Beyza Üstün, 17 HDP’li siyasetçi ile birlikte, faşist Saray hanedanının, içinde debelendiği krizi yönetebilmek için toplumsal muhalefete karşı sürdürdüğü tutuklama furyası içinde 25 Eylül 2020’de gözaltına alındı, 2 Ekim’de tutuklandı. İktidarı bekâ sorunu ile yüz yüze bırakan HDP’nin etkisizleştirilmesi, örgütsüzleştirilmesi amacıyla yapılan bu gözaltı ve tutuklama saldırısı ne ilk ne de sonuncusu.
Beyza Üstün, 2000’lerden beri süregelen çevre ve ekoloji hareketinin hem emektarı hem de öncülerinden biri. 2000’li yılların başlarından itibaren Türkiye’de çevre ve ekoloji hareketinde yeni bir dalganın kabarışına tanık olduk. Suyun metalaştırılmasına, su havzalarının ve derelerin enerji şirketlerine peşkeş çekilmesine karşı mücadeleden 3. Köprü ve 3. Havalimanı projelerine karşı mücadeleye, Hasankeyf’in yok edilmesinden Artvin-Cerattepe’de siyanürlü madenciliğe karşı mücadeleye kadar nerede bir çevresel ve ekolojik ihtilaf, direniş varsa orada olan, bir şekilde katkı sunan biri oldu. Bu yazıda, bütün bu mücadeleler ile ilişkilenişi bakımından Beyza Üstün’ün bilim insanı, politikacı ve eylemci olarak ayrıcı özelliklerine değinerek, aynı zamanda ekoloji mücadelesinde uzun bir zamandır süreduran patinaj halinden nasıl çıkabilir sorusuna cevap aramak istiyorum.
Karadeniz’de Hidroelektrik Santrali Furyası
2003 yılında şirketlerin beklentileri doğrultusunda “Su Kullanım Yönetmeliği” yürürlüğe sokuldu. Hemen ardından, 2005’te de “Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanılmasına İlişkin Kanun” (YEK) ile şirketlerin “su kullanım hakkı anlaşmaları”na dayanarak “nehir tipi hidroelektrik santrali” (N-HES) yapmalarının ve elektrik üreterek devlete satmalarının önü açıldı. Devlet Su İşleri, öncesinden yaptığı etütlere dayanarak yurdun üzerinde “N-HES” yapılacak derelerinin listesini yayınladı. Neredeyse bütün dereler N-HES için şirketlere servis edildi. Hatta bazı derelerin üzerine, debisine ve uzunluğuna bağlı olarak, 15-20 tane N-HES projesi öngörülmüştü.
Yenilenebilir Enerji Kanunu’nun yayınlanmasının hemen akabinde 595 N-HES’e lisans verilmiş, bu sayı 2011’e kadar 1500’ü aşmıştı. Bu projelerin yaklaşık % 30’una tekabül eden 370 adedi ise, ekolojik değeri yüksek olan Doğu Karadeniz’deydi. Adeta N-HES furyası başlamıştı. İktidar zaten N-HES’lerden üretilen elektriğe alım garantisi vermişti. Ayrıca kredi desteği gibi başka teşvikler de devredeydi. Dolayısıyla tekstil şirketlerinden turizm şirketlerine, özellikle de iktidarla bağlantılı birçok şirket N-HES yapmak için bu furyaya katıldı.
Bu N-HES furyası karşısında, zaten 1980’den beri neoliberal politikalarla varlık yokluk sorunu yaşayan emekçi köylüler, vadisini suyunu canhıraş bir şekilde savunmaya geçti. Neredeyse Anadolu’nun her yerinde “dereleri koruma” dernekleri ya da platformları kurulmaya başlandı. Özellikle de, ANAP’tan AKP’ye sağcı-liberal iktidarların, her türlü milliyetçi, dinci, mafyatik örgütlenmenin “milli bahçesi” yaptığı Karadeniz bölgesindeki hareketlenme hem ilgiye hem de takdire şayan bir durumdu. “Derelerin Kardeşliği Platformu” kurulmuş, sosyal medyanın yarattığı imkânlardan da yararlanarak yerel direnişler siyasetin yüksek gündemleri içinde kendine yer açmayı başarmıştı.
