altında yatan şey nedir, nereye varmak istiyoruz, ne yapmalıyız vb… Yıkıcı Kabiliyet ise olağan durumu bozabilme kabiliyeti. Belirli müdahale noktalarında güçlü yıkıcı kabiliyetlere sahip olan hareketler sistemin normal yeniden üretiminde baskı oluşturuyor. Kurumsal Kabiliyet ise talepleri sistematik hale getirmek ve kazanımları kurumsal hale getirmekle ilgili.
İlerlemeden önce birkaç şeyi açığa kavuşturmamız gerekiyor. Kabiliyetler tipolojisine göre,
Güçlü yıkıcı kabiliyete sahip olsa da anlatımsal kabiliyetleri eksik olan hareketler genel olarak “polisle şiddetli çatışmalar” diye mimlenseler de aynı hareketler hikayeyi kontrol altına alırsa “kitlesel halk isyanına” haline gelebilirler.
Kurumsal kabiliyetlere olan yatırımlarını aktif olarak geri çeken hareketler değişimi konsolide etmekte başarısız oluyor ve ivmelerini kaybettiklerinde taviz verme riskiyle karşılaşıyorlar.
Hareketler yıkıcı güç olmadan statüko üzerinde baskı yaratamazlar ve hikayeyi kontrol altına alıp karar alıcılarla diyalog halinde olsalar dahi taleplerini pazarlık konusu yapamazlar.
Dolayısıyla hareketlerin üç kabiliyetin hepsine de yatırım yapmaları beklenir.
Kabiliyetler, hareketi öncelemezken rollerin hareketi öncelemesi nedeniyle bu Moyer’in tipolojisinden daha iyidir. Bir hareket kendini az ya da çok tutarlı koşullarda oluşturduğu takdirde güçlerini ve zayıflıklarını analiz edebilir, belirli yönlere kaynak aktarabilir. Bazı gruplar hikâyelerinde güçlü olabilirken diğerleri yıkım için seferber olabilirler.
§22. Anlatımsal, yıkıcı ve kurumsal açıdan düşünmenin katkı sunduğunu düşünsem de bu modele dair iki tane ciddi çekince var.
Birincisi, bunu kurumlarla bağ kurmak olarak ele alması nedeniyle Tüfekçi’nin kurumsal kabiliyetlerden anladığı şey kesinlikle ana akım (burjuva liberal olarak okuyunuz) bir şey. Kendisi hareketin seçimler, yasama organı ve pazarlık gibi halihazırda var olan kurumsal yapıları kullanabilme becerilerine atıfta bulunuyormuş gibi gözüküyor. Ama onun yorumunu kabul etmek zorunda değiliz. Kurumsal kabiliyetleri kurumsallaşmaya girişmek olarak düşünmeyi öneriyorum. Devrimci bir hareketin nasıl anayasa yazılacağını, nasıl demokratik bir kamu yönetimini inşa edeceğini ve nasıl sosyopolitik bir geçişi yöneteceğini bilmesi gerekir. Bunlar kurumsal kabiliyetlerdir. Aşamalı bir bakış açısından baksak bile anti-kapitalist hareketin her çarpışmadan sonra konumunu konsolide etmesi gerekmektedir. Asgari ücret, genel sağlık sigortası, kamusal eğitim, genel oy hakkı bunun gibi kurumsallaşmış kazanımlardı. Bunlar sistemi değiştirmese de bile güç dengesini işçi sınıfının lehine çevirmişti. Kısacası, kurumsal kabiliyetlerin tekrar yorumlanması bu tipolojinin sistem karşıtı hareketleri de kapsamasını sağlayacaktır.
İkincisi, hareket kabiliyetleri genel olarak statükonun kabiliyetleriyle zıtmışçasına takdim edilmiş. Gerçeklik ise çok daha karmaşık. Hareket içeresinde rekabet halinde olan kabiliyetler var (rekabet eden hikâyeler, rekabet eden kurumsal teklifler, rekabet eden taktikler). Ve bazen hareket ile statüko arasındaki ayrım bu kadar açık değil. Örnek olarak yukarıdaki şiddetli çatışma örneğini düşünün. Birçok vakada, belirli seferberlikler “şiddetli çatışmalar” yerine “kitlesel protestolar” olarak ele alınıyor, çünkü Amerikan emperyalizmi harekete destek verme kararı alıyor. Ülke içerisinde hareketin anlatıları ve statüko arasındaki ayrım çok açık bir şekildi belirgin olabilir, fakat uluslararası müdahale anlatı ve kurumları etkileyebilir ve etkilemektedir de. Başka bir örnek vermemiz gerekirse, Şili’de Allende hükümeti sırasında sağcılar dıştan aldıkları destek sayesinde (kamyon sürücülerinin grevleri gibi) aşırı yıkıcı bir güce sahipti. Ama biz bu dış gücü sözgelimi sosyalizm karşıtı hareketin bir parçası olarak ele alamayız. Diğer olaylarda ise hayat çok daha kolay ve durum çok daha zor: Verili herhangi bir anda kimin daha çok anlatı kabiliyetine sahip olduğu, özünde kimin halihazırda ana akım hikayeyi anlattığıyla ilgili. Dolayısıyla Moyer’in modelindeki aynı ideolojik dejenerasyon Tüfekçi’nin modelinde de mevcut.
