Click here for English version.
Çalışmanın ikinci bölümünü okumak için tıklayın.
İklim değişikliği sorununun çözümü konusunda iki ana strateji var. İlkinde, kapitalist sistem içinde, nedenleri gidermek yerine “enerji dönüşümü”ne ve belirtileri hafifletmeye yönelen (semptomatik) önlemler uygulanır. Bunun örnekleri, pek çok ülkede sermayenin çıkarını gözeterek yürürlüğe konan birbirine benzer iklim politikalarıdır. Bu, hegemonik iklim siyasetidir. İkinci strateji ise sömürülen emekçiler, ezilen toplum kesimleri olarak halkın, kapitalizm karşıtı iklim siyasetidir. İki siyaset, yalnızca çözüm yolları konusunda değil, öncelikle iklim sorununun nedenleri bakımından birbirinden ayrılırlar. İlkinin tersine ikincisi, kapitalizmin işleyiş yasaları, yapısal nitelikleri nedeniyle iklimin değiştiğini kabul eder. Kapitalizm ortadan kaldırılmadan kapitalizmin yapısal özelliklerinden kurtulmak olanaksızdır, bu özellikler varlığını sürdürdükçe de iklim değişikliğine çözüm bulunamaz. Kapitalizmin ekolojik yıkıma neden olan yapısal özelliklerinin ayrıntılarını burada tartışmayacağım (bkz. Çoban, 2021). Ama kapitalizmin yapısal çelişkileri ile otuz yıldır uygulamadaki iklim politikalarının yarattığı açmazlar arasındaki bağları inceleyeceğim.
Bu yazıda, hegemonik iklim siyaseti karşısında halkın iklim siyasetini tartışmayı amaçlıyorum. İklim değişikliğine engel olmanın yolu, sorunun nedeni olan kapitalizmden kurtulmaktır. Gelgelelim bu sava, şu soruları sorarak dudak bükenler olacaktır: “Peki kapitalizm ortadan kalkıncaya kadar ne olacak? Sistem değişikliği soyut kalıyor, somut öneriler nedir? Çözüm, kapitalizm sonrasına ertelenmiş olmayacak mı?” Gerçekte kapitalizme son vermek başlı başına somut bir eko-siyasal amaçtır. Bu amaç gerçekleştirilinceye değin iklim konusunda toplumsal mücadele yürütülmeyecekmiş gibi saçma bir anlayış, yine de belirebiliyor.
Benzeri soru ve anlayışlarla ikinci siyaset tarzına itiraz edenlere karşı şu başlangıç önermesiyle ilk adımı atabiliriz: Kapitalizm karşıtı (ekososyalist) bir mücadele ve iklim mücadelesi, tek bir sürecin iki bileşeni olarak birbirini tamamlar. İki mücadelenin birlikte yürütülmesinin dayandığı gerekçeleri aşağıda sunmaya çalışacağım. Mücadelelerin birbirlerini içermesi gerçeğinin saptanması da yeterli olmaz. Çeşitli mücadele güçlerinin aynı amaçla nasıl ortaklaşa hareket edebileceğini de göstermek gerekecek. Mücadele güçlerinin birleşik mücadelesinin nasıl kurulacağını somutlamak için, iklim konusunu, sorun alanı ve çözüm yolu ikizleriyle sunan bir tartışmanın daha verimli olabileceğini düşünüyorum. Çünkü sorunun kaynağını ortaya çıkartmak çözümünün ne olduğunu da görmeyi sağlar. Ayrıca, böyle bir yalınlaştırmanın, “somut öneriniz yok mu?” “kapitalizm sonrasına kadar beklenecek mi?” itirazlarını savuşturmaya yardımı da dokunabilir. Bu çerçevede iklim sorununu, kapitalizme özgü çeşitli boyutlarını ve nedenlerini göz önünde bulundurarak parçalarına ayıracağım. İklimi soruna dönüştüren neden bakımından bizi çözüme taşıyacak mücadele taktiklerini belirlemeye çalışacağım. İnceleyeceğim beş sorun alanı ve çözüm başlıkları ya da tartışacağım beş tez şunlar:
İklim krizi,
- ideolojik bir sorun / ideolojik ve bilimsel mücadele,
- mekânsal ölçek ve zaman boyutu olan bir sorun / ölçekler arasında etkileşim kuran ve geleceğe ertelenmemiş bir mücadele,
- iktisadi bir sorun / iktisadi mücadele,
- sınıfsal bir sorun / sınıfsal mücadele,
- siyasal bir sorundur / siyasal mücadele ile çözümlenir.
Bu ayırımları yalnızca tartışmayı kolaylaştırmak için yaptığımı özellikle vurgulamalıyım. Belirtmem gerekir ki, toplumsal bir mücadele, iktisadi, sınıfsal, siyasal, ideolojik ve ölçek boyutları iç içe geçmiş olarak yürütülür. Sıraladığım beş sorun ve çözüm alanından hareketle, iklim sorununun nedeni olan kapitalizmden kurtulmak amacıyla mücadele güçlerini bir araya getirecek ortak eylemin geliştirilmesi yollarını tartışmaya açacağım. Hedefler, özneler, yöntemler arasındaki kuramsal köprüleri kurmaya çalışacağım.
İdeolojik Boyut
İklim değişikliğini bir süre yadsıyanlar oldu. Sermayenin siyaset ve medyadaki temsilcileri, iklimin değişmediğini savundular. Ne var ki değişen iklimin belirtileri saklanamıyordu. Bir süre sonra bu “inkarcılık” para etmeyince sağ ideolojiler yeni arayışlara girdiler. Yeni eğilim, “iklim ırkçılığı” olarak birkaç yıldır yükselişte. İklimle ilgili çeşitli önerilere inkarcılıkla karşı durmaya çalışanlar, bu kez sorun ve çözüm ilişkisini tümüyle çarpıtıyorlar. İklim değişikliğinden etkilenen göçmenleri, ezilen yoksul halkları, ekolojik bozulmanın nedeniymiş gibi suçlu ilan ediyorlar. Dünyadaki bu eğilimin Türkiye’de de yaygınlaştığı gözleniyor. Bunun 2021 yaz aylarındaki son örneği, değişen iklimin de etkisiyle Akdeniz ve Ege bölgelerinde pek çok yeri kasıp kavuran yangınlar sırasında yangına suçlu icat etmek için yol kesip kimlik sorarak, linç girişiminde bulunarak, medyada yalan ve montaj yayın yaparak, nefret dili kullanarak ırkçılık yapanlardır.
Milliyetçi ideolojilerde ulusun etnik saflığının zarar görmemesi ile doğanın saflığının bozulmaması arasında ilişki kurularak iklim ve çevre çarpıtılmış birer gerekçe yapılarak mültecilere, göçmenlere, egemen ulustan olmayan halklara karşı bir tutum geliştirilir. Örneğin göçmenler, sığındıkları ülkelerdeki ekolojik sorunları yaratan, ulusal ekosisteme zarar veren haşere türler olarak sunulurlar (Turner ve Bailey, 2021; Adler-Bell, 2019; Turhan ve Armiero, 2017). Eko-faşist ideolojiyle bir yandan halkın iklim taleplerinin önüne set çekilirken aynı zamanda o talepler ırkçı siyasetin genişlemesi için kullanılır. Ayrıca, çevre koruma bahanesiyle göçmenlere sınırlar kapatılmaya çalışılır. Dahası iklim ırkçılığıyla, sermayenin ve devletin ekolojik yıkıma ve iklim açmazına götüren sorumlulukları görmezden gelinir.1 Böylece hem sorunun gerçek nedenleri gizlenir hem de toplumda yükselen, şirketlere ve devlete yönelik iklim talepleri ırkçılıkla kötürümleştirilir.
