28-29 Haziran 2025 tarihinde gerçekleştirdiğimiz Polen Ekoloji Kolektifi Genel Meclis Sonuç Bildirgesi’ni sunuyoruz.
Polen Ekoloji Kolektifi Genel Meclisi, 28-29 Haziran günlerinde hibrit olarak toplandı. Bir taraftan emperyalist ittifakların “3. Dünya Savaşı”na doğru bir adım daha attıkları İran’a gerçekleştirdikleri saldırıların yaşandığı, diğer yandan “süper yasa” teklifi gibi, başta maden ve enerji şirketleri olmak üzere sermayeye kuralsız, sınırsız, hukuksuz hareket etme hakkı sunan hukuk/siyaset rejimi inşasının devam ettiği, öbür taraftan da devletin önleyicilik ve etkin müdahale görevlerini terk ettiği yaz aylarının “normal”i haline gelen orman yangınların ortasında kalmış bir halk ve doğa gerçekliği içinde Türkiye’deki doğa koruma mücadelesinin geliştirilmesinin yol ve yordamlarını tartıştık, politik ve örgütsel çıkarımlar yapmaya çalıştık.
Polen Meclisi, kolektifimizin en üst karar organıdır. Kolektif olarak yapımızın, demokratik ve katılımcı bir şekilde işlemesinin ve disiplinli, örgütlü şekilde mücadeleyi sürdürebilmesinin bir gereği olarak meclisimiz geçmiş dönemi bütüncül değerlendirdiğimiz, eksiklerini, mücadelenin ihtiyaçlarını, aksayan yönlerini ve çözümlerini tartıştığı, fikir ürettiği bir alandır.
Meclisimizde, dünyadaki ve bölgemizdeki ekonomik ve siyasal gelişmeler, ekolojik boyutları ile ele alındı. Dünya ve bölgemiz, öncesi bir tarafa, son on yıldır büyük dönüşümler geçirdi, geçirmeye devam ediyor. Dünya kapitalizmi, 2008 krizinden beri içine girdiği ekonomik, siyasi ve ideolojik krizleri aşamıyor. Bu krizlerin bir parçası, sonucu ve sürdürücüsü olan Covid-19 pandemisi ve küresel iklim değişikliğine bağlı görülmemiş felaketlerle birleşerek yeryüzünde yaşam, sömürülen ve ezilen insanlar ve tüm canlı türleri için cehenneme çevrildi. Emperyalist dünya düzeninin hegemonyası sarsılan patronu ve jandarması ABD, hegemonyasını sürdürmek ve kapitalizmin bu uzun buhranına, varoluşsal krizine çözüm için Avrupalı emperyalistleri de yanında durmaya zorlamayı başarıyor.
NATO’yu da tekrar güçlendiren ABD, Rusya ve Çin emperyalistlerini ve İran, kısmen Hindistan ve Brezilya gibi ABD-AB blokunun mali-ekonomik sömürge boyunduruğuna karşı direnen ve kendi bölgesel yayılmacı amaçları olan ülkeleri dünya pazarında geriletmek, başarabilirse bu ülkelerin pazarlarını ele geçirmek için harekete geçmiş durumda. Ukrayna ve Suriye’den sonra şimdi de İran’a yapılan saldırılar, NATO 2030 Konsepti’nin uygulamalarından görünüyor. Rusya ve Çin arasındaki ittifak ilişkilerinin emperyalist bir blok oluşturma düzeyine ilerlememesi için onları birbirine karşı yalıtma siyasetine girişen Trump ABD’si, öncelikle Çin’in adım adım ele geçirdiği ekonomik gücü dağıtmak için onu Orta Doğu’nun yanı sıra Güneydoğu Asya’da AUKUS, QUAD ve Tayvan üzerinden kuşatma hazırlıklarını sürdürüyor.
