Close Menu
polenekoloji.org
  • BİZ KİMİZ
    • Manifesto (Türkçe)
    • Manifesto (Kurdî)
    • Manifesto (English)
    • Manifesto (Español)
    • Amaç ve İşleyiş
    • Faaliyet Raporları
  • NE YAPABİLİRİM
  • ENSTİTÜ
  • POLEN BÜLTEN
  • POLEN DERGİ
  • GÜNDEM
  • TEORİ
    • Emekoloji
    • Gıda Egemenliği
    • Hayvan Özgürlüğü
    • İklim
    • Kent Ekolojisi
    • Mücadele ve Örgütlenme
    • Marksist Ekoloji
    • Dosya: Kapitalizm ve Ekolojik Yıkım
    • Madenciliğin Politik Ekolojisi
Sitede Gezinin
  • ADALET MÜCADELELERİ (29)
  • EKOLOJİ/İKLİM HAREKETLERİ (69)
  • GÜNDEM (293)
    • ETKİNLİKLER (10)
  • MEDYA (13)
    • PODCAST (6)
    • VIDEO (7)
  • SÖYLEŞİ (44)
  • TEORİ (260)
    • Dosya: Kapitalizm ve Ekolojik Yıkım (26)
    • Emekoloji (20)
    • Genel (1)
    • Gıda Egemenliği (20)
    • Hayvan Özgürlüğü (7)
    • İklim (25)
    • Kent Ekolojisi (26)
    • Madenciliğin Politik Ekolojisi (26)
    • Marksist Ekoloji (17)
    • Mücadele ve Örgütlenme (26)
  • YAYINLAR (56)
    • Faaliyet Raporları (2)
    • Polen Bülten (23)
    • Polen Dergi Yazıları (7)
    • Polen Ekoloji Kitaplığı (8)
Facebook X (Twitter) Instagram
polenekoloji.org
  • BİZ KİMİZ
    • Manifesto (Türkçe)
    • Manifesto (Kurdî)
    • Manifesto (English)
    • Manifesto (Español)
    • Amaç ve İşleyiş
    • Faaliyet Raporları
  • NE YAPABİLİRİM
  • ENSTİTÜ
  • POLEN BÜLTEN
  • POLEN DERGİ
  • GÜNDEM
  • TEORİ
    • Emekoloji
    • Gıda Egemenliği
    • Hayvan Özgürlüğü
    • İklim
    • Kent Ekolojisi
    • Mücadele ve Örgütlenme
    • Marksist Ekoloji
    • Dosya: Kapitalizm ve Ekolojik Yıkım
    • Madenciliğin Politik Ekolojisi
Facebook X (Twitter) Instagram
polenekoloji.org
Home » Teknolojik İlerlemenin Ve Yeşil Dönüşümün Yeni Boyutu: Nadir Metaller Savaşı

Teknolojik İlerlemenin Ve Yeşil Dönüşümün Yeni Boyutu: Nadir Metaller Savaşı

By Levent Büyükbozkırlı4 Kasım 202513 Mins Read
Share
Twitter Email Telegram Facebook WhatsApp

Bir halk, bir medeniyet veya bir devlet yeni bir metalden yararlanmada ustalaştığı her seferinde, kullanımına muazzam teknik ve askeri ilerlemeler ve giderek daha ölümcül çatışmalar eşlik etti. Şimdi sıra, modern çatışmaların görünümünü değiştirmek için nadir metallerde, özellikle de nadir toprak elementlerinde. Guillaume Pitron – kitaptan alıntı

Hammaddeler konusunda uzmanlaşmış olan Fransız gazeteci-yazar Guillaume Pitron, 2018 yılında yayımlanan ‘Nadir Metaller Savaşı: Enerji Dönüşümü ve Dijital Dönüşümün Gizli Yüzü’ adlı kitabında nadir metaller madenciliğinin teknolojik gelişmelerde ulaştığı kilit rolü irdeliyor, aynı zamanda çevresel ve toplumsal yönden yaşanan tahribatlara, jeopolitik yönden ülkeler arasında yükselen gerilimlere ışık tutuyor.