İklim siyasetini baltalayan başka bir öğe, bir uzmanlık dilinin yaratılmış olmasıdır. Ülkelerin uygulamaya koydukları iklim politikaları konusunda sayısız kavram, kurum, kuruluş, düzenleyici kural, rapor ve kısaltma var. Yalnızca iklim uzmanlarının anladığı (esoteric) bir tartışmaya sıradan insanların katılması olanaksızdır. Tam da böyle bir uzmanlaşma sayesinde iklim sorununun hem nedenlerinin hem de çözümlerinin saptırılmasına, halkın yanıltılmasına uygun bir ortam doğar.
Devlet, sermaye ve STK temsilcileri, iklim uzmanları olarak, Birleşmiş Milletler toplantılarında ve bakanlık binalarında uygulamadaki iklim politikalarını üretirler. Buna hegemonik iklim siyaseti diyebiliriz. Bu siyasetin çeşitli öğelerini aşağıda ele alacağım. Her şeyden önce, bu siyasette, kapitalizmde çok yönlü bir sorun olan iklim değişikliği tekil bir nedene, atmosfere bırakılan karbondioksite indirgenir.
Kuşkusuz sera gazı salımlarına yol açan fosil yakıtların terk edilmesi gerekir. Ama sera gazı salımları, sorunun altta yatan nedeni değildir, bir sonuçtur. Bu gerçeğin altını çizmek gerekir. İklimi değiştiren neden ise iç içe geçmiş şu öğelerin oluşturduğu kapitalist bütündür: Sermaye birikimi, meta üretimi, artık değer yaratılması, kârlılık, özel mülkiyet, emek sömürüsü, meta tüketimi, gereksinimlerin karşılanmasında bireyciliğin belirleyici olması, sayılan bu süreçlerin yarattığı enerji açlığı, enerjinin fosil kaynaklardan sağlanması, yenilenebilir enerjinin de barındırdığı sorunlar, tüm bu anılan süreçlerde karbon ve öteki doğal döngülerin bozulması, ekosistemlerin örselenmesi. Salımlara odaklanan bir siyaset saydığım bu olgulara çözüm üretme kapasitesine zaten sahip değildir. Dahası, odaklandığı salımlara da bu olgular nedeniyle çare olamaz. Yeri geldikçe kapitalist olguları ve anti-kapitalist çözümleri tartışacağım.
Hegemonik iklim siyasetinde karbondioksit gazlarını azaltma politikası olarak önerilen araçlar yenilenebilir enerji, karbon yakalama teknolojisi, “mavi ve yeşil hidrojen”, “temiz kömür”, karbon (salım) ticareti, karbon vergisi, para cezası, ağaçlandırma, her uçak yolculuğu yapıldığında bir ağaç dikilmesi için para bağışı yapılması, tüketicinin atıklarını azaltması ve benzerleridir. Kapitalist düzen içi bu öneriler, uzman diliyle süslenmiş olarak akademisyenler, dernekler, siyasal partiler, medya ve devlet kurumları eliyle yayılırlar.
O hegemonik bir siyaset olduğu için bir kısım muhaliflerini de mıknatıs gibi kendisine çeker. O kadar ki, “iklim sorununun nedeni kapitalizmdir” vurgusuna yer verilen kimi görüşlerde bile hegemonik iklim siyasetinin salım azaltım önerileri benimsenir ve yinelenir. Oysa nedensellik ilişkisi bakımından, sorun kapitalizmin olgu ve süreçlerinden kaynaklandığına göre çözümün de kapitalizm karşıtı yöntemlerle biçimlendirilmesi gerekir.
Hegemonik iklim siyasetinde, gerçekte iklim sorununun parçası olan unsurların, çözüm araçları olarak ideolojik propagandası yapılır. Bu envanterin ilk sıralarında doğayı, ağacı, kirliliği, karbondioksiti fiyatlayan piyasa mekanizmaları yer alır. Ne var ki kapitalizmin yapısal çelişkileri, piyasa ekonomisinde piyasacı çözüm önerilerinin bile başarılı olmasının önünde engeldir. Örnek olsun, Dünya Bankası’nın bir yayınında, vergi ve benzeri karbon fiyatlandırılması önerileri pek çok ülkede çok popüler olmasına karşın, uygulandığı ekonomilerde güncel karbon fiyatlamasının çok düşük düzeyde kaldığı, yani işe yaramadığı itiraf edilir (World Bank, 2020). Benzer biçimde TEMA gibi sivil toplum kuruluşlarına para bağışı yoluyla ya da Orman Bakanlığı eliyle ağaçlandırma, ileri sürüldüğünün tersine, iklim sorununa çözüm olacak bir ormanlaştırma etkisi yaratmaz. Dünyadaki ormanların yalnızca yüzde 7’si ağaçlandırmayla elde edilmiş, gerisi kendiliğinden oluşmuştur. Kaldı ki ağaçların bir bölümü de kerestelik ya da yakacak odun olarak meta üretimi için dikilir. Ormanı; maden, inşaat, kereste, turizm ve benzeri meta üretimi etkinlikleriyle yok eden kapitalizmde çözüm, ağaçların meta olarak üretilmesinde aranır! Sonuçta, 2010-2020 arasında insan eliyle ağaçlandırmayla ve kendiliğinden çoğalarak oluşan toplam ormanlaşma oranı, ormansızlaşma oranının yalnızca yarısı kadardır. Bir başka deyişle ormanlaşma, yok edilmekte olan ormanları bile denkleştirmenin çok uzağındadır (FAO, 2020).
Hegemonik iklim siyasetinin en büyük başarısı, sermayenin, iklim sorununun birinci derece faili olduğu gerçeğini saklamasıdır. Bu yaklaşımda iklim sorunu fosil yakıtlara indirgendiğinde bile petrol, kömür, doğalgaz çıkaran ve satan şirketler, benzin kullanan havayolu şirketleri, deniz taşımacılığı şirketleri, termik santrallerde elektrik üreten şirketler, endüstriyel hayvancılık şirketleri… iklim sorunundan sorumlu tutulmazlar. Genellikle, karbondioksitin sorumlusu olarak tüketiciler gösterilir. Tüketiciye, “karbondioksit salımlarını azaltmadığın, çöpünü ayrıştırmadığın, alışverişe giderken liste yapmadığın, enerji tasarruflu beyaz eşyayı hâlâ satın almadığın, konutunun dış cephesine yalıtım yapmadığın, elektrikli otomobile binmediğin için gezegen yıkıma sürükleniyor” denir. Bu ideolojik saptırma, sorunu ve çözümü bireyin sırtına yükler. Burada da yine kapitalist yaklaşımın ideolojik çerçevesine başvurulur. Kapitalizmdeki bireycilik kavrayışı, kapitalist yapılardan tümüyle yalıttığı bireyin, sözde özgür tüketici seçimleriyle dünyayı değiştirebilecek bir aşkın-özne olması çarpıtmasıyla işbaşındadır. Kuşkusuz tüketici, fosil şirketlerin her gün atmosfere bıraktığı karbondioksit salımlarını yok etme mucizesi gösteremez.
Görüldüğü gibi suçlular bulunmuştur: etnik kimlikler, mülteciler, tüketiciler ve bir fetişe dönüştürülen karbondioksit. Böylece, iklim sorununa neden olan kapitalizmin iktisadi, siyasal yapılarıyla mülkiyet ilişkileri ve sermaye sınıfı ise ideolojik olarak güvence altına alınmıştır.