Şu an için bölgesel ve tek tek ayrı şekilde süren paylaşım savaşlar ve yükselen militarizasyon küresel kapitalizmin durgunluğunu aşacak “sermaye kıyımları”nı henüz yaratmıyor. “Neoliberal” ya da emperyalist küreselleşmenin bu tıkanıklığının kaynaklarını şu şekilde sıralayabiliriz:
- Tüm dünya ekonomisine yön veren birkaç yüz dünya tekelinin rekabetinde birbirlerini yutamamaları,
- Sermaye döngüsünün genişleyerek kendini yeniden üretememesini getiren kâr oranlarının düşüşü,
- Yatırım eksikliği sonucu aşırı para sermaye birikimi,
- Küresel kronik işsizliğin yarattığı toplumsal çelişkiler,
- Kapitalist meta üretim çapı ve hızının doğada yarattığı yıkımın sermaye akışını bozması.
Bu koşullarda, tekellerin üslerinin yer aldığı emperyalist devletler eliyle farklı sermaye kesimlerinin çıkarlarını yansıtan “krizi fırsata” çevirme arayışları ortaya çıktı, buna rağmen ekonomik ve siyasi bir istikrar sağlanamadı. Tüm dünyada tekellerin çıkarlarına denk düşen politik program ve talepleri savunan yeni faşist hareketler, bir yandan işçi sınıfı ve ezilenlerin birleşik mücadelesini baltalıyor, diğer yandan bazı kesimleri göçmen, kadın, azınlık, vb. düşmanlıklarıyla kapitalist sınıfların arkasına yedekliyor ve sisteme olan öfkenin hedefini saptırıyor.
Bu tabloya yeşil ya da fosil farklı sermaye kesimlerinin farklı içeriklerle geliştirdikleri doğaya daha fazla hücum dalgası eşlik ediyor. Popüler adıyla ekstraktivizm, madenciliğin yeni ve klasik sömürgeci biçimlerle derinleştiği emperyalist işbölümünün görünümlerinden biri haline geliyor. Pandemi nedeniyle küresel olarak gerileyen üretim, aksayan tedarik zincirlerinin yukarıdaki rekabet-savaş koşullarında yeniden kurulması sonrasında “kaynak kullanımı”nın hızla artmasıyla öncesinden daha büyük boyutlara erişti. Pandemi sonrası kapitalist ekonominin toparlanmasında “yeşil dönüşüm/ekonomi” ve dijitalleşmenin temel ham maddesi olan nadir toprak elementleri (NTE) ve kobalt, lityum gibi mineraller; paralel olarak yeni petrol/gaz sahaları arayış ve rekabeti tavan yaptı. Emperyalist haydut Trump’ın Ukrayna’ya NTE maden sahalarının işletmesini kendisine vermeyi şart koşması, Grönland’ı ABD toprağı yapma isteği veya Kanada’ya ABD eyaleti olma çağrısı, rekabette ekstraktivizmin konumunu gösteriyor. Yeni teknolojilerle derin deniz madenciliği, uzay madenciliği, Afrika ve Güney Amerika’nın ekonomik ve siyasi şantajlarla yeniden sömürgeleştirilmesi, “süper maden sahası” projeleri artık süreğen şekilde gündemdedir.