Aslında dünyada pek çok farklı coğrafyada yaygın olarak bulunan, ancak çok düşük konsantrasyonda olmasından ötürü “nadir metaller” olarak adlandırılan minerallere olan talep sadece enerji alanında yeşil dönüşüm için değil, teknolojinin dijital dönüşümü için de baş döndürücü hızla artıyor: ABD Başkanı Trump’ın 2. dönemine başlar başlamaz ısrarla dile getirdiği Grönland’a el koyma niyeti ve Rusya’nın işgali altındaki Ukrayna’daki nadir metaller için ABD’nin bu ülkeyle yaptıkları pazarlıklar ya da sanayileşmiş ülkelerin son yıllarda araştırmalarını artırdığı derin deniz madenciliği bizlere bir yandan kaynakları tüketilen dünyanın felaket çanlarını çalarken, diğer yandan teknolojinin ulaştığı baş döndürücü boyutu gösteriyor: yeryüzündeki tüm elementlerin sıralandığı Mendeleyev’in periyodik cetvelinde bugün itibariyle endüstrinin kullanmadığı mineral neredeyse kalmadı.

Pitron kitabının başında minerallerin nadir oluşları olgusuna toprağın kazılıp çıkarılması ve gelişen teknolojiyle birlikte artan talep yönleriyle vurgu yapıyor: 1 kg. vanadyum elde etmek için 8,5 ton toprağı kazıp işlemek gerekirken, aynı miktarda seryum için 16 tona, galyum için 50 tona çıkıyor. Öte yandan periyodik cetvelde 17 farklı elementi kapsayan nadir toprak minerallerinden lütesyumun 1 kg’ı için 1200 ton toprağın işlenmesi gerekiyor. Bu elementlerin kullanıldığı sektörlerin muazzam boyutlara varan ekstraktif faaliyet gerektirmesi nedeniyle çevreci olduğunu iddia etmek olanak dışı.

Ekolojik yıkımlar, yeryüzünü git gide daha derine kazarak, daha geniş çukurlar açarak ve devasa atık yığınları oluşturarak topografyası değiştirilen doğayla sınırlı değil: doğada diğer minerallerle bileşik halinde ve aşırı seyreltik olarak bulunan bu elementleri yüzde yüze yakın saflaştırmak için uzun ve zahmetli bir kimyasal işlemler dizisine ihtiyaç var. Üstelik bu işlemler aşırı miktarda su kullanımı gerektiriyor ki tüketilen su, metal saflaştırma sırasında ağır metaller ve asitlerle kirleniyor, ardından uygun şekilde arıtılmadan atık su olarak doğaya veriliyor, yani yer altı ve yer üstü su varlıklarına karışıyor. Diğer yandan bu elementler doğada toryum ve uranyum gibi radyoaktif elementlerle bileşik halde bulunuyorlar. Yazar kendi ülkesi Fransa’daki La Rochelle tesisinde işlenen nadir metallerin saflaştırma işlemi sırasında neden olduğu radon salımını örnek veriyor. Maden işletmesi yetkilileri radyoaktif salımın ihmal edilebilir miktarda olduğunu ve maden çalışanlarının bu gazı solumasının tıbbi yönden bir sakıncası bulunmadığını iddia etseler de biz şu gerçeği aklımızdan çıkarmayalım: “Radyoaktif olmayan nadir toprak cevheri yoktur.”

Sözde yeşil enerjiye ve dijital teknolojiye yönelik dönüşüm, yaklaşık her 15 yılda bir nadir metallere olan talebi 2 katına çıkaran bir tempoda ilerliyor. Diğer taraftan uzmanlar, daha keşfedilmeyi bekleyen rezervler olduğunu, bu nedenle kısa vadede kıtlık riskinden endişe edilmemesi gerektiğini belirtiyorlar. Ancak nadir metallerde gerçek sınır niceliksel olarak cevher yataklarının tükenmesi midir? Bu soruya Şili’den örnek veriyor yazar: bu ülkedeki bakır madenini çıkarmak için gereken enerji 2001 yılından 2010’a kadar 50% oranında artarken, toplam bakır üretimi sadece 14% artmış. Bunun sebebi, aslında küresel ölçekte zengin rezervlerin çok azalmış olması ve sürekli daha derine inen, yoğun enerji gerektiren kazılara ihtiyaç duyulması. Yani madenciliğin sınırı rezervlerin tükenmesinden ziyade enerjiyle alakalı.