İdeolojik Şifrelerin Kırılması
İklim sorununun ideolojik örtüsünü kaldıracak bir mücadelenin içerik listesinden bazı örnekler verilebilir:
İdeolojik körleştirmeye karşı tarihsel maddeci bilimsel çözümlemelerle iklim konusunda neden-sonuç ilişkisinin açıkça ortaya konulması. Hakikatin konuşulabilmesi için gerekli olan örneğin, düşünce ve ifade, bilimsel araştırma yapma ve sonuçlarını yayma, basın, toplantı ve gösteri yapma, örgütlenme hak ve özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılması mücadelesinin yükseltilmesi.2 Gerçeği haberleştiren sol, sosyalist, bağımsız medya organlarına, gazetelere, dergilere sahip çıkılması, desteklenmesi. Nefret diline, eko-faşizme, ekolojik ırkçılığa karşı etkili mücadele verilmesi. Bu demektir ki, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi mücadelesi, ekolojik ırkçılığa ve faşizme karşı mücadele ile iklim mücadelesi birbirlerini beslerler.
Kısa bir süre önce, Batı’da prestijli akademik örgütler yan yana gelip biyolojik çeşitlilik kaybı ile iklim değişikliği konularında iki ayrı bildiri yayımladılar, çok gelişmiş yedi ülke olarak G-7’ye acil eylem çağrısı yaptılar. Her iki bildiride, şirketlerin, sermaye sınıflarının ve G-7 devletlerinin işledikleri iklim suçlarından, yaptıkları ekolojik yıkımlardan, üstlenmeleri gereken mali sorumluluklardan tek bir sözcükle bile söz edilmez “Reversing…” 2021; “A Net Zero…” 2021).
Mücadele listesinin önemli bir kalemi de burada belirir: Akademik sempozyumlarda, BM toplantılarında, TBMM komisyonlarında ve Genel Kurul’da, iklim mitinglerinde ve gazete köşelerinde “iklim krizine yol açan fosil şirketlerin ve onları koruyup kollayan devletin sorumluluğunu niçin tartışmıyoruz” sorusunun sorulması ve yanıtlanması, bu tartışmanın açılmasının sağlanması; doğrudan şirketlerin suçunu ve devletin sorumluluğunu göstermek amacıyla iklim değişikliğinin gerçek nedenlerinin bıkıp usanmadan vurgulanması, aşağıda ele aldığım iklim sorununun sınıfsallığının gündemleştirilmesi gerekecektir.
Bu tartışma önemlidir çünkü bu sayede hegemonik iklim siyasetinin alternatif arayışları tahakküm altına alan etkisiyle mücadele etme yolu açılır. Bu yapılmazsa hegemonik iklim siyaseti, bilimi, sendikaları, demokratik kitle örgütlerini, sol siyaseti ideolojik olarak sömürgeleştirmeyi sürdürür. Böyle bir ideolojik esaretin emek cephesinde bir örneği, sendikaların Avrupa Birliği’nde salım ticareti sistemini destekleyen bir lobicilik etkinliği yürütmeleridir. Daha kötüsü, çelik işçilerinin sendika federasyonunun (IndustriAll Europe), salım ticareti sistemini de işverenler lehine zayıflatacak talepleri savunmuş olmasıdır (Thomas, 2021). Azgelişmiş Güney ülkeleri de gelişmiş Kuzey ülkelerinin çıkarlarını gözeten bir iklim siyaseti tarafından ideolojik olarak sömürgeleştirilirler. Azgelişmiş ülkeler, yüz elli yıldır süregelen birikimli salımlarıyla iklimi değiştiren gelişmiş ülkelere karşı enternasyonalist ağlarla bayrak açmak yerine Kuzey’in iklim siyasetini benimserler, iklim fonlarından pay kovalarlar.
Benzer biçimde, çeşitli çevreci STK’lar tüketici davranış değişikliği söylemiyle hegemonik iklim siyasetine tabi olurlar. Bu siyaset tarzı, ABD, AB ülkeleri, Kanada ve Avustralya gibi gelişmiş ülkelerdeki çok tüketen, çok atığa ve yüksek salımlara yol açan tüketici ortalamasına yönelttiği yeşil tüketim çağrısını tüm dünyaya yaygınlaştırır. Bu yüksek ortalamayı, dünyanın her yerinde, işçi, köylü, işsiz, göçmen, yoksul kadın, ezilen ırk, ulus ve kimlikler için geçerli bir olguymuş gibi sunar. Burjuva ve küçük burjuva tüketiciyi, sınıfsallıktan ve toplumsal farklılıklardan ayırarak tüm insanlığa genelleştirir. Böylece bu siyaset tarzı, emekçi sınıf ve yoksul halkların doğayla gösterişsiz etkileşimini görmezden gelir, bu etkileşime uygun bir alternatif toplumsal mücadelenin marjinalleştirilmesine ortam hazırlar. Türkiye’deki bir örneği, nüfusun çoğunluğu açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşadığı halde herkese yönelik “porsiyonlarınızı küçültün” talebidir (Doğan, 2021). Benzer bir görüş, besin çöplerinin yol açtığı sera gazı salımlarını azaltmak için tüketicilerin besin israfının önlenmesi önerisinde belirir. Oysa TÜSİAD’ın bir raporunda bile, Türkiye’de tüketicilerin sorumlu olduğu besin israfının, toplam besin kayıpları içinde yüzde beşi geçmediği belirtilir. Besin kayıpları, üretim, işleme, depolama, dağıtım ve pazarlama sırasında oluşur (TÜSİAD, 2020: 34-5). Burada olduğu gibi, iklim krizi açmazı, sorunun gerçek nedenleriyle çözüm olarak sunulan öneriler arasındaki uyumsuzlukla doğrudan ilgilidir.
Kısacası, karbon indirgemeciliğine dayanan, piyasa mekanizmalarından medet uman, tüketici davranış değişikliği öneren ve Kuzey’in emperyalist ülkeleri eliyle dünyaya dayatılan hegemonik iklim siyasetinin; bilimi, sendikaları, meslek odalarını, demokratik kitle örgütlerini sömürgeleştiren ideolojik zincirleri parçalandığında ancak iklim sorununun gerçek çözümlerine yönelen arayışlar güç kazanabilir.
İdeolojik alanda verilecek kavganın bir parçası da hegemonik iklim siyasetinin yılgınlık yaratan (depresif) yönlendirmelerinin yerine bir mücadele dilinin benimsenmesidir. Avustralya’da yapılan bir araştırmaya göre, iklim değişikliği hakkında eko-endişe ve eko-depresyon hissi, kişisel iyioluşu (wellbeing) olumsuz etkilediği gibi iklimle ilgili olumlu bir kişisel davranışa yol açan herhangi bir etkiye de sahip değil. Dahası, araştırmada, eko-depresyon hissinin insanların kolektif eyleme katılma eğilimini zayıflattığı bulgusuna ulaşılmış. Buna karşılık, değişen iklim konusunda eko-öfke duyduğunu bildirenler, hem kişisel davranış değişikliğine hem de kolektif eyleme büyük ölçüde ilgi gösteriyorlar. İnsanların ekolojik konularda deneyimlediği toplumsal ve coğrafi eşitsizlikler, eko-öfkeyi kışkırtır ve öfke de kolektif eylem için itici bir güç oluşturur. Bu bulgular nedeniyle araştırmacılar, iklim mücadele örgütlerinin kampanyalarında ve eğitimlerinde eko-öfkeyi öne çıkaran bir dil kurulmasını salık veriyorlar. Böyle bir dil, endişe ve depresyonu beslemediği için halk sağlığını gözetirken kişileri kolektif mücadeleye yönlendirmesi nedeniyle iklim sorununun çözümüyle de uyumludur (Stanley, Hogg, Leviston, Walker, 2021).