Ama bunlar hiç de kolay olmamıştı. Birçok konuda bir sürü tartışma yaşanıyordu. “Su boşa akıyor” diyen iktidar birinci ağızdan “su akar Türk bakar” lafını değiştirip, “su akar Türk yapar yapacağız” diye açıklama yapıyordu. Derenin cebri borularla belli bir yere kadar taşınarak yüksekten regülatöre bağlanması modeliyle yapılan N-HES’ler, birçok derenin kurumasına neden oluyordu. İktidar, DSİ ve şirketler “can suyu miktarı”nı arttırarak bunun gibi sorunları telafi edeceklerini söylüyorlardı. “Enerji ihtiyacı” olduğu, “enerjide dışa bağımlılığa son verilmek” istendiğini söyleyerek HES’lere karşı çıkanlar “hain”, “birkaç çevreci tip” ilan ediliyordu. N-HES’lere karşı köylülerin yanında olan bazı kurumlar ve akademisyenlerin de kafası karışıktı. Çünkü HES’ler “yenilenebilir enerji” sınıfındaydı. Yıllarca nükleer ve termik santral gibi fosil yakıt kullanılan projelere karşı “yenilenebilir enerji” kaynaklarının kullanılması savunulmuştu. İktidar da HES’leri yenilenebilir enerji kaynağı olarak savunuyordu. Sadece bunlar da değil, örneğin bazı kesimler, Avrupa Birliği Su Direktifi doğrultusunda “Havza Planlaması” yaparak her dereye N-HES yapılması yerine uygun yerlere yeterli sayıda HES yapılması gerektiğini savunuyordu.
İşte tam da bu kadar kafa karışıklığının yaşandığı bir ortamda birkaç kişi, yaşanan sürecin daha etraflıca anlaşılmasını sağlamıştı. Beyza hoca işte bu birkaç kişiden biridir.
Suyun Ticarileştirilmesine Karşı Mücadele
Beyza Üstün, ile çoğumuzun ilk karşılaşması İstanbul’da onlarca sendika, dernek ve meslek odalarının bir araya gelerek kurduğu Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’nun kuruluşunda oldu. 2007 tarihinde çeşitli üniversitelerden öğretim üyeleri, DİSK ve KESK’e bağlı sendikalar ile TMMOB’a bağlı meslek odaları temsilcilerinin bir araya gelmesiyle Supolitik İletişim Ağı1 kurulmuş, ardından da 41 hak örgütü, meslek odası ve siyasi parti bir araya getirilerek Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu (STHP) kurulmuştu. Platform 15 Temmuz 2008 günü Taksim Meydanı’nda yaptığı basın açıklaması ile kuruluşunu kamuoyuna duyurdu. Platformun ilk işi olarak da 2009 yılında İstanbul’da yapılacak Dünya Su Forumu’na (WWF) karşı alternatif forum yapılması için çalışmalara girişmek olmuştu.
Supolitik İletişim Ağı ve STHP ile N-HES’ler üzerinden başlayan “can suyu,” “yenilenebilir enerji,” “enerji ihtiyacı” gibi tartışmaların içeriği de değişti. Birincisi, HES’lerin arkasında yatan esas sorunun “Su Kullanım Hakkı” anlaşmaları olduğu ve dolayısıyla esas tehlikenin yaşamın kaynağı olan suyun metalaştırılması olduğu ortaya çıkıyordu. STHP’nin kuruluş bildirisinde ifade edildiği gibi, Birleşmiş Milletler 1977 yılında suyun insan hakkı olduğu kararını almış, ancak 1992 yılında suyun alınıp satılabilen bir meta olduğuna karar vermişti. 1996 yılında oluşturulan Dünya Su Konseyi aracılığıyla çok uluslu şirketler ve özel sektör temsilcilerinin ülke politikacıları ve yerel yöneticiler ile işbirliği sonucu su bütün dünyada talana açılmıştı. Dünya Su Konseyi’nin gerçekleştirdiği Dünya Su Forumları’nın hepsinde Konseyin amacının tüm dünyada ve ülkemizde tüm suların (su kaynaklarının, akarsuların, göllerin, barajların, şehirlerin su dağıtımının) özelleştirilmesi olduğu belirtilmekteydi. Dünyadaki ve ülkemizdeki su politikalarının iyi izlenmesi ve gündemde olan özelleştirmelere tavır alınması gerekiyordu. Ve 2009’da Türkiye’de yapılacak olan Dünya Su Forumu’nu teşhir ve protesto ederek özelleştirmeleri durdurmak için güç birliği ve mücadele çağrısı yapılıyordu. Her durumda suyun ticari bir meta olarak değil; temel, evrensel bir hak, insanlığın ve doğanın ortak malı olarak tanımlaması için mücadele edilmesi gerektiğinin altı çiziliyordu.