Sonuç olarak, her ne kadar yüksek teknoloji kullanıldığı ve gerekli önlemlerin alındığı iddia edilse de nadir metallerin çıkarılması ve rafine edilmesinin doğaya ve insan yaşamına çok zararlı bir süreç olduğu aşikâr.

Yenilenebilir Enerji ve Dijital Teknoloji: Nasıl Bir Dönüşüm?

Tüketimin azaltılmasının ve doğal varlıkların kullanımının ekolojik modernizasyonla sağlanacağını savunanlar maddesizleştirmeye büyük anlam yüklüyorlar: evden çalışmalarda, akıllı telefonların ve bilgisayarların kullanımında artış, elektronik postaların ve veri depolamanın hayatın tüm alanına yayılması… Ancak burada gözden kaçırılan olgu, dijitalleşmenin gündelik hayatta pratik ettiğimizi gibi sanal ortamlardan ibaret olmadığı, yüksek seviyede metal kullanımına ihtiyaç duyduğu gerçeği: altın, gümüş, cıva, kurşun, paladyum, kobalt…Üstelik dijital dönüşümde metal tüketimi sadece bilgisayar, cep telefonu gibi donanımlar için gerekli değil. Elektronik postalarla veri paylaşımlarının, bulutta verileri depolamanın hızla arttığı Bilgi-İşlem ve İletişim sektörleri küresel ölçekte tüketilen elektriğin yaklaşık 10%’undan sorumlu. Elektrik tüketimi dediğimizde yine yenilenebilir enerji santralleri yapmakta kullanılacak metaller için toprağın kazılmasına ve doğal yıkımlara geliyoruz, diğer deyişle “elektriklendirme sarmalına” giriyoruz.

Enerji sektöründe ise güneş ve rüzgâr santralleri, elektrikli arabalar sayesinde zengin ülkelerde kentsel alanlar temizlenirken, bunların üretimleri için madenciliğin dayatıldığı geri kalmış ülkelerde gerekli hammaddelerin çıkarıldığı kırsal bölgeler, yaşam alanlarının yok edilmesine ve doğada kirliliğe sahne olmaktadır.

Öyleyse enerji ve dijital dönüşümün bu ayrımcı karakterini görmek gerekir: ekolojik emperyalizm, yoksul ülkelerin kırsal alanlarının yok edilmesi pahasına zengin ülkelerin şehir merkezlerini kirlilikten arındırmak için iş başında. Madenciliğin ötesinde ekstraktivizm olarak adlandıracağımız bu olgu hiçbir zaman sadece belli coğrafyadaki belli bir projeyle minerallerin çıkarılmasından ibaret değildir: yaygın ekolojik, ekonomik, toplumsal etkileriyle otoriter yönetimleri destekleyen, demokratik uygulamaları aşındıran ve çok çeşitli insan hakları ihlallerine yol açan boyutları vardır. Böyle bakıldığında kapitalist üretim ihtiyaçları için madencilik faaliyetlerini yoksul ülkelere dayatan zengin ülkeler, sadece sömürgeciliğin ileri bir boyutunu devreye almıyorlar. Aynı zamanda ekstraktivizmin sebep olduğu toplumsal yıkımları da dışsallaştırıyorlar ve madenci ülkelerin üzerine atıyorlar: yolsuzluk, çatışmalar, yönetişim sorunları, karaborsa, insan hakları ihlalleri…

Pitron’un buradan çıkardığı sentez; enerji ve dijital yeşil dönüşümün çevreci-kalkınmacı söylemleri, bu dönüşümler için gerekli minerallerin başta Çin olmak üzere çevresel ve sosyal yönden ciddi bedeller ödeyen ülkelere kaydırılması gerçeğini gizleyen bir “yeşil yıkamadan” ibaret.

Yüksek Performanslı Mıknatıslar ve Kızışan Nadir Metaller Savaşı

Nadir metallerin teknolojiye sağladıkları en önemli avantajlardan birisi ürünlerin boyutlarının ufalması, yani minyatürleşme: aynı performansa sahip nadir elementlerinden üretilen bir mıknatıs, demirden üretilen mıknatısa oranla 100 kat daha küçük ölçülere sahip.