Eko-öfkenin kimleri, hangi kurumları hedef aldığı konusu da önemli. Faşist, ırkçı, milliyetçi parti ve çevre örgütleri, toplumdaki “öteki” olan ırka ya da ulusal kimliğe, göçmenlere yönlendirirler öfkeyi. Bu yapılarak, ekolojik ve toplumsal adaletsizlikten doğan öfke aynı eşitsizliklerin pençesindeki topluluklar üzerinde uygulanan insanlık dışı faşist şiddetin aktarma kayışı olarak kullanılır. Bunun yanında, değişen iklimden tüm insanlığı (“bunu biz yaptık”, “aynaya bak, suçluyu gör”) ve tüketici bireyi sorumlu tutarak endişe ve depresyonu körükleyen mesajlar ise toplumsal mücadeleyi sınırlandıran biçimde iklim eylemsizliğine uygun bir ortam yaratırlar. Gelecekte insanlığı bekleyen kıyamet yerine, şu anda burjuvazi ile emekçi sınıflar arasındaki iklim eşitsizliğini, iklim krizinin şimdiki etkilerini, bu etkiye yol açan şirketleri ve devlet politikalarını öfkenin merkezine yerleştiren bir siyasal stratejinin başarı şansı yüksektir.
Zamansal ve Mekansal Ölçek Boyutu
Epey önce, 1980’lerin sonunda “zaman-mekan sıkışması” kavramı tartışılmaya başlandı. Bu kavramla, imalat, iletişim, bilişim teknolojilerindeki yeniliklerinin hızlandırdığı zamanın, mekanı silikleştiren etkileri vurgulanıyordu (Altvater, 1989; Giddens, 1990; Harvey, 1990; Massey, 1991). Zamanın hızlandığı ve mekanın önemini azalttığı saptamaları değerlendirilirken sınıfsal bağlam, etnik kimlik ve toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri dikkate alınmalıdır. İnternette para transferleri, uçakla ülkeler arası seyahatler, dijitalleşmiş kapitalizm, sermaye sınıfları ve üst gelir kümeleri bakımından değişen zaman-mekan ilişkilerinin örnekleridir. Bunlara karşılık emekçi sınıflar bakımından genellikle zaman-mekan sıkışmasının gerçekliği oldukça tartışmalıdır. Örneğin, Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 90’ının zaman-mekan sıkışmasını sağlayacak bir pasaportu yok. Ekolojik ya da başka nedenlerle yerinden olanların, ülkesinden kaçan göçmenlerin durumunda olsun emekçilerin aşırı hava olaylarının ölüm, sakat kalma, travma gibi etkilerine maruz kalmaları durumunda olsun mekan, zamanı etkisizleştirir. Korono salgını da işe gitmek zorunda olan emekçiler ve okula gidemeyen, interneti, bilgisayarı bulunmayan emekçi çocukları bakımından mekanın, zamanı yok ettiği bir dönemdir.
Öte yandan iklim değişikliği; mekanı, kapitalizmin hızlanmış zamanının gölgesinden çıkartmayı ve zaman-mekan ilişkisini geçmiş-şimdi-gelecek bağlarıyla uzun dönemli ele almayı düşündürtüyor. Geçmiş yüz yıl içindeki sıcaklık artış eğilimi önümüzdeki yıllarda da sürerse pek çok yerde mekanın sarsıcı biçimde etkilenmesi öngörülüyor. Sıcaklık artışına bağlı yangınlar nedeniyle yok olmuş yerleşimler ve ormanlar, buzulların erimesine, permafrostların çözülmesine, çölleşmeye bağlı olarak arazi yapısında köklü değişiklikler bekleniyor (IPCC, 2021). Bu nedenle, hız ve kısa süreliliğin vurgulandığı zaman-mekan sıkışması tezinden farklı olarak iklim değişikliği yazınında gündeme getirilen kavramlar, aciliyet (ivedilikle uygulanması istenen önlemler) ve uzun süreliliktir.
Doğadaki süreçlerin, örneğin karbon döngüsünün zamanı kapitalist üretimin zamanından farklılık gösterir. Fosil enerji kaynaklarının oluşumu çok uzun sürer, milyonlarca yıl alır. Oysa bunlar iktisadi amaçlarla enerji elde etmek için kısacık bir süre içinde yakılırlar. Fosil yakıtın yakılması sırasında atmosfere salınan karbondioksitin iklimi değiştiren sera etkisi uzun sürelidir, beş ile yedi yüz yıl devam eder. Kapitalizmde fosil yakıt rezervlerini kullanma süresi kısalmış ve atmosferde karbondioksit gazlarının oransal olarak birikme zamanı geçmişe göre hızlanmıştır.
Ian Angus’ın (2021: 147) belirttiği gibi, “doğanın zamanı ile sermayenin zamanı arasında -dünya sisteminin milyonlarca yıl içerisinde gelişen döngüsel süreçleri ile sermayenin hızlı üretim, dağıtım ve kâr ihtiyacı arasında- aşılması güç bir çatışma var.”
İklim değişikliği geçmişten günümüze kapitalizmin yarattığı bir sorundur, kapitalizm sürdükçe de gelecek tehdit altındadır. Gerçekten de iklim sorunu, kapitalizmde zamanın bugünden ibaret olmasının bir sonucu. Sermaye döngüsü kısa olmakla birlikte aynı zamanda doğanın uzun dönemli karbon, azot, su, fosfor gibi döngülerine de bağımlı. Çünkü sermaye birikimi, bu döngülerde oluşan doğal varlıklar sayesinde gerçekleşir. Örneğin karbon döngüsü kömürün oluşumunu sağlar, ama kömür yakıldığında açığa çıkan karbondioksit döngüye geri dönerken iklimi de etkiler. Buna karşılık sermaye, kısa sürede kâr elde etme olgusu nedeniyle orta ve uzun süreli perspektiflerin yol göstermesine karşı durur. Sermaye, kısa süreli döngüsünün suretinde bir dünya yaratırken iklim sorunu, sermayenin zamanıyla doğanın zamanının uzlaşmaz çelişkisini gösterir.
Bunun yanında, sermayenin zamanı ile emeğin zamanı da çelişir. Kapitalizmde sermaye döngüsünün zamanı kısadır. Bunun anlamı şu: Üretime yatırılan paranın mümkün olan en kısa zamanda artık değer olarak kâra dönüşmesi, yani sermaye döngüsünün çabuk tamamlanması istenir. Kapitalizmde zamanın kısalması ve hız, kârlılık bakımından önem taşır. Kısa zamanda kârlı bir etkinlik, sermayenin dolaşım süresinin kısalmasıyla sağlanır. Kapitalizmin bu özelliği emekçiler ve doğa bakımından bir karşıtlık içerir. Kârla birlikte sermaye, birikim döngüsünde yeniden yatırıma dönüşür. Böylece, emek sömürüsünde ve doğanın kapitalist yağmalanmasında yeni döngü başlar. Oysa sermaye döngüsünün bir evresi olan meta üretimini gerçekleştiren emekçilerin biyolojik yeniden üretimi, yani üremeleri yirmi yılı bulur. Emekçinin toplumsal yeniden üretimi, yani ertesi gün sağlıklı olarak işe gitmesi, kısa süreliymiş gibi görünse de sağlık uzun dönemli bir kavramdır. Gündelik olarak işyerinde maruz kalınan salım olarak hava kirliliği ve türlü kimyasallar, bir süre sonra emekçinin sağlığını bozar. İklimde uzun sürede gerçekleşen etkiler doğuran sera gazı salımları, hava kirliliği olarak emekçinin, emeğin yeniden üretimini sağlayan kadının ve yarının emekçisi olacak bebeğin sağlığını bozar.
