Bu yazı 2022 yılında yine taslağı “sızdırılan” iklim kanununa ilişkin o dönemde kaleme alınmıştır. Geçtiğimiz hafta meclis komisyonuna sunulan “iklim kanunu” taslağı önceki yıllardaki versiyonlarının biraz daha somutlanmış ve detayları şirketlerin istekleri doğrultusunda güncellenmiş halidir. Yazı güncelliğini korumaktadır.
İklim Kanunu hazırlığı için yolu açan belgenin, Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakatına karşılık olarak Türkiye’de 2021 yılı temmuz ayında yayınlanan Yeşil Mutabakat olduğu söylenebilir. Ticaret Bakanlığı tarafından hazırlanan belgede Emisyon Ticaret Sisteminin kurulması önerisi yer alıyordu. Geçen sene (2022) hazırlanan, sermaye gruplarından görüş alınan ve halktan gizli tutulan İklim Kanunun yakında Meclis’ten geçirilmesi bekleniyor. Kanunda yer alan azaltım ve uyum hedeflerinin, ilgili bakanlıkların zaten görev tanımları içinde yer aldığı ve ülkedeki ekokırımların güncel boyutları dikkate alındığında bu kurumların iklim kriziyle mücadelede görevlerini bugüne kadar yapmadıkları açıkça görülüyor. Bundan sonrası planlananlar için de Nisan 2023’te yayınlanan Güncellenmiş Birinci Ulusal Katkı Beyanına bakmak yeterlidir: ‘artıştan azaltım’ sunumu altında verilen rakamlarla aslında sera gazı artışının bugünkü hızıyla devam etmesi öngörülüyor ve tepe noktasına ancak 2038 gibi çok geç bir tarihte ulaşılıyor. Bu öngörüler altında 2053’te net sıfıra ulaşmak mümkün değildir.
Kanunun amaçları olarak ‘yeşil kalkınma vizyonu’ ve ‘net sıfır emisyon hedefleri’ belirtilmesine karşın gerçek amacın Türkiye’nin başlıca sera gazı üreten ve aynı zamanda ekolojik yıkımlara yol açan kirletici sektörlerini dünya piyasalarına ve Avrupa Birliği’nde 2026 başında devreye girecek olan ‘Sınırda Karbon Düzenlemesine’ uyumlu hale getirmek, şirketleri ağır vergi yükünden kurtarmak. Bunun için benimsenen çözüm, bir kirlilik üst limitini ve karbon ticaretini öngören Emisyon Ticaret Sistemini (ETS) devreye almak. Oysa yakın geçmişte ETS’nin Avrupa Birliği’ndeki uygulamalarında beklenen azaltım hedeflerine ulaşılamadığı biliniyor. Aslında 12. Kalkınma Planı’nda yer alan 357.2 no’lu madde ETS’nin oluşturulma niyetini açıkça dile getiriyor: ‘Dış ticarette rekabetçiliğin korunarak daha ileriye taşınması için ulusal karbon fiyatlandırma mekanizmaları oluşturulacak, öncelikli olarak Avrupa Birliği ile uyumlu bir Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) uygulamaya konulacaktır.’
İklim Kanunu taslağı daha yasalaşmadan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu tarafından ‘Karbon piyasalarının işletilmesine ilişkin yönetmelik’ taslağı yayınlandı. Bu taslakta Emisyon Ticaret Sistemi kapsamında karbon piyasalarının organizasyonu, nasıl işleyeceği açıklanıyor. Kendi adıma böyle bir sistemde sera gazlarının azaltımı için yüksek bir karbon referans fiyatının belirlenip, tahsilatların sınırlı tutulmasının ve karbon fiyatının her sene giderek artırılmasının, şirketleri sera gazlarını azaltma yönünde az da olsa teşvik edici olacağını düşünüyorum. Ancak yönetmelikte öngörülen, açılacak ihalelerde şirketlerden gelecek kapalı usul fiyat teklifleri yoluyla karbon fiyatlarının belirlenmesi. Yani İklim Kanunu, iklim krizine yol açan sera gazlarının yayılmasına yasal statü tanımakla ve kirletme hakkını alınıp satılan bir ticari mal haline getirmekle kalmıyor, bu malın fiyatını belirleyen bile serbest piyasanın arz-talep ilişkileri oluyor.
Türkiye’de hükümet iklim değişikliğini inkâr etmiyor, hatta her fırsatta Türkiye’nin iklim krizinin etkilerine karşı ne kadar kırılgan bir coğrafyada yer aldığını ve gelecek yıllarda ülkeyi bekleyen iklim felaketlerini dile getiriyor. Fakat bir yandan da iklim krizini azaltmaya yönelik alınması gereken her tedbirde ‘yeşil ve dijital dönüşüm, yeşil kalkınma’ söylemi altında yıkıma yol açan etkenler bulanıklaştırılıyor ve enerji, sanayi, madencilik, ulaştırma, turizm gibi doğaya büyük zararlar veren sektörlerde yapısal hiçbir değişikliğe gidilmeden, mevcut ekonomik model sorgulanmadan azgın sömürü ve yağma gayreti devam ettiriliyor. Farklı devlet kurumlarına ait strateji ve planlama belgelerinde, Paris Anlaşması’nın ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınmasına halel getirilmeden uygulanacağı vurgulanıyor. Ancak 2053’te net sıfır hedefine nasıl ulaşılabileceğine dair elimizde hâlâ somut ve inandırıcı bir eylem planı da yok.