Nadir metallerin çıkarılması ve tüketiminde 1960’lı yıllardan 1980’lerin ortalarına kadar ABD’nin hâkimiyetinden söz edilebilir. Ancak, 2000’lerin başından itibaren Çin bu alanda belirgin bir strateji değişikliğine gitti: nadir metallerden mıknatıs üreten batılı şirketleri, fabrikalarını (ve üretimle birlikte endüstriyel sırlarını) Çin’e taşımaya zorladı. Bunu kabul etmeyenlere nadir metal kotaları koymaya başladı. Yani Çin, yabancı üreticileri birbirinden zorlu iki seçenek arasında bir tercihe zorladı: üretimlerini Batı ülkelerinde tutmak ve yeterli hammadde tedariği olmadığı için faaliyetlerinde aksama riskini göze almak veya minerallere engelsiz erişimden faydalanmak için Çin’e taşınmak ve bu ülkenin koşullarına teslim olmak. Batılı ülkeler artık şu gerçeğin farkındalar: mineralleri kontrol eden, endüstriyel üretimi kontrol eder. Yakın geçmişe kadar Çin’e olan bağımlılık minerallerle sınırlı iken, Çin’in teknolojik atılımları sayesinde artık bunların kullanıldığı enerji ve dijital dönüşüm teknolojilerine bağlılığa dönüşüyor.

Bazı rakamlar, Çin’in hem nadir metalleri çıkarma hem de işleyerek saflaştırma alanlarında nasıl hegemonik bir konumuna geldiğini gösteriyor: ABD Jeolojik Araştırmalar Bürosu (USGS)’ye göre dünyadaki nadir metallerin %95’ini Çin çıkarıyor. Ayrıca küresel ölçekte tüketilen indiyumun %44’ünü, vanadyumun %55’ini, florspar ve doğal grafitin %65’ini, germanyumun %71’ini ve antimonun %77’sini Çin çıkarıyor. Avrupa Komisyonu’na göre de Çin, silisyumun %61’ini ve germanyumun %67’sini, tungstenin %84’i çıkarıyor. Çin’in sınırları içinde kuzeyde yer alan Moğolistan bölgesindeki Baotou’da dünyadaki nadir metal rezervinin yaklaşık %40’ı bulunuyor. Dünyanın fabrikası olması nedeniyle Çin’in diğer ülkelerden farklı bir özelliği de var: nadir metalleri en çok tüketen ülke konumunda. Endüstriyel metallerin %45’ini Çin kendi üretimi için kullanıyor.

Madencilik faaliyetlerini Batılı ülkelerden kendi topraklarına çekebilmek için Çin, şirketlere uyguladığı baskının dışında, yazarın tabiriyle hem sosyal damping yaparak işçilik maliyetlerini düşürdü, hem de çevresel damping yaparak ekolojik yıkımların maliyetlerini madencilik masraflarına dahil etmedi. Bu strateji halen sürdürülüyor ve ekstraktivizm Çin’i kemirmeye devam ediyor: ülkedeki tarıma elverişli toprakların %10’u ağır metallerle kirlenmiş ve yer altı sularının %80’i madenciliğin sebep olduğu kirlilik nedeniyle içilemez durumda.

Bu noktada enerji dönüşümü konusunda ABD ile Çin arasındaki rekabete göz atalım: Çin her ne kadar dünyada en çok sera gazı salımı yapan ve kendi doğasını en çok kirleten ülke olarak kötü şöhrete sahip ise de yeşil enerjiye yönelik yoğun yatırımlar başlatmış durumda: Çin dünyada fotovoltaik ekipmanların üretiminde ilk sırada, rüzgâr santrallerinde, hidroelektrik üretiminde ve elektrikli araçlarda da öyle. Enerji dönüşümüne devasa yatırımlar yaparak Çin, fosil yakıtlara bağımlı sanayiden kopma yönünde yol alırken, Çin’in nadir metallerdeki üstünlüğü ve teknolojik atılımları dikkate alındığında Trump’ın ABD’yi fosil yakıtlarda tutma kararı daha anlaşılır görünüyor: 20. yy’da ABD’yi dünyanın süper gücü durumuna getiren petrolden çıkarak enerji dönüşümüne yönelmek, Çin’in hegemonyasını kurduğu bu alanda ABD endüstrisine ciddi bedeller ödetebilir. Pitron burada, ABD’nin enerji dönüşümünü yönlendirmede geçen yüzyıldaki gibi kendini başat konumda görmesini bir yanılgı olarak değerlendiriyor ve inisiyatifi Çin’e kaptırdığını iddia ediyor.