Afrika ise Çin-Rusya ve ABD-AB emperyalist bloklarının açık rekabet ve savaş sahası olmayı sürdürüyor. Birçok ülkede irili ufaklı iç savaş bölgeleri, IŞİD benzeri İslamcı çete oluşumları, düşen rejimlerin milis kalıntılarının oluşturduğu savaş ağalarının kontrol bölgeleri; kıtadaki kapitalist sömürünün en azgın biçimlerde sürmesine kapı açıyor. Sahel bölgesinde ardı ardına yaşanan darbeler özellikle Fransa’nın bir dizi ülkeden çekilmesine neden oldu. Buna rağmen halkın öfkesini kendine yedeklemeyi başaran askeri cuntalar ayakta kalmak için yine benzer bağımlılık ilişkileri arayışı içindeler. Mozambik’te IŞİD çetelerinin yeni gaz proje bölgelerine saldırması, Uganda’nın yeni petrol çıkarımı için ABD şirketleriyle anlaşması, Kongo ve Rwanda arasındaki gerilimin devamcısı olan M23 milislerinin Kongo’nun başkentine kadar gelmesi, Sudan’da ABD ve Rusya destekli güçler arasında uzun yıllara yayılan iç savaş, Mağrip bölgesinde Kara Afrika’dan gelenlere yönelik şiddet, ölüm bölgeleri, vd. çatışma ve savaşlar kıtanın istikrarlı bir gelişim sağlamasını engelliyor. Tüm bu askeri politikalar ve iklim değişikliği ile geçimlerin daha da hızlı yok olması milyonların kıta içinde yer değiştirmesine neden olmaya devam ediyor. Bu noktada Çin, dev ekonomik yatırım anlaşmalarıyla kendini “barışçıl” bir güç olarak kıtada göstermek için devreye giriyor. Çin’in oluşturduğu borç ilişkilerinin IMF-DB’nin dayatmacı ve yağmacı karakterinde olmadığı anlaşma maddelerinde ortaya konulsa da emperyalist rekabet ve kapitalizmin kriz döngüleri toplumsal eşitsizlikleri sürdürüyor, derinleştiriyor.
Benzer şekilde nükleer enerji yatırımları ve nükleer silahlanma da yeni bir yükseliş yaşıyor. Üretimin, tüketimin ve toplumsal denetimin yapay zeka araçlarının dahliyle dijitalleştirilmesi için veri işleme merkezleri geliştiriliyor. Bu merkezlerin ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlamak üzere Google gibi şirketler, nükleer enerji şirketleri ile anlaşmalar yapıyor. Trump karşısında dünyada demokrasiyi yeniden tesis edecek kişi olarak reklam edilen Biden, başkan olur olmaz yeni mikro nükleer reaktörler projesi için çalışmalara başladıkları müjdesini vermişti. Rusya ambargosu bahanesiyle AB, nükleer enerjiyi, “yenilenebilir”, “yeşil enerji” kategorisine dahil etti. İkiyüzlü bir şekilde nükleer silaha sahip olan, başta ABD, İsrail olmak üzere, batı emperyalistleri güncel olarak aynı bahaneyle İran’ın nükleer tesislerini, yeni Çernobil felaketlerine yol açacak şekilde vuruyorlar. Aynı coğrafyada Rus şirket ROSATOM’un işlettiği Akkuyu’nun, henüz faaliyete geçmese de, benzer riski oluşturduğu açık. Bu gelişmelere bir de 87’de Sovyetler Birliği – ABD arasında yapılan nükleer silahsızlanma anlaşmasından ABD’nin çekilmesi ve nükleer savaşın devlet başkanları tarafından dillendirilir hale gelmesini de eklemek gerekir.
Pandemi ve ardından Ukrayna savaşında Rusya’nın ekonomik, siyasi ve askeri olarak geriletilmesi için uygulanan ambargo, ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi ve AB ülkelerinin de “iklim krizi” ajandasını kapatıp yeniden fosil yakıta dönmeleri için fırsat oldu. Karbon salımı pandemi öncesinin sınırlarını çoktan aştı. 2023 ve 24’te iklim değişikliğinde önemli bir eşik kabul edilen 1,5 derece yıl ortalaması olarak aşıldı. Bu eşiğin 2030’ların başında kalıcı olarak aşılması artık kaçınılmaz görünüyor. Emisyonların olağan azaltım senaryolarında seyretmesi halinde bu yüzyıl içinde 3 dereceyi bulan artış çok olası görünürken şimdiden yılın önemli kısmında kimi tropikal coğrafyalarda havalar insanların hayatta kalabileceği sıcaklığı aşıyor, iklim felaketleri yeniden inşanın mümkün olmayacağı ağır can ve mal kayıplarına neden oluyor.