“Suyun ticarileştirilmesi”ne karşı mücadelenin “sözcü”lerinden biri olan Beyza Üstün, bu aşamadan sonra memleketi adım adım dolaşarak nerede dere başında nöbet tutan varsa onların yanında oldu, “su kullanım hakkı anlaşmaları”nı, “suyun metalaştırılması”nın sakıncalarını anlattı. “Enerji ihtiyacı” ve “yenilenebilir enerji” tartışmalarını, “kimin için, ne için enerji” sorusu ile ters yüz etti. “Havza planlaması” yapılsın ya da “ben bilim insanıyım, kategorik olarak HES’leri reddedemem” diyenlere karşı, biçimsel tartışmaları bir kenara bırakıp, meseleyi politik ve pratik boyutu ile tartışmaya çağırdı. Şirketlere karşı kendi yaşam alanını, deresini savunanlarla meselenin özünün metalaştırma ve kapitalizm olduğunu döne döne tartıştı. Dolayısıyla şirketlere kapıyı açan iktidarın icraatlarını, niyetlerini anlattı.
Ekolojinin Yerelci Politiği
Beyza Üstün’ün bilim insanı kişiliğinden de beslenen “doğruyu söyleme” etiği, politik bir duruş olarak kendini gösterir. Türkiye’de kesintili olarak süreduran çevre ve ekoloji hareketinin özneleri, birçok yenilgiden bitap düşmüş, faşist iktidarın daralttıkça daralttığı siyasal ortamda nefes almak isteyen “eski solcu”lardı ve bunlar Batı’da gelişen “yeşil hareket”ten neşet eden atraksiyonlara girerken onların dediği gibi, sağ-sol’un dışında “üçüncü yol”da ilerliyorlardı. “Herkesi kapsamak” için, “yerel” olmak ve söylemi de eylemi de lokalize etmek istiyorlardı. Bu yaklaşım kapıdaki düşmana karşı bir seferberlik hâli yaratarak gerçekten de “herkes”i harekete geçirme imkânı da yaratıyordu. Ve herkesin çok az zamanı vardı deresini, suyunu, merasını, arazisini kurtarmak için. Hemen şimdi kazanmak için azami titizlik gösterilmesi gerekir, memleketin aşırı-politik, kutuplaştırıcı siyasetine “bulaşmama”lıydılar.