ABD-Çin rekabeti kızışırken, diğer sanayileşmiş ülkeler de nadir metallere yönelik ittifaklar kuruyorlar: Japonya, Hindistan ile bu ülkede çıkarılan nadir toprak elementlerini ihraç etmek için bir sözleşme yaptı. Japonya ayrıca, Avustralya, Kazakistan ve Vietnam’da yoğun bir nadir metaller diplomasisi yürütüyor. Almanya’nın eski şansölyesi Angela Merkel, madencilikte ortaklık imzalamak için Moğolistan’ı birkaç kez ziyaret etti. Güney Koreli jeologlar, Kuzey Kore’deki bir yatağın ortak işletilmesiyle ilgili olarak Pyongyang ile resmi görüşmeler yapıyorlar. Diğer taraftan Fransa, Kazakistan’da maden aramaları yapıyor.

Nadir metaller için savaşın git gide kızışacağını öngörerek, geri dönüşümün de önem kazanacağını düşünmek mantıklı görünüyor. Nadir metaller üretiminde hemen hemen hiç yer almayan Japonya, bu mineralleri bulunduran ürünlerin geri dönüşümünde şimdiden iddialı, geliştirdiği geri dönüşüm teknolojisiyle bu alanda tekel olmayı hedefliyor. Ancak rüzgâr santrallerinde, elektrikli araçlarda, akıllı telefonlarda kullanılan mıknatıslardaki nadir metallerin geri dönüşümü hiç de kolay değil. Bunları diğer metallerden ayrıştırmak için uzun ve masraflı kimyasal işlemler gerekiyor ki şu an için mineralleri doğrudan ithal etmek daha ekonomik.

Yükselen Kaynak Milliyetçiliği

Başta ABD ve AB olmak üzere sanayileşmiş ülkeler, nadir metallerde dışa bağımlı durumda. Hatta bu durum bazı minerallerde Çin için de geçerli. Demokratik Kongo Cumhuriyeti dünyada tüketilen kobaltın %64’ünü, Güney Afrika Cumhuriyeti platinin %83’ünü, Brezilya niobyumun %90’ını, ABD berilyumun %90’ını, Rusya paladyumun %46’sını, Türkiye ise borun %38’ini sağlıyor. Bu ülkelerin git gide artan oranda Çin’i de örnek alarak doğal varlıklarının yağmalanmasına karşı durma çabaları şaşırtıcı değil.

G.Pitron bu bağlamda mineral varlıkları etrafında kaynak zengini ülkelerde yükselen milliyetçilik dalgalarına değiniyor: Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ayrımcı apartheid politikalarına maruz kalan Bakofeng’lerin, yaşam alanlarında çıkarılan platinin tüm gelirini doğrudan cebe atan Impala Platinum şirketine karşı verdikleri hukuki mücadele sayesinde %22’ye varan royalty (devlet hakkı) ve sermaye üzerinde %13’e ulaşan bir paya sahip olabildiklerini yazıyor: Güney Afrikalı bir kabilenin madenci şirkete karşı kazandığı ilk galibiyet bu! Benzer şekilde, 2013 yılında Gobi çölünde bakır madeni çıkaran Rio Tinto’nun faaliyetleri Moğolistan tarafından yasaklandı. Moğolistan’da hükümet, 2012 yılında madencilik de dahil olmak üzere stratejik kabul edilen bazı sektörlere yabancı şirket yatırımlarını sıkı bir şekilde düzenleyen bir yasa çıkardı. Kanada’da ise 2010 yılında Saskatchewan eyaletinde dünyanın en büyük potasyum şirketi Potash Corp’un İngiliz-Avustralya ortaklı BHP Billiton tarafından satın alınması engellendi.