****
Küresel düzeydeki bu eğilimler içinde, emperyalizme bağımlı Türkiye kapitalistleri kendileri için yeni sermaye birikim fırsatları yaratmaya çalışıyor. Türk sermaye sınıfının yüz yıldır “muasır medeniyet seviyesi” olarak bellediği “küçük Amerika” rüyaları, sermaye birikimi yetersizliği ve emperyalist işbölümü gereği “küçük Çin” olma haline dönüştü. Türkiye, 2000’lerden itibaren küresel kredi olanaklarından yararlanıp, inşaat ve enerji sektörleri üzerinden sermaye birikimini büyütme stratejisini benimsedi. Kentlerde “kentsel dönüşüm” adı ile dev inşaat projeleri başlatarak şehirleri şantiyeye çevirdi. Aynı zamanda küresel tedarik ve lojistik ağlarında yer edinmek üzere 3. Havaalanı ve 3. Köprü gibi projeleri gerçekleştirdi. Bu dönüşümün ihtiyaç duyduğu enerji ve hammaddelerin üretimi için de kırları, Anadolu’nun ücra köşelerini, derin vadilerini, hemen her yeri maden ve enerji şirketlerinin faaliyetlerine sınırsız ve kuralsız bir şekilde açtı. Üretim yapısını sayıları katlanan, enerji ve kirlilikle işçi, halk sağlığı ve doğayı mahveden organize sanayi bölgeleriyle benzer sektörlerde tuttu. Kentte ve kırda süregiden bu süreci Soma, Ermenek, 3. Havaalanı, İliç ve benzeri örneklerde olduğu gibi emek ve doğa yıkımı yaratarak ilerledi. Sömürgeci işgal ve savaşları askeri teknoloji üretimi için pazar imkânı olarak kullandı, Kürdistan’daki savaşın doğa ve toplum üzerinde ağır sonuçları yaşandı, yaşanıyor.
Türkiye’nin “küçük Çin” olmak için başlattığı bu ekstraktivizm dalgasının en somut verisini, illerdeki maden ruhsat sahalarının büyüklüğü, siyanürlü altın madenciliğinde 22 olan işletme sayısının 130’lara çıkarılmak istenmesi biçiminde kendini gösteren ve 12. Kalkınma Planı’nda açıklanan hedeflerde görmekteyiz.
Madenciliğin yanı sıra termik santraller, Akkuyu Nükleer Santrali, tarım alanı ve orman içlerine yapılan JES-GES-RES tesisleri, endüstriyel tarım, kuraklık, aşırı sıcaklar, kimyasal kirlilik, Kanal İstanbul ve Yeni Şehir Projesi, müsilaj, orman yangınları, depremler, kentlerde yeni inşaatlar, hayvanlara yönelik saldırılar gibi birçok çevresel sorun devam ediyor.
İktidarın 23 yıllık pratiğinde temel mesai harcadığı alanlardan biri, çevre koruma alanının hukuksuzlaştırılması, kuralsız, denetimsiz bir hale çevrilmesi oldu. Anayasa ve yasalardaki çevre, toprak, su koruma kanunları titizlikle ayıklandı. Halkın mahkemeler yoluyla iktidarın ve şirketlerin faaliyetlerine karşı çabaları da mahkeme kararlarının geç alınması, alınan kararların uygulanmaması, dava açma süreçlerinin zorlaştırılması gibi yollarla fiilen engellendi. Özellikle 2015’ten itibaren olağan hale getirilen “OHAL Rejimi” ile bu uygulamalar ayyuka çıktı.