Kısa vadede kazandıran bu yaklaşımın uzun vadede bir kazanıma dönüşmediği ortaya çıktı. Ulusalcı, seküler, aydınlanmacı bürokratların/memurların içeriden verdiği desteğin bürokrasideki kadrolaşmayla kesilmesi, mahkeme kararları ile iptal edilen projelerin orasından burasından değiştirilip yeniden yürürlüğe sokulması, ardı ardına anayasa ve yasalardaki bütün “çevre koruma” maddelerinin müktesebattan temizlenmesi, bir aşamadan sonra ise düpedüz yazılı hukuk kurallarının da çiğnenerek projelerin OHAL ve darbe koşulları ile hayata geçirilmeye başlanması ile bu, çok daha bariz bir şekilde ortaya çıktı. Yerel mücadelelerin içine hapsolduğu bu Sisifos yazgısının 1970’lerden beri süregelen bir durum olduğunu da söyleyebiliriz.2 Dolayısıyla “tekil-sorun odaklı olma” ve “yerelliğin kendiliğinden ideolojisi”ne gark olmuş ve “siyasetler-üstü olduğu” iddiasını sürdüren yereldeki çevre/yaşam mücadelesinin3 Sisifos yazgısından nasıl kurtulacağı sorusu başından beri vardı. Ve bu soruya genel olarak “yeşil hareket”in cevabı ya da yaklaşımı, egemenleri ekonominin çevresel maliyetleri konusunda ikna ederek, onları doğa dostu, “sürdürülebilir” bir ekonomiye geçiş için ikna etmeye dayanıyordu. Yani yaklaşık yarım asırdır, ozon tabakasının delinmesinden nükleer felaketlere, iklim krizinden 7. Kıta’nın oluşumuna kadar bütün bu “antroposen çağı” alametlerinin “dünyanın sonu”nu getireceğinden dertlenerek, egemenleri bu gidişata dur demeleri için ikna etmeye çalışmakla geçti! Yani Zizek’in dediği gibi, dünyanın sonunu düşünmektense bütün verileriyle ekolojik örselenmenin nedeni olan 200 yıllık kapitalizmin sonunu getirmek üzerine mesai yapılmadı. Ve bu hâlâ sürüyor!
Beyza Üstün’ün Ekoloji-Politiği
Beyza Üstün’ün temsil ettiği çizgi bu açıdan, konuşmaları kadar sade ve netti. Ekoloji mücadelesi ya antikapitalist olmalıdır ya da Sisifos çilesi devam edecektir. Dolayısıyla onun öncülüğünü yaptığı bu çizgi, yani antikapitalist ekoloji mücadelesi çizgisi, bugün de bize doğrultuyu göstermektedir. Bu çizgi hiçbir şekilde acil durum karşısında can havliyle yapılan eylem türlerini dışlamaz. Ama bütün bunların bir program ve strateji doğrultusunda doğrultulması gerektiğini söyler. Eğer siz bir toplumsal adaletsizliğin, ekolojik örselenmenin nedeni olarak bir üretim tarzına ve bu üretim tarzına göre biçimlenmiş siyasal düzene işaret ediyorsanız, daha başta yola çıkarken bu gerçekliğe göre bazı konumlar almak zorundasınızdır. İşte tam burada daha yeni başlayan “ekolojik Leninizm”4 tartışması karşımıza çıkar. Bu aynı zamanda “ütopik ekolojiden bilimsel ekolojiye”5 geçiş demektir.
Ekolojik mücadelenin antikapitalist olması gerektiğini söyleyenler olarak, henüz bu durumdan uzak olduğumuz çok açık. Ama sonuçta bu doğrultuyu ortaya çıkarmak ve bu uğurda bir “ideolojik pratik” için emek ortaya koymak son derece önemlidir. Beyza Üstün de bu emeği en çok harcayanlardan birisidir.
Ekoloji hareketini Sisifos çilesinden kurtaracak olan bir başka yön de, akademi ile pratik arasındaki ayrımın aşılmasıdır. Beyza Üstün bunu kendi şahsında/pratiğinde aşmıştır. Teori ile pratik, teorisyen ile pratisyen arasındaki ayrım ve gerilimlerin aslında birçok toplumsal mücadelede karşımıza çıkan evrensel bir olgu olduğu söylenebilir. Teori ile pratik arasındaki ilişki, zamansal olarak birbirini takip eden (önce teori sonra pratik ya da önce pratik sonra teori gibi) şeyler gibi ele alınır. Praksis felsefesinde de bu ayrım aşılmaz, sadece daha sıkı fıkı bir biçimde ilişkilendirilmiş olur. Çoğu durumda iki tarafın da birbirini görmediği, küçümsediği, dışladığı da olur. “Pratikçiler” “somut durumda” yapılabilir/yapabilir olana odaklanırken, “somut durum”un her zaman ve her yerde bir soyutlama olduğunu, ancak belli projeksiyonlar (teori, ideoloji) ışığında görünür olduğu (bu açıdan saf bir görüşün olmadığını) ıskalarlar. Teorisyenler ise, bir hareketi nesne haline getirirken onu “somut durum” haline getirirler, yani dondururlar. Dolayısıyla harekete dışsal bir yöntem ile operasyonları gerçekleştirirler. Oysa gerçeklik belli bir hareketin içinden görülebilir, o hareketin içsel gerçekliği yani ethos’u da bu bakışla anlaşılabilir hale gelir. Türkiye’deki “akademik marksistler”in marksizmi esas olarak bir yöntem olarak kavramaları yani marksist parti ve örgütlerde çalışmamaları, onları beğenmemeleri veya onların bildikleri, istedikleri gibi marksist örgütler, partiler kurmamaları nedeniyle hiçbir zaman politik olarak marksist bir konum almamaları ile, politik marksistlerin de “akademik marksizmi” entelektüelizm olarak negatifleştirmeleri, politik olarak güçlendikleri oranda “aydınlar”ın kendi etraflarında toplanacağını sanmaları, vb. arasındaki ayrım gibi.