Yükselen kaynak milliyetçiliği sadece minerallerin çıkarılmasına yönelik önlemlerde görülmüyor. Bu minerallerin serbest ticaretine getirilen kısıtlamalar da dikkat çekiyor. Endonezya buna iyi bir örnek: zengin mineral yataklarına sahip olan bu ülke 2009 yılında çıkarılan hemen hemen tüm minerallerin ihracatına bir dizi ambargo koydu. 2014’te nikel, kalay, boksit, krom, altın ve gümüşe bu sınırlamalar uygulandı ve ülkede çıkarılan tüm minerallerin işlenmeden, brüt durumda ihraç edilmesi engellendi. Ardından yüksek miktarda ürettikleri kalayın piyasa fiyatını belirlemek için bir borsa kurdu. Burada amaç, Londra Metal Borsası’nın (LME) boyunduruğundan kurtulmak ve ihraç edilecek kalayın önce Cakarta borsasında satın alınmasını sağlamak. Ancak bu cüretkâr önlemlere karşın Endonezya bütçe kısıtlamaları ve minerallerin kullanılacağı endüstriyel sektörlerin geliştirilmesinde yaşanan sorunlar nedeniyle Çin’e benzer bir başarı gösteremedi ve 2017’den itibaren bu kısıtlamaları gevşetmeye başladı. Diğer ülkeler de Endonezya’dakine benzer önlemler almaya başladılar; Arjantin, 37 maden kaynağına ihracat sınırlaması koyarken, Güney Afrika Cumhuriyeti bakır, molibden, platin ve elmas, Hindistan krom, manganez, demir ve çelik, Kazakistan alüminyum ve Rusya tungsten, boksit, bakır ve kalay gibi maden kaynaklarına ihracat sınırlamaları koydu.

Yazara göre kalkınmakta olan bu ülkelerdeki yükselen kaynak milliyetçiliğinin ana sebepleri; bu ülkelerde orta sınıfların çoğalmasıyla birlikte, ülke içi ihtiyaçların bu sınıflar tarafından daha yüksek sesle vurgulanması ve gelişen çevre bilincinin de etkisiyle, doğal varlıkların zengin ülkeler tarafından yağmalanmasına karşı tepkinin git gide büyümesi. Bunun sonucu olarak sosyal ve çevresel mevzuatın iyileştirilmesi ve ekonomik yönden koruyucu politikalar uygulanması için hükümetlere yapılan baskı artıyor.

Kaynak Milliyetçiği Çözüm Mü? Türkiye’yi Tehdit Eden Ekstraktivizm

Burada bir parantez açıp, kaynak milliyetçiliğine ve Türkiye’nin son yıllarda madenciliğe yönelik politikalarına yönelik tespitler faydalı olacaktır: ülkelerin doğal varlıklarını zengin ülkelerin yağmasından korumaları gerekli olmakla birlikte, politikaların bununla sınırlı kalması yıkımı sadece geciktirecek veya gözden uzak tutacaktır. Zira ekstraktivizm, kapitalist üretim-tüketim tarzının bir unsuru olup yerin altındaki doğal varlıkları metalaştırmaktan vaz geçmeyecektir. Çözümü ihracat kısıtlamalarında aramanın ötesinde kapitalizme karşı bilinçli bir mücadelenin örgütlenmesini, ekosistemin korunmasını, temel ihtiyaçların giderilmesini öngören politikalarla madencilik faaliyetlerinin büyük oranda sönümlenmesi sağlanmalı, ekolojik sakatlanmalara yol açan mega-madenciliğe izin verilmemelidir. Ekolojik yaşama yönelten politikalar acilen hayata geçirilmezse kayıplar ekolojik tahribat ve ekonomik talanla sınırlı kalmayacaktır. Ekstraktivizmin saldırılarını frenleyemezsek, Pitron’un da belirttiği gibi biyoçeşitlilik yönüyle yok olma tehlikesi altındaki hayvan ve bitki türlerinin listesine ek olarak yakın gelecekte tükenme tehlikesi altındaki metallerin listesini de oluşturacağız.

Türkiye’de ise hükümetin dilinden düşürmediği yerli ve milli söylemlerinin arkasında müşterekler dev adımlarla sermayenin iştahına sunuluyor. Madencilikte buna, doğal varlıkları koruyan mevzuatın madenci şirketlerin talepleri yönünde gevşetilmesiyle, Çevresel Etki Değerlendirme süreçlerinin içinin boşaltılmasıyla, yaşam alanlarını savunan köylülere uygulanan kolluk şiddetiyle, Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programına da yansıyan iddialı maden ihracat hedefleriyle, MAPEG’in yüzlerce ruhsat alanını kapsayan ihaleleriyle, madenci şirketlere sağlanan teşvikler, vergi indirimleri, ihracat kolaylıkları vs. yoluyla %2’lere kadar inen devlet hakları ile tanıklık etmek mümkün.