Ayrıca, iklim değişikliğinin aşırı hava olayları olarak sonuçları, emekçiler tarafından hemen, şimdi, burada hissedilmektedir.3 Kuraklık, don, sel, su baskınları, tayfun, aşırı soğuk, aşırı sıcak hava dalgaları ve yangınlar, pek çok işçinin, köylünün, işsizin, göçmenin, kadın, çocuk ve yaşlının ölümüne, sakat kalmasına, sağlık sorunları yaşamasına, tarım ve hayvancılıkta ürün kaybına, işgünü kaybına, göç etmeye, yerinden-yurdundan olmaya yol açar. Emekçi kesimler, iklim değişikliği şiddetlendikçe bu gibi etkileri gelecekte daha sık ve daha yoğun yaşayacak olmakla birlikte, ağır bir ekolojik yıkımı şimdiki zamanda da yaşıyorlar.
Jean-Marie Harribey (2014: 201) Marksist bir siyasal ekolojinin, zaman konusunda birbirinden ayrılmaz iki önermesini saptıyor: “Tüm insanların yaşadıkları zaman üzerindeki denetimi ve canlı sistemlerin gelişip karmaşıklaşmasına yol açmış olan [geçmiş] zamana saygı.” Kapitalizmde şimdi ve gelecek üzerinde sermayenin egemenliği mutlaktır, onun dışındaki toplum kesimlerinin zaman üzerindeki denetimleri için aynı şey söylenemez. Sermaye şimdide hareket ederken geleceği de şu anda satın alma, rakiplerinin önüne geçme, gelecek servetlerin koşullarını şimdiden oluşturma uğraşındadır. Doğanın ve insanlığın geçmiş birikimine saygı duymayan bu pratiğin sonucu olarak yeryüzünün geleceği yıkıma uğratılır. Sermayenin, şimdinin içinde dönen ve geçmişten kopmuş zaman kavrayışı, ekolojik sorunların nedenlerini ortaya koymaya engeldir. Emekçi kesimler bakımından ise üç boyutlu zaman kavramının önemi buradadır. Emeğin zaman kavrayışıyla yeryüzünü yıkıma sürükleyen düzenin geçmişteki kökleri, şimdiki düzenekleri ve aktörleri açıklığa kavuşturulur. Böylece süregiden yıkımı daha da derinleştirecek bir gelecek yerine o düzenden kurtuluşun sağlandığı bir gelecek inşa etmenin önü açılır.
Sermaye döngüsünün emekçilere, gerek sömürü gerek değişen iklimin sonuçları bakımından, kısa ve uzun dönemde etkileri olur. Buna karşılık hegemonik iklim siyaseti, sermaye döngüsünün kısa süreli olmasını ve sonuçlarını görmezden gelir. Ayrıca değişen iklime şimdi müdahale etmek yerine onlarca yıla yayılmış bir takvim önerir. Uygulamadaki iklim politikalarının karbonsuzlaşma için hedef yılı 2050’dir. Kapitalizmde, iklimin uzun süreli gereklerini karşılayacak önlemler, şimdi ve burada uygulamaya konulmaz, sürekli olarak geleceğe ertelenir ve sulandırılır. Böylece, bir yanda sermayenin zamanı ile devletlerin uygulamaya koyduğu iklim politikalarının zamanı ve öbür yanda bu ikisiyle uzlaşmaz karşıtlık içinde olan emekçilerin zamanı ve doğanın zamanı vardır.
İklim krizi tarihseldir. Oysa hegemonik iklim siyasetinde dün ve yarın yoktur. Geçmiş, gelişmiş ülkelerin köklü şirketlerinin yüz elli yıldır oluşturduğu tarihsel iklim yükünü önemsizleştirmek için yok sayılır. Gelecek ise altı derecelik sıcaklık artışı olasılığıyla iklim felaketine ve kıyamete doğru giden bir dünya senaryosuyla belirsizleştirilir. Kıyametçi yarınsızlık vurgusu, o yazgıyı değiştirme iddiasındaki hegemonik iklim siyasetinin çözüm önerilerinin halka benimsetilmesinin bir aracı olarak kullanılır. Çünkü bu siyaset benimsendiği, örneğin Paris Anlaşması uygulandığı ölçüde, kıyametten kurtuluşun mümkün olduğu ileri sürülür. Bu kıyamet-kurtuluş sarkacının kendisi, uygulamadaki iklim politikası araçlarına gerekçe sağlayan ideolojik bir araçtır.
Bu saptamalar bizi, zaman ölçeği bakımından iklim değişikliğine ilişkin iki ayrı kavrayışa götürür. Hegemonik iklim siyasetinin ilgilendiği, gelecekte bir kıyamet olasılığı olarak iklim değişikliği ile emekçi sınıfların somut olarak belirli bir mekanda, burada ve şimdiki zamanda, bugün, halihazırda deneyimledikleri iklim değişikliği.
Eldeki bulgular iklimin geleceğiyle ilgili yeterince bilgi veriyor, doğrusu. Hegemonik iklim siyaseti ise önerilerinin benimsenmesi için gerekçe yaptığı bir belirsizlik yaratıyor: “Önümüzdeki otuz yılda iklim politikaları olarak şu piyasa mekanizması önlemleri uygulanırsa, şu teknolojiler geliştirilebilirse, şu kadar kamu bütçesiyle şirketler desteklenirse…” Bu yazıda kapitalizmin iç çelişkileri nedeniyle bu politikaların etkili olamayacağını, bel bağlanan jeo-mühendisliğin boş hayaller yarattığını göstermeye çalışıyorum. Kaldı ki geçtiğimiz otuz yılda bunların işe yaramadığını da iklim göstergelerindeki bulguların yeni rekorlar kırması açık biçimde gösteriyor. Bu nedenlerle, gerçekte bir belirsizlik olmadığını, kapitalizmde iklim sorununun çözümsüzlüğe kilitlendiğini biliyoruz.
Kapitalizm-içi önerilerin uygulanıp uygulanmayacağı konusu iklim siyasetinde belirsizliğe bırakıldığı içindir ki iklim değişikliği, gelecekteki gereksinimleri öngörme yeteneğini de zayıflatır. Toplumu neyin beklediği, gereksinimlerin neler olacağı, hangi koşullarda düzeltim gerektiği kestirilemeyince iklim değişikliğinin etkilerine yönelik olarak gelecek yönelimli politikalar belirleme, iklime uyum stratejileri geliştirme yeteneği de felce uğrar. Değişen iklimin yıkıcı etkileri, yıkım riski ile yıkımdan zarar görmeye yatkınlık arasındaki ilişkiden ortaya çıkar. Yıkımdan zarar görebilirlik, hangi toplum kesimlerinin etkilere maruz bırakılacağıyla, yani var olan toplumsal düzenle ilgilidir. Bu bakımdan iklim değişikliğinin etkileri, geçmişten bir kopuşu göstermez, tam tersine geçmiş (toplumsal ilişkiler) tarafından üretilir (Compton, 2020: 1-2).