İktidar, 2013’te Gezi’de, 2015’te HDP’nin 7 Haziran seçim zaferinde kendini gösteren toplumsal direnişlerin yükselen hareketini kırmak, geriletmek ve bastırmak için başlattığı “iç savaş”ı örgütlü güçleri tasfiye etme amacıyla tasarladı. Bu kapsamda Suruç ve Ankara katliamlarını yönlendirdi. Sur, Cizre, Şırnak, Yüksekova gibi kentler tanklarla yıkılarak binlerce genci katletti. HDP eş başkanlarını, milletvekillerini, üyelerini tutukladı. Belediyelere kayyum atayarak belediye başkanlarını tutukladı. Sosyal medya paylaşımları üzerinden açtığı davalarla tutuklamalar yürüttü. Tüm bu saldırılarını Gezi Davası gibi yargı darbeleri ile birleştirerek örgütlü güçleri tamamen dağıtamasa da etkilerini ve yaygınlıklarını kırmayı başardı.
Yaşanan bu süreç 2000’ler sonrasındaki toplumsal hareketlerin dinamik bir bileşeni olan yerel çevre oluşumlarını da olumsuz etkiledi. Örgütlenmelerin sönümlenmesine, işlevsizleşmesine ve toplumsal örgütlenmenin kurumlarının birer tabela kurumuna dönüşmesine neden oldu. Kuşkusuz bu sonuç sadece iktidarın baskısı ile açıklanamaz. Bu hareketler “etkinlik kaynaklı (termik santral, çimento fabrikası, taş ocağı), tahribata bağlı (orman, kıyı, mera tahribi), kirliliğe dayalı (hava, su, toprak kirliliği), risk tanımlı (nükleer, GDO) sorunlara karşı ‘yerel’ odaklı gelişmiş, bu tekil-sorun-projedeki gelişmeye bağlı olarak süredurmuş, yenmiş/yenilmiş, sönümlenmiş ya da bitmiştir.” Yerellerde tekil-sorun odaklı bu dernek ve platformlar “sorunu” halletmek için “siyaset üstü olma” iddiasına dayanarak kendilerine varlık alanı geliştirmeye çalıştılar. Bir sorun karşısında mekânda etkilenen herkesi bir araya getirerek yeni bir aidiyet yaratmanın nesnel zemini olan bu “çevre/doğa dernekleri/platformları”, tam da bu yaklaşımın yereldeki herkesin çıkarını birleştirdiği yanılgısına düştü. Uzun vadede sonuçları itibariyle gerçekten herkesin çıkarı o yerelin korunması olsa da, anın öznel bilinci çoğu durumda daha kısa vadeli çıkarlara odaklandı ve bunlar siyasetler üstü olma iddiası çukuruna düşerek gerici uzlaşmalara neden oldu. Siyaset üstülük iddiası, “çevre tahribatının ve ekoloji mücadelesinin siyasetten -sanki mümkünmüş gibi- ayrılabileceği düşüncesine dayanan bir siyaset”, “ekoloji mücadelesini yerel bir dar görüşe hapsetmenin, emek, kadın ve diğer toplumsal mücadeleleri ekoloji mücadelesinden yalıtmanın siyaseti” oldu. Bu stratejisizlik/iradesizlik/çaresizlikler, belki üç beş ağacı kurtarırken ormanların kaybedilmesine neden oldu.
Bu eğilimlerin içine gark olmuş çevre hareketi, 2010’dan bu yana merkezileşme, birleşme tartışmalarına girmiş, bu doğrultuda birkaç akamete uğrayan denemeden sonra sayıları 60’ı aşan yerel çevre/ekoloji derneği/platformunun bir dizi geniş toplantı serisinin ardından bir araya gelmesi ile 2018’de Ekoloji Birliği’nin (EB) kurulmasına varmıştı. EB’den sonra da tematik bir konuda ama ulusal ve uluslararası “birleşik mücadele” örneği olarak 2020’de başlatılan Kazma Bırak Kampanyası deneyimi yaşandı. Bunun devamında 2021’de Glasgow COP zirvesi sürecinde şekillenen ve iklim adaleti temelinde kampanyalar yapmak üzere 72 bileşen ve birçok bireyden oluşan İklim Adaleti Koalisyonu kuruldu. Bunlardan önce özgün deneyimler olarak Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu, Karadeniz İsyandadır Platformu, bölgesel örgütlenme bakımından Derelerin Kardeşliği Platformu, il düzeyinde örgütlenmeler bakımından da Muğla Çevre Platformu, İstanbul’daki Kanal ve Yenişehir Projesine karşı Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu gibi örgütlenmeler geliştirildi. Kazdağları İstanbul Dayanışması ve Her Yer Kazdağları örgütlenmeleri ise hepsinden ayrı deneyimler oldu. Bütün bunlardan farklı şekilde gelişen ve tarihi daha eskiye dayanan Nükleer Karşıtı Platform (NKP) deneyimi ise yine bu toplamın bir parçasıdır.