§23. Bu nedenle, Tüfekçi’nin kabiliyetler çerçevesinin anti-kapitalist ya da devrimci bir hareket içerisinde kullanışlı olabileceğini düşünsem de bu çerçeveyi düzeniçi unsurların seslerini arttırması nedeniyle genel olarak gerici buluyorum. Arazide (yani, toplumsal bir düzeyde aktivizm yaparken, örgütleyicilerin iç toplantılarının ötesinde) kabiliyetler çerçevesi stratejik düşünmek için güçlü bir araç sağlayabilir.
Nitekim, örnek vermek gerekirse bu sayede iklim hareketi içerisinde anti-kapitalistler (1) Anlatıyı Avrupa Komisyonu’nun mu yoksa hareketin mi anlatıyı kontrol ettiğini (ki Tüfekçi’nin odaklandığı şey de budur), ve bunun ötesinde (2) hareketin içerisinde anti-kapitalistlerin mi liberallerin mi anlatıyı kontrol ettiğini anlayabileceklerdir. Böylece, iki farklı soyutlama katmanı içerisinde mücadele yürütebileceklerdir.
§24. Lakin harekete bir parti modeli olarak bakacak olursak, hareketin değişimi koordine etmesi gerekmektedir. Böyle ve benzer kabiliyetlere sahip olması yeterli değildir. Bu kabiliyetlerin geniş bir stratejinin çatısı altında birbirini aktif olarak beslemesi gerekmektedir. Yukarıdaki üç tipolojiden hiçbiri ideolojik bir liderlik ihtiyacına atıfta bulunmamaktadır. Hepsi sistem içi bir bakış açısından türediği için bu anlaşılır. Ve bu nedenle hareketin amaçları (tipolojilerden analiz edildiği üzere) ideolojik değildir. Bizim amaçlarımız ise öyle. Dolayısıyla modelin hâlâ temel bir eksiği var.
Ben bunu geçiçi bir şekilde Koordinasyon Kabiliyeti olarak adlandırmak istiyorum. Bununla şunu kastediyorum: bir hareket bir sürü yıkıcı eylem örgütleyen çeşitli gruplara sahip olabilir ve bu sırada diğerleri toplantı odalarında bunun kazanımlarını konsolide ediyor olabilir. Aynı anda bir başkası ise bu eylemlerle verilmek istenen mesajı iletiyor olabilir. Bütün bu gruplar eşzamanlı olarak çok güçlü olabilir. Birbirleriyle iletişim halinde olmadıkları takdirde her şeye rağmen başarısız olacaklardır. Ve birbirleriyle konuşmaya kaynak ayırmadıkları takdirde de bunu yapmayacaklardır. Ve gruplar konuşmayı her gruba dair kararlar üretmek koşuluna bağlamadığı sürece konuşmak da bir amaca hizmet etmeyecektir. Kısacası, hareket, stratejisini koordine etmezse başarısız olacaktır. Daha önceki parti modellerinde bu koordinasyon bir çeşit Politbüro yapısı tarafından yapılmaktaydı. Hareket modelinde ise bu daha karışık ve organik olabilir, ama koordinasyon ihtiyacı hâlâ mevcuttur. Koordinasyon Kabiliyeti ile hareketi bir bütün olarak zafere yönlendirmek üzere güçlükleri ve zayıflıkları arasında uyumlu etkileşimler inşa etmekteki hareketin kapasitesini kastediyorum. İklim adaleti hareketi her ne kadar bunu inşa etmeye yönelik bir dizi girişimler olsa da hiçbir zaman bu kabiliyete sahip olmadı. Bunu inşa etmedeki başarısızlığımızın arkasında kendimizi gerçekten yeterince ciddiye almayışımız olduğunu düşünüyorum.
Yaptığımız şeyi neden yapıyoruz
§25. Moyer’in STK mantığı bizim toplumsal değişim paradigmamıza çok derin bir şekilde gömülü durumda. Düzenli olarak tutuklanma riski taşıyan insanlar dahi bana bunu hükümet üzerinde baskı oluşturmak için yaptıklarını söylüyorlar. Dolayısıyla böyle bir şeyi bir toplantıda söylediklerinde (uluslararası toplantılardaki insanların yüzüne bakma egzersizimi hatırlıyor musunuz?) kendimi yalnız hissediyorum. Dahası aynı insanlar kendilerine anti-kapitalist olarak hitap ettiğinde kafam karışıyor.