Demek ki, var olan kapitalist düzende iklim değişikliğine ilişkin şimdiki siyasal başarısızlık, geleceğin gereksinimlerini karşılamak bakımından da bir politikasızlığa dönüşüyor. Dahası, iklim değişikliğinden en çok zarar gören emekçi, yoksul sınıflar, şimdi olduğu gibi gelecekte de korunmasız, politikasız bir yıkıma terk ediliyorlar. Var olan kapitalist düzenin hem iklim belirsizliği hem de geniş kesimlerin iklim kırılganlığı olarak yarattığı çıkmaz, bu düzeni değiştirecek bir siyasal mücadeleyi çözüm olarak önümüze koyuyor. Bu konuya daha sonra döneceğim.
Sermayeye Ayarlanmış Bir Geleceğin Reddedilmesi
Emekçi, köylü, “kırılgan” topluluklar için değişen iklime uyum önlemlerinin geliştirildiğini ileri sürenler olabilir. Oysa öngörülen uyum, sermayeyi zararsız biçimde değişen iklime uyarlama, öteki sınıflar olarak etkilenenler arasındaysa gözden çıkarılan ve çıkarılmayan nüfus kümelerini belirleme politikasıdır. Eldeki uyum politikalarında, şu anda etkilenenler arasında kimlerin, ne ölçüde değişen iklime katlanabilme potansiyeline sahip olacağına karar verilir. Uyum gösterenler az hasarla, uyum sağlaması olanaksız olanlarsa tümüyle zararın altında kalarak iklim değişikliğinden etkilenmiş olurlar. Örneğin herhangi bir ulusal, uluslararası koruma önlemi öngörülmemiş olan iklim mültecileri, gözden çıkarılanlar listesinde ilk sıradadır.
Uyum politikaları arasında bir ayrım göze çarpar. İlki, değişen iklimde belirli çevre koşullarına uyum sağlanması politikalarıdır. İkincisi de iklim değişikliğiyle birlikte koşulların ne ölçüde değişeceğinin öngörülemediği belirsiz durumlara insanların yanıt verme kapasitelerinin geliştirilmesini sağlayan uyum politikalarıdır. Buna göre, “kapasite geliştirme” yoluyla, etkilenen insanların öngörmedikleri biçimde bile olsa istikrarsız koşullara uygun kararları kendilerinin almaları ve eyleme geçmeleri mümkün olur (Compton, 2020: 4). Başka bir anlatımla, hegemonik iklim siyasetinin emekçi, yoksul kesimlere vaadi, kendi kendilerini değişen iklime hazırlamalarını (kapasitelerini geliştirmelerini) salık vermekten ibarettir. Önerilerin arasında işe yarar bilgi ve deneyim aktarımlarına da rastlanabilir. Bununla birlikte, Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve benzeri örgütlerden elde edilen destekle düzenlenen programlar, iklim değişikliğinin etkisindeki yerel toplulukların siyasal perspektiflerini, hegemonik iklim siyasetiyle ideolojik olarak sömürgeleştirmeye yarar.
Hegemonik iklim siyasetinin “aciliyet” vurgusu şu anda etkilenmekte olan emekçilerin durumunu kısa zamanda iyileştirecek önlemler sunmaz. Uluslararası iklim rejiminin otuz yıl sonrası için öngördüğü “net sıfır karbon” hedefi uzun dönemde sermayenin dönüşümüne ayarlanmıştır. Bu bakımdan bu politikalar, sermayenin iklim krizinden sorunsuz çıkışını, bir enerji sorunu yaşamadan, karbonsuzlaştırmanın gereklerine sıkıntısız uyumunu amaçlar. Uzun döneme yayılmış salım azaltım ve uyum politikaları, iklim sorunu karşısında sermayeyi, ona zarar vermeden yeniden yapılandırır.
İklimin değiştiği bir gelecek, şimdi alınmış ve alınmamış siyasal kararların sonucudur. O nedenle iklimin elli yıl sonraki geleceği, geçmişte (yani günümüzde) uygulamaya konulan ve konulmayan politikalarla inşa edilir. Bu bakımdan politika hedeflerinin zamanlaması hafife alınamaz. Uluslararası iklim rejiminde sergilenen “acil” önlemlerin uygulamaya konulması vurgusu ile 2050 yılına ötelenmiş hedefler arasındaki çelişki, alternatif iklim mücadelesini felç bırakma olasılığına açıktır. Çünkü iklim uzmanları, aciliyet uyarısını yaygınlaştırarak iklim konusunda tepkili kesimleri yetersiz resmi politikaların kuyruğuna takarlar. Acil önlemler beklentisi içindeki kesimler, hiç değilse Paris Anlaşması’nın vaatleri, hiç değilse karbon ticareti, hiç değilse elektrikli otomobil, hiç değilse evde tasarruflu ampul kullanımı gibi iklim sorununu çözme gücü bulunmayan politika araçlarına ve geleceğe ötelenmiş salım azaltımı hedeflerine razı olma kıvamına getirilirler. Böyle bir çerçeveye kavuşturulan aciliyet sözcüğünün kendisi, iklim politikasının ideolojik araçlarından birine dönüşür. Aciliyet-hedef çelişkisi karşısında, iklim mücadelesinin üzerine düşen görev, hedeflerin otuz yıl sonrasına ertelenmiş olmasını sorun yapmak, bu ötelemenin arkasındaki sermaye çıkarlarını gündeme getirmektir. Söz konusu 2050 politika hedefleri birkaç yıl içinde başarıldığında sorunun aciliyeti karşılanmış demektir.
Bu saptamaya karşı, “fosilden çıkış birkaç yıl içinde gerçekleşemez” görüşünü ileri sürerek itiraz edecekler olabilir. İşte tam da bu itiraz, aciliyet-hedef çelişkisini besler. İşin doğrusu, hegemonik iklim siyaseti fosilden çıkışı acil bir hedef olarak görmez. Başta fosil şirketler olmak üzere sermayenin “enerji dönüşümü”ne sorunsuz uyumuna endekslidir. Böyle bir acil hedef olmayınca onu başaracak politika araçlarını bulma çabasına girilmez, “ne için, kim için enerji?” sorusuna yanıt bulmakla ilgilenilmez.
İklim eşitsizlikleri hem toplumsal hem de mekansaldır. İklim değişikliğinin etkileri yerel, kırsal-kentsel, bölgesel, ulusal, uluslararası ölçekler bakımından eşitsiz dağılır. Sözgelimi, yalnızca 2019 yılında oluşan aşırı hava olaylarına bağlı afetler yüzünden dünyada 24 milyon insan yerinden olmuş, yer değiştirmiş ya da göç etmiştir. Bu insanların büyük çoğunluğu azgelişmiş ülkelerdedir (International Displacement Monitoring Centre, 2020). Yoksul kıyı kentleri, ada devletleri deniz seviyesinin yükselmesinden eşitsiz etkilenirler. Tarımsal etkinlik alanları kuraklık ve çölleşmenin pençesindedir. Mahalle ölçeğinde, zenginlerin yaşadıkları mahallelerde aşırı sıcak ve aşırı soğuk hissedilmez, emekçi mahallelerinde ise ölümcül etkileri olur.