Geride bıraktığımız son birkaç on yılda çevrenin ve sosyal yaşamın uğradığı yıkımlar çok ağır bir bilanço çıkarıyor karşımıza. Bu bağlamda 2024-28 yıllarını kapsayan 12. Kalkınma Planı’nda öngörülen bazı eylemler üzerinden ilerlemeye devam edelim:
12. Kalkınma Planı’nda nükleer enerji, bir temiz enerji çözümü olarak sunuluyor, Akkuyu santraline ek olarak yeni nükleer santrallerle nükleer enerjinin yaygınlaştırılacağı belirtiliyor. Ayrıca linyit arama ve üretim faaliyetlerinin artırılacağı, kömürlü termik santrallerde rehabilitasyon yapılacağı, kömürden hidrojen, amonyak üretimi gibi alanlarda yararlanılacağı gibi maddelere yer veriliyor. Kısacası kömürden çıkmak bir yana kömürün yerin altından çıkarılması ve kullanımında büyük artış öngörüsü söz konusu. Enerji sektörü hedefleri arasında, enerji talebini sınırlamak ve verimliliği artırarak kurulu gücü sabit tutmak bir yana, elektrik enerjisi talebinin ve buna paralel olarak elektrik kurulu gücünün %32 artması yer alıyor.
Havayolu ve denizyolu taşımacılığı arttırılarak Türkiye’nin bölgesinde etkin bir ulaştırma ve lojistik üssü olma hedefi konuluyor. GSYİH içerisinde sanayinin katma değerinin önemli oranda artırılması, plan döneminde Türkiye’nin bölgesinde en önemli üretim merkezlerinden biri olması öngörülüyor. Sanayide öncelikli sektörler arasında kirletici atıkları ve sera gazı salımlarıyla aslında olabildiğince daraltılması gereken kimya sektörü ihracata yönelik büyüme hedefiyle, yine daraltılması gereken otomotiv sektörü sözde elektrifikasyon hedefleriyle birlikte yer alıyor. Tarım ve gıda bölümünde ise iklim değişikliğine dayanıklı ormanlar kurulacağı(!), ormanların sağlık, gıda, turizm ve enerji sektörlerine katkısının artırılacağı, orman kaynaklı ürünlerin ihracat odaklı olarak çeşitlendirileceği ve sektörün ekonomideki payının artırılacağı gibi orman varlıklarını tamamen ticarileştiren maddeler göze çarpıyor. Turizm sektörü hedefleri Türkiye’ye gelecek turist sayısı ve bunlardan elde edilecek gelir üzerine kurulu, oysa doğa tahribatında turizm hiç de masum değil! Kalkınma Planı’ndaki en büyük felaket habercisi, madencilik bölümünde bahsedilen yeni bir maden kanununun hazırlanacağı, arama faaliyetlerinin kamu yararına faaliyet olarak tanımlanacağı, madencilik sektörü için yatırım ortamının iyileştirileceği, orman, su, maden, jeotermal, petrol ve doğalgaz gibi tüm kaynakların tek elden yönetilmesi için üst düzeyde kurumsal mekanizma oluşturulacağı maddeleri. Madencilik hedefleri arasında 2023’te 3,6 milyar dolar olarak verilen madencilik ihracatının 2028’de 10 milyar dolara çıkarılacağı dikkat çekiyor.
Doğaya, insana, toplumsal yaşama tamamen serbest piyasa odaklı, tüm varlıkları metalaştırarak bakan bir politik anlayışın ürünü olarak değerlendirilebilecek 12.kalkınma planında yer alan ve her biri ekolojik yıkımlar getirecek olan bu maddeler, yeşil ve dijital dönüşüm, yeşil büyüme, yeşil altyapı, yeşil teknolojiler, yeşil şehir gibi yeşile boyamanın farklı tonlarını çağrıştıran söylemler eşliğinde sıralanıyor. Özetle, güncellenen Ulusal Katkı Beyanı ve Kalkınma Planı, Türkiye’de hükümetin iklim krizi gibi bir derdi olmadığını, sermayeyi kollayan politikalara devam edileceğini açıkça belgeliyor. Bu bağlamda İklim Kanununda ekolojik kaygılar aramak abesle iştigal etmek oluyor.
Son olarak şunun üzerinde düşünmeyi öneriyorum: bir iklim kanunu gerçekten gerekli midir? Benim bu soruya cevabım, böyle bir kanunun çevreci kaygılarla hazırlansa bile ihtiyaç duyduğumuz çözümü sağlayamayacağı yönünde: iklim krizinin sera gazı salımlarına indirgenemeyeceğini ve geniş kapsamlı ekolojik yıkımların arasında, onlarla karşılıklı ilişki içinde yer aldığını kavrayan ve ekolojik tahribatın sosyal tahribat engellenmeden giderilemeyeceğini gören, bütüncül bir anlayışa ihtiyacımız var. Sosyal restorasyon olmadan doğanın restorasyonunu başaramayacağımızı, toplumu korumadan doğayı koruyamayacağımızı düşünüyorum. Çözüm tabandan gelen, her türlü sömürüye karşı kararlı, bilinçli ve örgütlü mücadelededir.