Pıtron’un Önerisine Eleştirel Bir Bakış

Guillaume Pitron, bu yazıda özetlemeye çalıştığımız nadir metaller savaşını anlattığı kitabında enerjinin yeşil ve teknolojinin dijital dönüşümünün arkasındaki olguları irdeliyor. Ekstraktivizmin dayatıldığı ülkelerdeki ekolojik ve sosyal yıkımları bizzat yerinde gözlemleyerek, kirliliğin zengin kuzey ülkelerinden yoksul güneye taşınmasıyla yeşil dönüşümün aslında yeşile boyamadan ibaret olduğunu bir gazetecinin yetkin gözlemleriyle anlatıyor, kızışan nadir metaller savaşının getirdiği küresel riskleri jeopolitik yönleriyle analiz ediyor.

Ancak bu tespitler sonrasında zengin yeraltı minerallerine sahip olan Fransa’da madenciliğin uzun yıllardır engellendiğinden yakınıyor ve ekstraktif faaliyetlerin kendi ülkesinde yeniden başlatılmasını öneriyor ve bunun mevcut koşullarda en ekolojik çözüm olduğunu iddia ediyor: Fransa’da madencilik yapılmaması nedeniyle bu ülkedeki tüketicilerin kendi yaşam tarzlarının yoksul ülkelerde neden olduğu ekolojik bedellere kayıtsız kaldığını ve Fransa’da yapılacağından çok daha kötü koşullarda maden çıkarma ve saflaştırma işlemlerinin yoksul ülkelerde serbestçe yapılması yolunun açıldığını dile getiriyor. Yazara göre madencilik faaliyetleri Fransa’da yapılsa; teknolojiden yararlanmanın ve ekolojik yaşamın bedellerine yönelik halkta kısa sürede bir bilinç oluşacak ve genel kayıtsızlığın yerini kirlilikle mücadele alacak. Bu uyanış tüketim alışkanlıklarını, yaşam şeklini sorgulamaya yol açarak çevreyi koruyucu bir dönüşüme vesile olacak. Diğer taraftan, batı ülkelerinin madencilikte Çin’le rekabete girmeleri, Çin’in kendi topraklarını daha az zehirlemesine neden olacak ve çevresel bilinci artan tüketiciler karşısında pazar payını artırmak için Çin, daha ekolojik madenciliğe yönelecek.

G.Pitron’un Fransa’ya madenciliği geri getirme önerisindeki gerekçeye ve beklenen sonuçlara katılmıyorum. Esas mesele madenciliği hangi ülkenin yaptığı değil kapitalizmin madenciliğe yüklediği ekstraktif karakter: Metalaştırılan doğal varlıkların en kısa sürede, en düşük maliyetle sermayeye kazandırılması, toprağın altındaki tüm cevheri paraya çevirmek için sondaj ve kazı teknolojilerini geliştirerek verimin artırılması…

Madenciliğin sanayileşmiş bir ülkede yapılması yıkımların gerçek sorumlusu olan üretim-tüketim süreçlerini sakatlamayacağı için ekstraktivizmi zayıflatmayacaktır. Ayrıca çok uluslu şirketleriyle finans kapitalin dünyada el değmemiş bir değer bırakmadığı günümüzde ulus devletleri hala kararlarını bağımsızca alan yapılar olarak değerlendirmek ne kadar gerçekçi? Diğer yandan yazarın da kitabında belirttiği gibi madencilikte kirlilik, minerallerin çıkarılması ve saflaştırılma işlemine içkin bir özellik: uygun yöntemler ve denetleme ile kullanılan siyanürün, asit çözeltilerinin veya asit maden drenajının, radyoaktif salımın zararlı etkilerinin tamamen engelleneceğini iddia etmek inandırıcı değil. Son olarak, tüketim odaklı yaşayan ve geçim koşulları tüketim toplumunun sürdürülmesine sıkı sıkıya bağlı olan kentlilerin kırsalın sorunlarını dert edinmeleri, Fransa’da yapılacak madenciliğin halkı çevresel kaygılarla seferber edeceği türünden hipotezleri fazla iyimser buluyorum. ABD ve Kanada’da ekstraktivizmin yıkımlarını incelemek sanırım bu konuda yeterli fikir verecektir.