Açıktır ki, hegemonik iklim siyaseti, sermayenin zamanı ile emeğin ve doğanın zamanı arasındaki çelişkilere karşı kör olduğu gibi, mekansal eşitsizliklere karşı da vurdumduymazdır. Kapitalizm karşıtı bir iklim mücadelesi bakımından ise yapılması gereken, zamansal çelişkileri ve mekansal eşitsizlikleri temeline koyan bir mücadele çizgisidir. Emekçi, yoksul halkların “karbonsuzlaştırma” için sermayenin yeniden yapılandırılmasını bekleyecek zamanı yoktur. Örneğin, Doğu Karadeniz’de selden etkilenenlerin, Bölge’de kuraklıktan zarar gören halkın, Manavgat’ta yangında arıları, davarları yanan köylülerin, Karadeniz’de ve Akdeniz’de ısınan deniz suyunun etkilediği küçük balıkçıların, Aydın’da bahçeleri, ürünleri fosile karşı temiz enerji olarak gösterilen JES’lerden etkilenenlerin, Bartın’da termik santrala karşı çıkanların, Soma’da kömür madeninin ölümcül sonuçlarına maruz kalan madencilerin ve yerel halkın sorunları, iklim mücadelesinin yerel-bölgesel ölçeklerde hemen, şimdi örgütlenme alanlarıdır.
Bu örnekler aynı zamanda iklim konusunun, emek sömürüsünde olduğu gibi, farklı bölgelerdeki ve ülkelerdeki emekçi kesimleri ortaklaştıran bir konu olduğunu gösterir. Emekçi, köylü ve ezilen toplum kesimlerinin iklim sorunlarına ve emek sömürüsüne maruz kalma ve muhatap olma ortak zemini, iklim mücadelelerinin aralarındaki örgütsel ve eylemsel bağların yerelden uluslararası ölçeğe kadar kurulması için olanak yaratır.
Uluslararası ölçeğin konusu olan emperyalist ilişkiler, ulusal ve yerel sonuçlar doğurur. Uluslararası şirketlerin petrol ve madencilik operasyonları hem yerel ölçeği yaşanmaz kılar hem de insan haklarına tecavüzdür (Nijerya’da petrol çıkaran Shell’in Ogoni halkının yaşam hakkını hiçe sayması; Tesla’nın otomobillerde “yeşil dönüşüm” için gereksindiği lityum pilinin, hammaddenin çıkarıldığı Bolivya’da askeri darbenin gerekçelerinden biri olması, Akdeniz’de doğalgaz aranmasının devletler arasında savaş çığırtkanlığını beslemesi). Emperyalizm yanında iklim sorununun küresel bağlamı da uluslararası ölçeği önemli kılar. Uygulamadaki politika araçları, gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkelere “iklim borçları”nın ödenmesi ve iklim mülteciliği konularında sekterdir. Uluslararası iklim rejiminin yukarıda ele aldığım pek çok sorunu nedeniyle, uluslararası ölçekte kritik bir tartışma, BM sisteminin içinde mi, dışında mı yoksa hem içinde hem de dışında mı mücadele edileceği sorusudur. Son yıllarda çeşitli ekolojist örgütlenmeler, BM iklim müzakerelerinden umudu kestiler, bu sistemin dışında bir mücadele oluşturma çabasına girdiler (örn., Glasgow Anlaşması, 2020). Sosyalist ve komünist partilerin çeşitli adlar altında enternasyonal örgütlenmeleri, iklim konusunda etkili mücadele yürütmedikleri gibi uluslararası ekoloji ve iklim ağları da BM iklim diplomasisine meydan okuyacak bir güce sahip değiller. BM dışındaki bu yapılar arasında etkileşimi sağlayacak ortak eylemler, mücadele yöntemleri geliştirme görevi, bu örgütlerin önünde duruyor. Değilse, mevcut koşullar altında, BM’nin içinde mi dışında mı sorusu anlamsız, çünkü BM iklim rejimi, bulduğu boş meydanda hegemonik iklim siyasetini dünyaya dayatmayı sürdürecektir.
İklim değişikliğinin gelişmiş ülkeleri işaret eden nedenleri, uluslararası ölçekte mücadeleyi yükseltmeyi öne çıkarır. Bununla birlikte iklim mücadelesinin içinde geliştiği koşullar, mekansal ölçekler arasındaki geçişkenliği dikkate almayı gerekli kılar. Ev ölçeğinde maruz kalınan ev içi hava kirliliğine, kömür sobasının evde ve atmosferdeki etkilerine karşı mücadele, konutun enerji yalıtımı vb. evde başlar. Ama hanedeki bireysel tüketiciyi vurgulayan bir mücadele liberalizmin birey kavramına teslim olmakla eşdeğerdir. Ev içinde kişisel olarak etkilenilen sorunlara karşı ölçek büyütüp kolektif mücadele verilmelidir. Kaldı ki ev ölçeğinde oluşan sorunların hemen hepsinin kaynağı başka ölçeklerdir. Eve gelen kömür, kömür madeninde çıkarılır. Evde kömür yakan maden işçisi, işyeri ölçeğinde kömür çıkarırken zehirlenir. O madeni bir şirket çalıştırır. O şirkete izinleri ulusal ölçekte devlet verir. Kömüre dayalı enerji sektörünün planlamasını devlet aygıtları yapar. Bütün madenler, termik santraller, petrol çıkarma platformları, petrol rafinerileri, otomobil fabrikaları, çimento fabrikaları, yerel ölçekte kurulurlar. Mücadele de zorunlu olarak yerel ölçekte ortaya çıkar. Belediyeler, bakanlıkların taşra örgütleri yerel ölçekte çeşitli yetkiler kullanırlar. Kent/belediye ölçeğinde iklim eylem planları yapılır. Yerel yönetimlerin iklimle ilgili aldıkları ve alamadıkları kararlara karşı yerelde mücadele edilecektir. Ama yerel ölçekte yaşama geçirilen, az önce andığım tesislerle ilgili izinlerin çoğu merkezi düzeyde, ulusal ölçekte verilir. Dahası iktisadi kalkınmanın ilkeleri, planları, programları, sektörel öncelikler, enerjinin hangi kaynaklardan elde edileceği, ekolojik yıkımın sorumlusu olacak hangi sermaye grubunun devletten ihale alacağı kararları merkezi düzeyde belirlenir. Bu durumda yerel ölçekten ulusal ölçeğe doğru genişleyen, yerel ve ulusal örgütlenmelerin aralarındaki dayanışmayla, eylem ortaklıklarıyla, ittifaklarla, birliklerle örülen ulusal ölçekli bir mücadele geliştirilir. Bu nedenlerle ulusal ölçekte alınan kararlara ve bu kararları biçimlendiren hükümete de muhalefet kaçınılmazdır. Uluslararası ölçekte örgütlenen BM iklim rejimi ve kurumlarına karşı enternasyonalist bir mücadele uluslararası ölçekte yürütülür. Burada da yerel ve ulusal örgütlenmelerin uluslararası ölçeğe genişlemesi söz konusudur. Kısacası, ev, işyeri, mahalle, yerel, ulusal, uluslararası ölçeklerde mücadeleleri yükseltirken aralarındaki geçişkenliklerin de kurulması bir zorunluluktur.
1 Türkiye’de Ülkü Ocakları’nın (2021) iklim raporunda, sermayenin ve devletin sorumluluğu bypass edilmiştir.
2 Örgütlenme özgürlüğü Türkiye’de her zaman sınırlı olmuştur. Ama son bir yıldır, dernek üyelerinin, bilgilerinin Valiliklere bildirilerek fişlenmesini sağlayan yasa değişikliğiyle derneklere (Resmi Gazete, 26 Mart 2020, mükerrer), Devlet Denetleme Kurulu’nun denetim kapsamına alınan meslek örgütlerine, kamuya yararlı derneklere, sendikalara, kooperatiflere, vakıflara (Resmi Gazete, 20 Ağustos 2021), para cezalarıyla ekoloji nöbetlerine, sendikalaşmayı ve sendikal etkinlikleri yıldırarak sendikalara, kadın, LGBTİ, insan hakları mücadelelerine yönelik baskı ve engellemeler yoğunlaşarak artmaktadır.