Geldiğimiz noktada, küresel ve bölgesel olarak doğa yıkım siyasetinin yeni bir ivme kazanması karşısında yerel çevre hareketinin bu durumu sert bir tezat oluşturuyor. Coğrafyanın yaşanılabilir kalması ve daha azgın emek rejimlerinin mekânı olmasının önüne geçilmesi için durumun hızla tersine çevrilmesi gerekiyor. Yıkım projelerinin yaygınlığı, çokluğu karşısında eski ağların canlandırılması, canlanmayanların yerine yenilerinin kurulması, derslerden yararlanarak yeni bir anlayışla yerellerde çevre hareketinin örgütlenmesi görevi ile karşı karşıyayız.
Madencilik furyasına karşı havzalarda direnişi örgütlemeliyiz
Bu kapsamda siyanürlü altın madencilik alanlarının 22’den 135’e çıkarılmak istenmesine karşı başlatılan Yaşam Altından Değerlidir Kampanyası’nın geliştirilmesi, siyanürlü altın madenciliğine açılmak istenen ve herhangi bir çevre örgütünün olmadığı bölgelerde yeni örgütlenmelerin yaratılması, havza bazlı örgütlenme ağlarının geliştirilmesi gerekmektedir. Maden ve enerji şirketlerine süper haklar sunan “süper yasa” teklifine karşı başlatılan Toprağımızı Vermiyoruz çalışmasının da bu kapsamda değerlendirilmesi, Anadolu’nun yeni bir ekstraktivizm dalgası ile talan edilmesine karşı topyekün bir mücadelenin örgütlenmesi sağlanmalıdır. İktidarın her türlü politikasının “milli parkı” olan Karadeniz’deki madencilik furyasına karşı “Derelerin Kardeşliği Platformu” gibi bölgesel düzeyde örgütlenmelerin geliştirilerek birleşik mücadelenin örülmesi gerekmektedir. Gerek neoliberal politikalar gerekse de Kürt sorununa karşı geliştirilen güvenlikçi politikalar nedeniyle emekçi köylülüğün büyük yıkım yaşadığı ve Fırat Nehri havzasındaki madencilik ve diğer çevresel yıkıma neden olan projelere karşı da havza bazlı örgütlenme geliştirilmelidir.
Gıda egemenliği için kırda ve kentte seferberlik yaratmalıyız
Büyük doğa yıkımlarına neden olan sermaye birikim politikalarının kırsal alandaki mağduru olan emekçi köylülerin yaşadığı yıkımın kentlerde yaşayan emekçi sınıflara yansıması gıda enflasyonu, zehirli gıda sorunu, beslenememe, obezite, çocukların beslenme temelli yaşadığı sorunlar olarak yaşanmaktadır. Gıda egemenliğinin şirketlerin eline geçtiği mevcut durumda “tohumdan tabağa” zehirli bir gıda sistemi sözkonusudur. Endüstriyel tarım toprağın, suyun, havanın, gıdanın zehirlenmesine neden olduğu kadar üretimden tüketime kadarki bütün zincirde yer alan emekçilerin de ağır sömürü koşulları haricinde bir de zehirlenmesine neden olmaktadır. Gıda egemenliğinin emekçiler tarafından ele geçirilmesi sorunu, yaşamsal önemdedir. Bu alanda Brezilya’daki Topraksızlar Hareketi, küresel bir örgütlenme olarak Via Campesia gibi örgütlenmeler, Türkiye’de de Çiftçi-Sen, Tüm Köy Sen, Tarım Orkam Sen, Tarım Sen ve yerel-bölgesel düzeydeki gıda ağları, yeni kooperatifleşmeler büyük bir deneyim sağlamaktadır. Bununla birlikte emekçi köylülüğün yaşadığı yıkım ile kentlerdeki emekçilerin yaşadığı gıda sorunları arasındaki bağlantıları esas alan bütünlüklü politikaların ve yeni örgütlenmelerin geliştirilmesi gerekmektedir. Ezilen emekçilerin, yoksulların gıda hakkının sağlanması öncelik olarak görülmelidir.