Sonuç olarak ektraktivizmi madencilik projelerine indirgemeyip arka plandaki finans dünyasını, kapitalizmin üretim-tüketim-lojistik süreçlerini, uluslararası sermaye kuruluşlarını ve dev madenci şirketlerin devletlerle kurdukları yakınlıkları birbirleriyle ilişkilendirerek analiz etmemiz gerekiyor. “Sanayileşmiş ülkede, sorumlu madencilik” söylemi yerine “madenciliği yaşamsal ihtiyaçlarla sınırlamayı savunan, sınıf temelli küresel bir örgütlenmeyi” hedeflemeliyiz.

Ekstraktivizm Guillaume Pitron Kaynak Milliyetçiliği Kritik Mineraller Nadir Toprak elementleri NTE
Bizi takip edin Bizi takip edin Bizi takip edin Bizi takip edin
Share. Twitter Facebook Email Telegram

Öne Çıkan Yazılar

Nadir Toprak Elementleri, Yeşil Kapitalizm ve Beylikova

Cahit Akın

Toprak Yaşam, Maden Zehir

Umut Şener

Doğayı Yok Etmek İçin Geliştirilen Teknolojiler İnsanlığa Ne Fayda Sağlar

Levent Büyükbozkırlı

Zamantı Irmağı’nda Kuraklık Alarmı

Jineps Gazetesi

Dirlik İçin Çiftçi Birliği

Polen Ekoloji

Kapitalist/Emperyalist Madencilik Yağmasına Karşı Mücadele

Polen Ekoloji
Son Yazılar

Teknolojik İlerlemenin Ve Yeşil Dönüşümün Yeni Boyutu: Nadir Metaller Savaşı

4 Kasım 2025

Sınıf Bilgisine Sahip İklim Siyaseti

4 Kasım 2025

İklim Bilgisine Sahip Sınıf Siyaseti

4 Kasım 2025

“İklim Krizine Karşı Sosyalizmi Birleştirici Bir Kuvvet Olarak Görüp, Örgütlenmeliyiz”

1 Kasım 2025

El Punt Gazetesi ile Türkiye’deki Ekoloji Mücadelesi Üzerine

1 Kasım 2025
Arşiv
POLEN EKOLOJİ KİTAPLIĞI

Tek İstediğimiz Dünya

4 Ağustos 2025

Kızıl Ekolojik Devrim

13 Mayıs 2025

Çoklu Krizler Çağında İktisadi Kalkınma, Büyüme ve Ekoloji

8 Nisan 2025

Çernobil

10 Şubat 2024

Marx Ve Yeryüzü

10 Şubat 2024
Hakkımızda
Hakkımızda

POLEN Ekoloji olarak, ekolojik mücadelenin kapitalizme karşı toplumsal kurtuluş mücadelesinin bir parçası ve onun tümüne sirayet edecek biçimde, örgütlü olarak sürdürülmesi gerektiğini düşünen, bu doğrultuda yeni bir program ve stratejinin geliştirilmesi ve hayata geçirilmesinde yol arkadaşlığı yapmak isteyen herkesi kolektifimize ortak olmaya çağırıyoruz.
iletişim: bilgi@polenekoloji.org - polenekoloji@gmail.com

X (Twitter) Facebook YouTube Instagram
İçerikler

Teknolojik İlerlemenin Ve Yeşil Dönüşümün Yeni Boyutu: Nadir Metaller Savaşı

4 Kasım 2025

Sınıf Bilgisine Sahip İklim Siyaseti

4 Kasım 2025

İklim Bilgisine Sahip Sınıf Siyaseti

4 Kasım 2025

“İklim Krizine Karşı Sosyalizmi Birleştirici Bir Kuvvet Olarak Görüp, Örgütlenmeliyiz”

1 Kasım 2025
1 2 3 … 121 Next
Polen Ekoloji’ye Katıl


Kolektif’e Katıl

Destek Ol

Hızlı Destek

Enstitü Seminerlerine Katıl

Bize yaz

Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.