Ekoloji hareketi de şimdiye kadar akademik ile politik/pratik arasındaki ayrımı sürdüregeldi. Bir tarafta master ve doktora programları çerçevesinde tez konusu olarak Türkiye’deki ekoloji hareketlerini çalışanlar, çevrebilimleri dersinde, son dönemde felsefe derslerinde de ekoloji dersi verenler, iklim bilimciler, coğrafyacılar, orman, çevre, su vb. mühendislik bölümü hocaları, biyologlar vb. gibi ekoloji ile ilgili birçok disiplinden akademisyenlerin “kendi alanlarında” yaptıkları pratikler; bilimsel yayınlar, tezler, konferans ve sempozyumlar… Diğer tarafta platformlar, dernekler kuran; halk toplantıları, gösteriler, yürüyüşler düzenleyen; kepçelerin, kamyonların önüne yatan; gözaltına alınan, tutuklanan pratik pratikçiler.
Bu ayrımın aşılmasında Beyza Üstün’ün pratiği, pratikçi akademizm olmuştur. Yani o sadece pratikçilerin düzenlediği toplantılara, çalıştaylara katılan bir “konuşmacı” olmamıştır. Toplantıyı, çalıştayı, eylemi örgütlemiştir bizzat. Hareketin “ne olduğunu” değil “ne yapmalı” sorusunu dert edinmiş, onunla cebelleşmiştir. Politik konumunu da böyle tanımlayabiliriz; bir hareketin sorunları, arayışları ile hemdert olma hali. Eğer insanlık, sınıf, doğa için bir hakikati savunduğunuza inanıyorsanız, “söyledim ve ruhumu kurtardım” demekle yetinemezseniz. Bir örgütçü gibi hareket edip örgütle(n)melisiniz. Beyza Üstün bunu yapmıştır.
Akademik ile politik olan arasındaki ayrımın da aslında egemenler tarafından zaten kaldırıldığını da belirtmek gerekir. Kamusallığın tasfiyesi ile hem akademinin fabrikalaşması, akademisyenin teknisyenleşmesi hem de akademik (buna her türlü sanatsal üretim de dahil) olanın paylaşılabilir dağıtımını yapacak bir kamunun kalmaması bakımından bu böyledir. Teori pratiği yapan, eserlerini politik pratik ile, alıcısıyla paylaşmak zorunda bugün artık. Aksi durumda tam bir “körleşme” hâli kaçınılmaz: “Akılsız dünya” ve “dünyasız akıl”.
Her Yerde Turnusol Kürt Sorunu
Türkiye’deki çevre ve ekoloji hareketinin “gizli yarası” barıştır. Yeşil hareket olarak başladığından beri çevre ve ekoloji hareketinin en ayrıcı özelliği savaş karşıtlığı ve barış savunusu olmuştur. Bununla birlikte Türkiye’deki çevre ve ekoloji hareketi “Kürt sorunu” ekseninde iktidarın geliştirdiği “güvenlikçi politikalara” karşı barış talebini yeteri kadar geliştirememiştir. Her ne kadar bu eksikliği tek başına çevre ve ekoloji hareketinin sırtına yüklemek taraftarı olmasam da, barış mücadelesi ile ekoloji mücadelesi arasındaki derin bağın anlaşılması açısından buna değinmek gerekir.