İşçi ekoloji mücadelesi vazgeçilmez, ertelenemez bir görevdir
Kentlerdeki emekçi sınıfların maruz kaldığı derin sömürünün bir boyutunu oluşturan ekolojik sorunlar hakkında farkındalık yaratılması, özellikle sanayiinin öbekleştiği havzalarda, fabrika ve çevresindeki mahallelerde yaşanan çevresel yıkımın işçi sağlığı-halk sağlığı bağlamında değerlendirilmesi gerekmektedir. Kentlerde yaşanan ekolojik sorunların birer işçi sorunu olduğunun kabulüne dayanarak işçi sınıfının örgütlerinin çevresel yıkımı iş, ekmek, ücret kadar temel bir gündem haline getirmesi gerekmektedir. Yılda ortalama iki bin işçinin “işçi cinayetleri”nde can vermesine karşılık yaklaşık olarak yirmi bin işçi de “yavaş ölüm” biçiminde canından olmaktadır. Üretim ve yeniden üretim alanları arasındaki bağlantıya dayalı olarak işçilerin işyerlerinde, mahallede, evde yaşadıkları sorunların hepsine karşı emekoloji (işçi ekolojisi) mücadelesinin geliştirilmesi önemli bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
“Barış”ın ekstraktivizm dalgası için zemin yapılmasına karşı hareket geçmeliyiz
“Kürt sorunu”nda yeniden başlatılan görüşmelerde iktidarın söylemi, güvenlik gerekçesiyle yeterince yağmalanamayan Kürdistan coğrafyasının bundan sonra şirketler için dikensiz gül bahçesi haline getirileceği şeklindedir. Bu sadece bir söylem değil, hali hazırda Kürdistan’da sürdürülen politikanın daha pervasız şekilde sürdürüleceğinin bir işaretidir. Fırat’ı ve Dicle’yi boğum boğum boğan GAP projelerinden Hasankeyfi’i sulara gömen Ilısu Barajı gibi “güvenlik barajları”na, İliç Çöpler Siyanür Cehennemi’nden Cudi’deki orman kıyımına, petrol arama, madencilik, endüstriyel tarım gibi çok boyutlu olarak süren doğa ve kültürel yıkımın ayyuka çıkarılması için “barış” koşullarının fırsata çevrilmesine izin verilemez. Yüz yıllık sömürgecilik politikaları, güvenlik nedeniyle topraktan, yaşam alanlarından koparılarak ekonomik, sosyal ve kültürel olarak birçok sorunla yüz yüze bırakılan Kürtlerin barış, eşitlik talepleri Türk sermayedarları ve işbirlikçi Kürt burjuvaları tarafından Kürdistan’ın kapitalist yağma yoluyla kalkındırılması söylemi ile manipüle edilmeye çalışılıyor. Buna karşı Kürt illerinde savaşın parçası olarak sürdürülen ekolojik saldırılara karşı mücadele eden Mezopotamya Ekoloji Hareketi ile işbirliğinin geliştirilerek mücadelenin büyütülmesi hayati önemdedir. Büyük bir demokratik bilinç ve örgütlülüğe sahip Kürt emekçi halkının tek alternatifinin “kapitalist yol” olmadığı Rojava’da gösterildi. Şimdi de siyasal bilincin yol göstericiliğinde komünler, kooperatifler eliyle tarım şirketlerin elinden kurtarılabilir, kentlerin ve köylerin ekolojik ilkeler temelinde yeniden inşası gerçekleştirilebilir. Bu alanda geliştirilecek pratikler genel olarak sermayeye karşı mücadele eden bütün güçler açısından bir kazanım olacaktır.