Yaptığımız şeyleri neden yaptığımızı kendimize ciddi bir şekilde sormamız lazım.
Birçoğunu iyi hissetmek için, bir şeyler yaptığımızı hissetmek için, gece rahat uyuyabilmek için yaptığımızı kabul edebiliriz. Yaptığımız şeyleri cidden neden yaptığımızı bilmediğimizi kabul edebiliriz. Diğer ve görünüşe göre daha akıllı insanlar bir şeyler yapıyor, dolayısıyla biz de onlara ayak uyduruyoruz.
Ama zafer için tam bir plana sahip olmama lüksümüz yok.
Artık yok.
Plansız bir şekilde hareket edecek zamanımız yok. Neden daha fazla bekleyelim?
Evet, birçok olasılığa bağlı birçok plana sahip olabiliriz. Ama bu anti-kapitalist planlara, kapitalizmi kısa vadede gerçekten yok edecek türden planlara ihtiyacımız var. “İklim değil sistem değişikliği” bir ajitasyon aracı değil, bizim neslimiz için bir direktif.
Hareketimizdeki ve hatta bütün hareketlerdeki hırs eksikliğini doldurmamız lazım.
Ve bunun için bu çerçeve içerisinde düşünen insanlara ihtiyacımız var.
Hırslılar İçin Stratejik Yönergeler
§26. Bir parti modelimiz yok. Karışık, finansallaşmış, küresel post-Sovyet kapitalist sistemine cevap vermeye en yakın şey hareket ekolojisi yaklaşımı. Ama aynı zamanda devrimci bir ajandayla uyumlu bir hareket bir tipolojisine de sahip değiliz.
Bir parti modeline doğru ilerlemek için önerim şu yönde:
Moyer’in Hareket Eylem Plan’ını tamamıyla reddetmesek bile görmezden gelmek.
Wright’ın değişim stratejilerini diğer grupların değişim ideolojileri ve teorilerine olan mesafemizi ölçmek için kullanmak. Bu mesafeye bağlı olarak uyumluluğumuzu hesaplamak
Tüfekçi’nin kabiliyetler yaklaşımını ikili iktidar yapılarını kurumsal kabiliyet olarak dahil edecek şekilde modifiye etmek. Sonrasında ise bunu sadece devrimci harekete uygulamak.
Koordinasyon kabiliyetini dördüncü bir kabiliyet olarak eklemek ve buna yatırım yapmak.
Bütün bunların müphem bir karışımı bize ne tür bir hareket inşası yapmamız gerektiği konusunda bulanık da olsa bir görüş sunabilir.
§27. Geriye kalan tek şey ise icraata geçmek.
1Açığa kavuşturmak gerekiyor, parti kelimesini ne en geniş anlamında (bir tartışma, çatışma veya meselede taraf olmak), ne de en dar anlamında (parlamenter bir örgüt) kullanıyorum. Partiden kastım iç işleyişine dair kuralları ve prosedürleri olan ve topluma dair tam donanımlı önergesi olan bir örgüt. Dolayısıyla devrimci bir parti de, o örgütün toplumu o önergeye doğru devrim aracılığıyla taşımak için yol gösteren ve önderlik edenidir.
2Bu tek yönlü ve iç içe açıklama elbette ki sınırlı; bunu tam tersi bir şekilde de söyleyebilirdik: bazı devrimciler anti-kapitalisttir, bazı anti-kapitalistler iklim adaleti ajandasını planlarına dahil eder, ve iklim adaleti hareketine mensup bazı insanlar iklim krizinin zaman sınırlarını gerçekten anlamaktadır.
3Aşağıdaki tipolojiler çerçevesi Gee’nin Ulex projesi için hazırladığı “Lidercil Örgütlenme ve Lidercil Örgütler İnşa Etmek” konusundaki notlarından bilgilendirilmiştir. Tipolojilerin yorumu ve eleştirisi (ve dolayısıyla bunların içindeki hatalar) bana aittir. Gee hareketin günlük hayatla olan ara birimine dayalı ve Laurence Cox’a ait dördüncü bir tipoloji daha dahil ediyor. Cox’un modeli strateji için daha alakasız ve örgütsel kültürleri anlamak için daha alakalı gözüküyor. Bu makalenin amaçları sebebiyle bu tipolojiyi dışarıda bıraktım.
4Söz konusu açıklama buradan alınmıştır: https://commonslibrary.org/the-four-roles-of-social-activism/