Ekoloji mücadelesi mekânsal olarak yerel olsa da evrensel bir mücadeledir; öyle olması gerekir. Çünkü doğada “ulusal sınırlar” yoktur. Her nerede bir ekolojik örselenmeye karşı mücadele varsa orada küresel bir hareket var demektir. Amazonlar’ın endüstriyel tarım şirketleri tarafından talanı da Kazdağları’nın talanı da bu küresellik içinde eşdeğerdedir. Bu nedenle bir ekoloji eylemcisi için “hattı müdafaa” yoktur, “sathı müdafaa” vardır ve o satıh bütün dünyadır. Amazon ormanlarının yok edilmesi “sorunu” orada yaşayan yerlilerin sorununa indirgenemez. Ya da örneğin Cerattepe’deki, Hasankeyf’teki, Kazdağları’ndaki mücadeleler de sadece oralıların sorunu değildir ve sadece oralıların inisiyatifine de terk edilemez. Örneğin, Fırat Nehri’nin kaynağındaki İliç’teki siyanürlü altın madenciliğine hiçbir İliçli karşı çıkmıyorsa, ekolojistler de ses çıkarmayacak mı? Ya da Akkuyu Nükleer Santrali’ne Mersinliler ses çıkarmıyorsa ekolojistler de susmalıdır diyebilir miyiz? Elbette ki hayır.
Ayrıca savaş, silahların üretiminden denemelerine ve bizzat kullanılmalarına kadar her aşamasında ekolojik yıkıma neden olur. Silahlar üretimi için gerekli madencilik faaliyetlerinden güvenlik gerekçesiyle ormanların kesilmesine ve yakılmasına kadar bunu görebiliriz. Ayrıca çeşitli derecelerden nükleer silahlar başta olmak üzere, kimyasal silahların denemeleri ve kullanılmaları ekolojik örselenmeye neden olur. Bu yüzden ekoloji mücadelesi ilkesel olarak savaşa karşıdır.
Türkiye’de “Kürt sorunu” üzerine devletin demokratik çözümü reddetmesinin yarattığı savaş koşulları kısa süren “çözüm süreci” dışında sürekli olarak “Kürt sorunu” konusunda siyaset yapmayı yasaklayarak siyasal alanı da daraltmıştır. Daha doğrusu “Kürt sorunu” konusunda siyaset yapmak ölüm dahil, uzun yılları bulan hapislik, “terörist” ilan edilme gibi siyasi ve genel birçok pratik bedeli göze almayı gerektirmiştir.
Siyasal alana iktidar tarafından konulan bu ipotek koşullarında ekoloji hareketinin “gizli yarası” iyice kökleşmiştir. Kürt coğrafyasında gerçekleşen ekolojik örselenmeye karşı çevre ve ekoloji hareketi gerektiği kadar ses çıkaramamıştır. Kürt ekolojistler çoğu durumda yalnız kalmışlardır. Kürt ekolojistlerin ifade ettiği gibi, güvenlik amacıyla yapılan ve Orta Doğu halklarına karşı birer silah olarak kullanılan “sınırlarla bölünmüş Dicle ve Fırat Nehirleri” üzerine yapılan barajlara, Şırnak’taki termik santrale, Dersim’deki, Erzurum-Erzincan’daki madencilik projelerine, tarihi ve kültürel mirasın yok edilmesine, orman kıyımlarına istenilen düzeyde ses çıkarılamamıştır.
Beyza Üstün’ün pratiği bu açıdan da son derece öğreticidir. Hasankeyf’in kurtarılması için, “güvenlik barajları”na karşı mücadelenin yanı başında oldu. Hasankeyf’in yaşatılması için demokratik kitle örgütleri arasında koordinasyonların kurulması için mücadele etti. Dersim’de “enerji çalıştayı” yapılmasını örgütledi. Kürt coğrafyasındaki ekoloji aktivistlerinin sesinin sessizlik çölünde kaybolmaması için çabaladı. İkircimsiz bir şekilde ekolojik bakış açısından barışı istedi.
