2 ve 9 Nisan’da Türkiye’de, 1 günlük tüketici boykotu yapıldı. Bazı işyerlerinin de katılmasıyla alım-satım boykotuna dönüştü ve sonuçta anlamlı, değerli bir dayanışma ortaya konuldu. Elbette bu boykot, ne üniversiteler başta olmak üzere farklı alanlarda ortaya konulan boykot tavrından, ne son üç haftada ülkede yaşananlardan, ne de son yıllarda artan ve faşist baskı ve yasalarla yönetilen kriz halinden bağımsızdı. Şimdi toplumsal olarak böyle bir bağın olmasının da belirleyiciliğinde birçok ayrıntının sorgulanması ve yeni soruların ortaya atılıp, bunlara cevap aranmasıyla devam eden bir sürecin içindeyiz.
Durum halihazırda, boykotun seyriyle de ilgili olarak, egemen sermayenin birbirine karşı çatışması gibi görünüyor. Bunu boykotu olumlayan ve olumlamayan sermayedarlarca yapılan açıklamalardan anlamak mümkün. 19 Mart’ta paylaşılan bir sosyal medya mesajında “ABD sermayesi mi kazanacak, İngiliz sermayesi mi?” yazılması da boşuna değildi. Ya da iktidar temsilcilerinin boykot edilen mekanlara koşup poz vermesi de… Yine de durumun bu kadar basit olmadığı ve asıl belirleyici olacak olanın işgalci- sömürgeci kapitalist sermaye dışına çıkan alternatifler olacağı da bilimsel bir gerçektir.
Daha da önemlisi, tüketici boykotu amacına ulaşmıştır. İktidarın soruşturma, gözaltı gibi üst perdeden cevap vermiş olmasına karşılık, toplumun genelinde “boykot haktır” bilgisinin hâkim olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Bu verileri, sürecin sonuç alıcı bir sürece evrilmesi için değerlendirmeliyiz. Bilgisine varılmış olan hakların kullanımının önündeki engellerin kalkması için bir hak mücadelesi, bilinç değişikliği gerekmektedir. Yine eylemlerde cılız kalan yanlar olarak hak temelli yaklaşımın ve kapsayıcılığın örülmesi de bir diğer gerekliliktir.
Şimdi yukarıda “bilimsel gerçek” diye tarif ettiğimiz durumla ilgili olarak bugüne denk düşen kavramlara bakalım. En sade şöyle ifade edebiliriz: sermaye =kapital; kapitalizm= pazar ekonomisi. Pazar neresi? Boykotun gerçekleştiği alan. Bu kavramsal çerçeveyi sunduktan sonra her zamanki gibi Marksist ekonomi politikteki “üretim”le ilgili temel soruları da hatırlayalım:
- Üretim araçları kimindir?
- Üretimde işbölümü nasıldır?
- Üretimin sonucu olan bölüşüm nasıldır?
- Üretici güçler üretimden aldıklarıyla ne yapar?
Bernstein bu konuda şöyle der:
“Bu dört temel soru, hane halklarından, “toplumlara” kadar değişik mekân ve ölçeklerdeki iktisadi faaliyetlere uygulanabileceği gibi bölgesel, ulusal ve küresel iktisadi oluşumlar için de yararlı bir biçimde kullanılabilir. Bunlar aynı zamanda değişik tarihsel aşamalardaki farklı tip toplumları anlamak için de yararlı olabilir. Bu dört soruda zımni bir sıralama vardır: Toplumsal mülkiyet ilişkileri, toplumsal iş bölümünü biçimlendirir; bu da toplumsal gelir dağılımını belirler ve sonuncu unsur da, toplumsal ürünün tüketim ve yeniden üretimdeki -kapitalizmde, birikim de dahildir- kullanımını belirler.(1)
Açılışı burada tamamlarken konuşmak istediğimiz meseleye, tüketim konusuna da gelmiş oluyoruz. Boykot listesine bakınca işbirlikçi-tekelci sermayenin ürettiği ya da kullanılmasının sistemin (karşı çıkılan pek çok yanıyla) yeniden üretilmesini ve devamlılığını sağlayan ürün ve üreticilerin ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Üretimin içinde olsak da aynı zamanda tüketici olan Türkiye halkları olarak biz ne yaşıyoruz? Gerçeklik algısını zorlayan fahiş fiyatlar, aşırı enflasyon ve her şeye getirilen ağır vergiler. Kuşkusuz en sorunlu alan maruz bırakıldığımız gıda enflasyonu.
Pazar ve Tüketim
Marx’ın da söylediği gibi belirleyici olan üretimdir, elbette bunu es geçmeden daha doğrusu bu bilgi ışığında bölüşüm, pazar ve tüketim meselesini tartışacağız. Tartışmanın sonunda, yapılması gerekenin üretimden gelen gücü kullanmak olduğunda, yani “genel grev genel direniş” şiarında ortaklaşırsak bu yazı da amacına ulaşmış olacaktır.