Sokakları, kampüsleri özgürleştiren gençlik geleceğe sahip çıkmalıdır
19 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atama darbesi girişimine karşı gelişen halk hareketi içinde gençler özel ve öncü bir rol oynadı. Sistemin kendilerine biçtiği gelecek(sizlik)te “dindar ve kindar bir nesil” olarak ucuz işgücü olma planına karşı isyan eden gençleri bekleyen sorunlar sadece bunlarla sınırlı değil. Küresel iklim değişikliğinin yarattığı koşullar, yedinci kıta, suyun, gıdanın şirketlerce gaspı, biyoçeşitlilik kaybı, kimyasal kirlilik, dijital teknoloji ve yapay zeka ile mutlak hale getirilmek istenen kontrol ve denetim… Greta öncülüğünde Batı’da başlayan iklim hareketi sermaye tarafından manipüle edilerek yeşil kapitalizm programına kitle desteği haline getirilmek istenmesine karşı gençlik sermayenin sınırlarını aştı. İklim, Birleşmiş Milletler’in koridorlarında müzakerelerle kurtarılamaz. Sistemin değiştirilmesi için gerçek bir örgütlenmenin, Paris İklim Anlaşması değil, halkın iklim anlaşması temelinde devrimci bir mücadele gereklidir. Bu mücadelenin örgütlenmesinde gençlik özel bir rol oynayabilir, oynamalıdır da… Bugününe sahip çıkan gençlerin geleceğe de sahip çıkarak, yeryüzündeki canlı her şeyi üretim kaynağına çevirerek, kaynaklarını gasp ettiği coğrafyaları ölü birer coğrafyaya çeviren sermayeye karşı mücadele görevlerini üstlenmelidir. Genç bir ekoloji hareketi için ileri atılmak şimdi değilse ne zaman?
Polen Ekoloji Kolektifi olarak yerelden küresele eko-sosyalizm mücadelesinin geliştirilmesi için karınca kararınca yürüttüğümüz mücadelenin görevlerini yerine getirmek için her zamankinden daha çok çaba harcayacağız. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin “3. Dünya Savaşı” adımlarına eşlik eden küresel faşizmin koşullarında doğayı, yaşamı savunmak için daha fazla örgütlenmekten başka şansımız olmadığı açık. Fosil kapitalizmine de yeşil kapitalizmine de karşı sosyalizm mücadelesini geliştirmek için doğanın ve insanlığın kurtuluşunun tek yoludur.
Bu uğurda hiçbir yük belimizi bükemeyecektir. Kolektifimiz üyesi Onur Yılmaz’ın tutuklanmasını; Antalya’da Ali ve Aysin Büyüknohutçu’nun, Artvin’de Reşit Kibar’ın, ya da Amazon Ormanlarındaki yerli halkların önderlerinin öldürülmesi örneklerinde yaşadığımız gibi, ekoloji mücadelesinin kriminalize edilmesinin, cinayetlerle bastırılmaya çalışılmasının bir parçası olarak görüyoruz. Bütün bu saldırılar mücadelemizden bizi vazgeçiremez. Polen Ekoloji Kolektifi olarak Marksist bir ekoloji hareketi yaratmak için çıktığımız yolda ilerlemeye devam edeceğiz.
28-29 Haziran 2025
Polen Ekoloji Kolektifi