Beyza’nın Yolundan
Ekoloji hareketinin ekolojik örselenmeyi yaratan egemenleri ikna etmekle heba ettiği yarım asırlık Sisifos yazgısından kurtulması için, Beyza Üstün’ün pratiğinden öğrenmek zorundadır. Ekolojik örselenmenin engellenmesi için ve mevcut örselenme düzeyinin daha da derinleştirdiği toplumsal eşitsizlikler ve adaletsizliklere karşı verilen mücadelelerle ortaklaşmak ancak antikapitalist bir perspektifle mümkündür. Tüm bu ekolojik sorunların toplumsal olması ve her toplumsal sorunun aynı zamanda bir iktidar sorunu olması dolaysıyla siyasal iktidarı hedefine almayan toplumsal mücadelelerin uzun vadede başarılı olma şansı, daha doğrusu kalıcı bir kazanım elde etme şansı yoktur. Ekoloji hareketinin, “tekil-sorun odaklılık”, “yerelliğin kendiliğinden ideolojisi”nin etkisi ve “siyasetler-üstülük” gibi prangalarından kurtulmasının yolları tam da bu perspektif ve hedefte aranmalıdır. Bu arayışta akademi ile pratik ayrımının aşılması olmazsa olmaz bir koşul olarak önümüzde durur.
Bu açıdan Beyza Üstün’ün mücadeledeki rolü hareketin, eşiğinde durduğu bu önemli değişimleri belirlemede vazgeçilmezdir. Onun politikada ısrarı başlı başına akademide, özellikle Barış Akademisyenleri ile aşılan bazı engellerin ardından bir çıta belirlemiştir. Onun gibilerin pratiğin içindeki süreğen hâli, hareketin yön kaybı yaşamasının önünde bir barikat işlevi görürken bir yandan da zor dönemlerde alınan siyasi sorumluluklarla karamsarlık, içe kapanma ve iddiasızlığın önüne geçmiştir. Yargılandığı Kobane davası tam da bunun en somut örneği olmuştur.
Beyza Üstün şahsında bu topraklarda barış ve ekoloji mücadelesi yürüten tüm devrimcileri, ekolojistleri, bizi bugünden yarına götürecek yolun döşeyicileri olarak selamlıyoruz. Birlikte yürüttüğümüz mücadelede edindiğimiz deneyimlerin, kapitalizmin sonunu bir hayal olmanın ötesinde gerçeğin ta kendisi haline getirecek somut adımlar olduğunu biliyoruz. Beyza Üstün’ün ekoloji-politik eyleminin gücü, bu somutluğun bilimselliğinden besleniyor. Ekoloji hareketinin kendi organik aydınlarını bulmada, yetiştirmede, sahiplenmedeki ölçüsü belki de onun kaderini belirleyecek. Onun oynayacağı rollerden biri de işte şimdi sırada bunun sınanmasıdır.
1 http://www.supolitik.org/supolitik.htm
2 https://birikimdergisi.com/guncel/9812/yesil-sisyphus-cilesi
3 https://birartibir.org/ekoloji/122-yine-dene-yine-yenil-nereye-kadar
4 Bu kavramın leninizmi sadece “ne/nasıl yapmalı” sorusuna verilen cevaplarla sınırlaması açısından Lenin’e haksızlık ettiğini düşünsem de, bu tartışmanın gerekliliği açısından tolere edebiliriz.
5 Engels’in meşhur Ütopik Sosyalizmden Bilimsel Sosyalizme gönderme yapan bu tanımlamadaki “ütopik ekoloji,” ekolojik örselenmeden kurtulmak için saf/soyut ekolojik ilkeler, ekonomi modelleri (Küçülme adımında olduğu gibi) önermeyi ifade ederken -ekoloji zaten bilim olduğu için totolojik duran- “bilimsel ekoloji” ise ekolojik örselenmeden kurtuluşun sınıf savaşımı ile bağını kurarak leninist sorulara (program, örgüt, strateji, politika, vb.) cevap üreten bir politik ekolojiyi tanımlamak için kullanılmıştır.