3 İklim değişikliğinin, iktisadi, siyasal eşitsizliklerle, bilgiye ve sağlık sistemine erişim adaletsizlikleriyle etkileşim halinde emekçiler üzerindeki çok yönlü etkileri için bkz. Çoban, 2016.
Kaynakça
“A Net Zero Climate-Resilient Future – Science, Technology and the Solutions for Change,” 31 Mart 2021.
Adler-Bell, Sam, “Why White Supremacists Are Hooked on Green Living,” The New Republic, 24 Eylül 2019.
Althusser, Louis, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Y. Alp ve M. Özışık, İstanbul, İletişim, 1989.
Altvater, Elmar, “Ecological and Economic Modalities of Time and Space,” Capitalism Nature Socialism, 1(3), 1989, 59-70.
Angus, Ian, Antroposen’le Yüzleşmek: Fosil Kapitalizm ve Dünya Sisteminin Krizi, çev. Nuray Onuk, İstanbul, Marx21 Yayınları, 2021.
Barca, Stefania, “On Working-Class Environmentalism: A Historical and Transnational Overview,” Interface: A Journal for and about Social Movements, 4(2), 2012, 61-80.
Compton, Caroline, “The Temporality of Disaster: Data, the Emergency, and Climate Change,” Anthropocenes – Human, Inhuman, Posthuman, 1(1), 2020.
Crenshaw, Kimberlé W., “Mapping the Margins: Intersectionality, Identity Politics, and Violence against Women of Color” K. Crenshaw, N. Gotanda, G. Pellar, K. Thomas (eds) Critical Race Theory: The Key Writings that Formed the Movement, New York, New Press, 1996, 357–83.
Çetin, Nebile Irmak, “Sendikalara Üye İşçilerin Yalnızca Yüzde 6’sı Kadın,” Semra Turan’ın yaptığı söyleşi, 6 Mart 2021.
Çoban, Aykut, Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram, Ankara, İmge, 2021.
_______, “Ekolojik Ortaklaşımlar (Müşterekler) ve Türkiye’de Uygulanan Çitleme Politikaları,” E. Erdoğan, N. Yüce, Ö. Özbay (Eds), Teoriden Mücadeleye Müşterekler Siyaseti, İstanbul, SEHAK Derneği ve Rosa Luxemburg Foundation, 2018, 27-47.
_______, “Toplumsal ve İklimsel Adaletsizlik Sarmalında İklim Siyaseti,” F. Özlüer, A. Çoban (ed) Doğa ve Kent Hakları İçin Siyasal Stratejiler, Ankara, Ekoloji Kolektifi Derneği Yayını, 2016, 13-41.
Doğan, Adile, “Emine Erdoğan: ‘Porsiyonlarınızı Küçültün’; Yurttaş, ‘Lokmalarımızı Sayıyoruz’ Diyor,” Evrensel Gazetesi, 3 Temmuz 2021.
Dyke, J., R. Watson, W. Knorr, “İklim Bilimciler: ‘Net Sıfır’ Tehlikeli Bir Tuzak,” çev. Onur Yılmaz, 24 Temmuz 2021.
Elhacham, E., L. Ben-Uri, J. Grozovski, Y.M. Bar-On, R. Milo, “Global Human-made Mass Exceeds all Living Biomass,” Nature, 2020.
FAO, Food and Agriculture Organisation, Global Forest Resources Assessment 2020: Key Findings, Rome, 2020.
Fransen, T. ve D. Waskow, “How Do Countries’ New Emissions-reduction Plans Stack Up?” 26 Şubat 2021.
Fraser, Nancy, “Climates of Capital,” New Left Review, Sayı 127, Ocak-Şubat 2021.
Gazete Duvar haberi: “Türkiye’de 14 Milyon İşçinin Sadece Yüzde 14’ü Sendikalı,” 31 Ocak 2021.
Giddens, Anthony, The Consequences of Modernity, Cambridge, Polity, 1990.
Glasgow Agreement, 2020, Türkçesi.
the Guardian, “1% of People Cause Half of Global Aviation Emissions – Study,” 17 Kasım 2020.
Harribey, Jean-Marie, “Ekolojik Marksizm mi Marksist Siyasal Ekoloji mi?” J. Bidet ve S. Kouvelakis (eds) Çağdaş Marksizm İçin Eleştirel Kılavuz, çev. Ş. Alpagut, İstanbul, Yordam, 2014.
Harvey, David, The Condition of Postmodernity: An Enquiry into the Origins of Cultural Change, Cambridge, MA, Blackwell, 1990.
Internal Displacement Monitoring Centre, Global Report on Internal Displacement, Geneva, 2020.
IPCC, Intergovernmental Panel on Climate Change, Climate Change 2021: The Physical Science Basis, 2021.
Malm, Andreas ve Wim Carton, “Seize the Means of Carbon Removal: The Political Economy of Direct Air Capture,” Historical Materialism, 29(1), 2021, 3-48.
Massey, Doreen, “A Global Sense of Place,” Marxism Today, Haziran 1991, 24-29.
Meiksins Wood, Ellen, “The Separation of the Economic and the Political in Capitalism,” New Left Review (I), Sayı 127 (Mayıs-Haziran), 1981, s.66-95.
Oxfam, Confronting Carbon Inequality, 21 Eylül 2020.
Pepper, David, Eco-socialism: from Deep Ecology to Social Justice, Londra ve New York, Routledge, 1993.
“Reversing Biodiversity Loss – the Case for Urgent Action,” 31 Mart 2021.
Schwab, K. ve T. Malleret, Covid 19: The Great Reset, Geneva, World Economic Forum, 2020.
Stanley, S. K., T. L. Hogg, Z. Leviston, I. Walker, “From Anger to Action: Differential Impacts of Eco-anxiety, Eco-depression, and Eco-anger on Climate Action and Wellbeing,” The Journal of Climate Change and Health, Sayı 1, 2021.
Thomas, Adrian, “‘Heart of Steel’: How Trade Unions Lobby the European Union over Emissions Trading,” Environmental Politics, 2021.
Turhan, E. ve M. Armiero, “Cutting the Fence, Sabotaging the Border: Migration as a Revolutionary Practice,” Capitalism, Nature, Socialism, 28(2), 2017.
Turner, J. ve D. Bailey, “‘Ecobordering’: Casting Immigration Control as Environmental Protection,” Environmental Politics, 2021.
TÜSİAD, Tarım ve Gıda 2020, İstanbul, 2020.
UNEP, United Nations Environment Programme, ve Climate and Clean Air Coalition, Global Methane Assessment: Benefits and Costs of Mitigating Methane Emissions, Nairobi, United Nations Environment Programme, 2021.
UNFCCC, Nationally Determined Contributions Under the Paris Agreement, FCCC/Pa/CMA/2021/2, 26 Şubat 2021.
Ülkü Ocakları, İklim Krizi ve Türkiye Raporu, 16 Mart 2021.
World Bank, Global Economic Prospects, Washington DC, World Bank, Ocak 2021.
World Bank, State and Trends of Carbon Pricing 2020, Washington DC, 2020.
Yetiş, Mehmet, “Hegemonya,” G. Atılgan, A. Aytekin (Haz.) Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler, 3. Basım, İst., Yordam, 2013, 87-98.