Üretim ve tüketim arasındaki bağı en somut gördüğümüz ve aynı zamanda zorunlu bir üretim alanı olan tarımsal üretim cevap ve çözüm aramak için mutlaka bakmamız gereken bir konu olarak önümüzde duruyor. Geçen yılın sonunda tarım konusunda bir değerlendirme yapmış ve durumu “ekolojik ve ekonomik yıkım” olarak değerlendirmiştik. Üretici ve tüketicinin birlikte yürüteceği bir hak mücadelesinin önemine vurgu yapmıştık. (2)
Yakın zamanlı örnekler olan Covid-19 pandemisi ve 6 Şubat depremlerinde de görüldüğü gibi tedarik zincirlerinin kopması tüketimin zorunlu kısmını da oluşturan gıdaya erişimde büyük zorluklara yol açmıştır. Tarladan tabağa biçiminde formüle ettiğimiz bu sürece dahil edilen onlarca aracı sebebiyle, üretimle tüketim malları arasında doğrudan olabilecek ulaşım uzun ve pahalı bir yola dönüşmüştür. Tedarik zincirlerinin de içinde olduğu lojistik-aracı uygulamaları sermayenin büyük kazanç elde ettiği faaliyetlerinin başında yer alır.
Tarım (bitkisel ve hayvansal üretim), tohum yatağının hazırlanmasından satışa kadar bütünlüklü bir planlama ile hayata geçirilen bir üretim faaliyetidir. Günümüz koşullarında geleneksel tarım terk edilmiştir. Sermayenin ruhuna uygun üretim yöntemi olarak endüstriyel tarım uygulamaları hâkim kılınmaya çalışılmaktadır. Yüzyıllar boyunca tarımın yapıldığı alana kırsal adı verilmiş olmasına karşılık, aynı değişim süreci içinde kentsel tarım kavramı ortaya çıkmıştır. Aralarındaki ayrımın flulaştığı kır ve kent, rant alanlarına dönüştürülmüştür.
Buraya bir hafıza notunu daha ekleyerek devam edelim. 2008 yılında, dünya bir ekonomik kriz yaşamıştı. Dönemin başbakanı “teğet geçti” demiş olsa da durumun öyle olmadığı sonrasında yaşananlarla anlaşılmıştır. 2008 yılı dünyada ilk kez kırsal nüfusla kentsel nüfusun eşitlendiği yıl oldu. Bundan sonraki yıllarda da kentsel nüfus tarımla uğraşan nüfusu geçmeye başladı.
Aynı yıllar Türkiye’de henüz yeni olan Tarım Yasasının (2006) sonuçlarının tarlada, bahçede, üretim alanlarında görülmeye başlandığı yıllardı. Süreç, Avrupa ve Amerikan emperyalizminin istekleri doğrultusunda endüstriyel tarım uygulamalarına entegre biçimde geliştirildi. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kentsel tarım yeniden tartışılmaya başlandı. Büyükşehir yasasındaki kent çevrelerindeki köylerin, kırsal mahalle statüsü verilerek şehirlerin, şehir merkezindeki ilçelerin mahallelerine dönüştürülmesi de bu projelerin bir parçası olarak hayata geçirildi.
Eko Eko Eko Belgeselinde, akademisyen Gaye Yılmaz’ın kapitalizmi anlattığı bölümde söylediği şu sözler sermayenin yaptığı değişiklikleri anlamamıza ve aralarında bağ kurmamıza kılavuz niteliğindedir. “Kapitalistler birbirleriyle ürettikleri ürünlerin fiyatları üstünden değil, miktarları üzerinden rekabet ederler. Ne kadar çok üretiyorsan piyasaya o kadar çok hâkim olursun.” (3)
Bu düzenlemelerin hepsinin sermayenin, şirketlerin kârını büyütmek için yapıldığını düşünürsek, nicel verimi önceleyen endüstriyel tarıma hız verilmesi ve tedarik zincirlerinin de ona göre yani kâr getirecek biçimde düzenlenmesi olağandır. Ürünün tarladaki hasat fiyatıyla tezgahtaki, raftaki fiyatı arasındaki devasa uçurumu belirleyen de işte bu aradaki sürece katılan birçok unsurun varlığıdır. Elbette bir tercihtir, uzun mesafelerde işletilen böylesi tedarik zincirlerinin olağanüstü dönemlerde kopmasının da ayrıca gelire dönüştürüldüğünün örnekleri çoktur.
Daha fazla ayrıntıya gerek olmadığını düşünerek endüstriyel tarımın karşısına koyduğumuz agro-ekoloji çerçevesinde kısa tedarik zincirlerini genel hatlarıyla incelemeye geçebiliriz. Sonrasında da güncel boykot meselesi ve hak mücadelesi yanını bir kez daha gözden geçirerek bu tartışma yazısını bitireceğiz.
Agro-ekoloji ve Kısa Tedarik Zincirleri
Gıda egemenliği görüşünü hayata hâkim kılabilmek için agro-ekolojiyi savunuyoruz. Ekolojik tarım anlamına gelen agro-ekoloji kapitalist yeşil dönüşüm projelerinde isim olarak sıkça kullanılsa da bakış açımız sermaye değil üretici ile tüketici arasında doğrudan bir ağ anlamını taşıyan agro-ekoloji yaklaşımıdır.
İklim krizini tetikleyen, doğada ve yaşamda dönüşsüz tahribatlar yaratan, afetlere yol açan ve su başta olmak üzere kaynakları tüketen, kirleten her şeyin karşısında önerimiz agro-ekolojidir. Sürdürülebilirlik ve hak temelli oluşu, sosyal, siyasi ve toplumsal öğeleri de içinde barındırması diğer önemli tamamlayıcı özellikleridir. Kısa tedarik zincirleri de, küçük ölçekli işletmelerde yapılması özelliğiyle beraber, onun ayrılmaz bir parçasıdır. Adından da anlaşılacağı üzere kısa tedarik zinciri gıdaya erişimin organize edildiği yoldur. Yola, koşullar ve pratik doğrultusunda çok çeşitli isimler verilebilir.
Afet, pandemi vb durumlarda kopan tedarik zincirinin yarattığı hak gaspı ve mağduriyetin önüne geçebilecek tek yol tedarik zincirlerinin mümkün olan en kısa hale büründürülmesidir. Bu aynı zamanda üretici ve tüketiciyi birlikte koruyan bir yöntemdir. Aracıların olmadığı böylesi bir sistemde tarladan çıkanın tabağa üretim maliyetiyle gelmesi söz konusudur.
Burada pratik olarak her yerde hayata geçirebileceğimiz öneri gıda toplulukları oluşturmaktır. Bulunduğumuz yerlerde gıda topluluklarını tartışmak için forumlar düzenleyebilir, var olan topluluklarla iletişim ve dayanışmanın olanaklarını tartışabiliriz.
Güncel Durumda Neleri, Nasıl Yapabiliriz? Neden?
Dönelim tüketici boykotuna… 9 Nisan’da yine bir günlük alış-veriş yapmama tavrında geniş bir kesim hemfikir oldu. Çarşamba günlerinin seyri böyle olacak gibi görünüyor. (4) Peki diğer günler?
Tüketmek zorunda olduğumuz şeyler var, onların başında da gıda geliyor. Fakat bununla da sınırlı değil, kitap alışverişi ya da sigara gibi kafamızı meşgul eden sorunlar da var. O halde yazının başlığında da söylediğimiz gibi çözüm, boykotu yaşam biçimine dönüştürmekten geçiyor.
Bunun koşullarının çeşitli biçimlerde var olduğu açıktır. Boykot listeleri ilk gündeme geldiğinde çoğumuzun -en azından bu yazının muhatabı olan çoğunluğun- tepkisi “ben zaten boykottaymışım” oldu. Listeler giderek güncellenip genişledi ama bizim boykot ettiklerimiz zaten çok daha fazlasıydı. Bugün, bu gerçeklerin ışığında tüketici alışkanlıklarımızı gözden geçirmek ve özünde zaten böyle olan boykot tavrını sınıfsallaştırmak sorumluluğunu taşıyoruz.
Kapitalizmin yarattığı tüketim kültürü olarak ihtiyacı geride bırakıp isteği körükleyen alışkanlıklar fazlasıyla var herkeste. Gezi’den sonra Mado’yu, kadın işçilere eziyet ettiği için Flormar’ı, direniş alanına b.k serptiği için Sütaş’ı, faşistlere sayfalarını açan yayınevlerini boykot etmeye de böyle karar vermiştik değil mi?
Tavrın sınıfsallaşmasından daha doğal bir şey olmayacaktır. Çünkü hepsinin dayandığı ve geçmişte iktidarın saldırılarıyla da somutlanmış bir faşist, emperyalist geçmişi var. Ne yıllardır uygulanan tecrit, ne özelleştirmeler, ne ekolojik saldırılar bir anda başladı…
Zincirin bir yerlerden kırılabileceğine dair inanç, umut açığa çıktı artık. Bunu güçlendirmek için somut talepler oluşturmanın ve bu doğrultuda daha derli toplu, organize bir mücadele hattı geliştirmek için çalışmanın zamanı şimdi.
Genel grevle bütünleşecek genel direniş sürecini örmek ve birlik, mücadele ve dayanışma günümüz 1 Mayıs’a bu ruhla hazırlanmak adımlarımızı büyütecek, geleceği kazanmak için, faşizme geri adım attırmak için mücadele edenlerin gücünü de büyütecektir.
- Tarımsal Değişimin Sınıfsal Dinamikleri, Henry Bernstein, Yordam
- https://www.polenekoloji.org/tarimda-guncel-durum-ekolojik-ve-ekonomik-yikim/
- Eko Eko Belgeseli
- https://www.birgun.net/haber/arastirma-2-nisan-daki-boykot-ne-kadar-etkili-oldu-613322