Çeviri: Nazlıcan Demir | Kaynak: Monthly Review
Yazı ilk olarak Polen Dergi’nin 14. sayısında yayınlanmıştır.
19. yüzyılda İngiltere’deki Sanayi Devrimi sırasında Newcastle, kömür endüstrisinin merkeziydi. Bu nedenle, “Newcastle’a kömür taşımak” deyimi, bir şeyi zaten bol miktarda bulunduğu bir yere gereksiz yere götürmek anlamında kullanılmıştır. Bir Batılı düşünürün, ekolojik medeniyet (veya eko-medeniyet) üzerine Çin’deki bir dinleyici kitlesine konuşması, Newcastle’a kömür taşımaya benzer, çünkü bu kavramın en çok geliştiği yer Çin’dir. Bununla birlikte, eko-medeniyet kavramının özü itibarıyla Marksizmle bağlantılı olduğunu iddia edeceğim. Bu konuşma, bu nedenle, eko-medeniyet kavramını geniş bir ekolojik Marksist perspektiften incelemeye yönelik olacaktır. Bu bağlamda, eko-medeniyet üzerine on ön tezim var.
- Ekolojik medeniyet kavramının Marksist kökenleri vardır ve doğası gereği sosyalisttir. Sistematik bir bakış açısı olarak ilk kez 1970’lerin sonlarında ve 80’lerde Sovyetler Birliği’nde, Karl Marx’ın ekolojik düşüncesine dair değerlendirmelerden ilham alınarak ortaya çıkmış ve hemen Çinli düşünürler tarafından benimsenmiştir. Batıda ise günümüze kadar neredeyse hiçbir varlık göstermemiştir çünkü kapitalist medeniyet anlayışından ve Avrupa-merkezli modernlik görüşlerinden köklü bir şekilde farklıdır.
- Ekolojik medeniyetin temel felsefi yaklaşımı, erken medeniyet anlayışlarının moderniteyle veya insanın organik-maddi dünyayla aktif ilişkisiyle ilgili derin köklerine sahiptir. Bu durum, Marksist düşünürler Joseph Needham ve Samir Amin’in Avrupa-merkezciliğe yönelik eleştirilerinde görülebilir. Bu organik-materyalist felsefi yaklaşım, Axial Çağı olarak bilinen dönemde, özellikle Helenistik medeniyet ile M.Ö. beşinci ile üçüncü yüzyıllar arasında Çin’deki Savaşan Devletler Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. Marx’ın kendisi, erken dönemlerinde organik-materyalist bir vizyon benimseyerek, Epikürcü materyalist felsefeyle karşılaşması yoluyla Batı mekanizması ve Avrupa-merkezli modernite anlayışından kopmuştur. Ancak bu görüşlerin bir kısmı daha sonraki Marksizm içinde bastırılmış ve Batı Marksist felsefe geleneğinde tamamen yok olmuştur. Çin’de ise Daoizm (Epikürcülüğe paralel bir felsefe), Konfüçyüsçülük ve Yeni-Konfüçyüsçülük gibi geleneksel öğretilerin sürekliliği, bu erken organik-materyalist görüşlerin devamını sağlamış ve Çin’i ekolojiye, özellikle de Marx’ın ekolojik yaklaşımlarına daha açık hale getirmiştir.
- Antik felsefi köklere sahip olmasına rağmen dönüşümsel bir tarihsel bakış açısı olarak ekolojik medeniyet, devrim sonrası toplum ve sosyalizmin gelişiminin bir ürünüdür. Bu yaklaşım, insanları doğanın kendi kendini aracılayan varlıkları olarak gören, Marx’ın sürdürülebilir insan gelişimi vizyonunun tamamına içkin olan anlayışı yansıtır ve onun metabolik yarık teorisinde somutlaşmıştır. Bu yaklaşım, eko-medeniyetin doğrudan bir premodernizm ya da postmodernizm ürünü olduğu fikrini ya da bazı Çinli ekolojik teorisyenlerin önerdiği gibi, geleneksel medeniyetten tarım medeniyetine, oradan sanayi medeniyetine ve nihayet ekolojik medeniyete doğru bir sıralama ile açıklanabileceği görüşünü reddeder.
- Çin’deki sosyalist ekolojik medeniyet kavramı, bu fikirleri en eksiksiz şekilde benimsemiştir. Sosyalist ekolojik medeniyet, sosyalizmin içinde bir gelişim olarak görülmelidir. Vurgulanması gereken önemli bir nokta, “kapitalist ekolojik medeniyet” diye bir kavramın olamayacağıdır çünkü kapitalizm, doğaya/ekolojiye doğası gereği yabancı ve yıkıcıdır. Bu nedenle, sosyalist ekolojik medeniyetten bahsetmek, yalnızca maddi eşitliği ve ekolojik sürdürülebilirliği birleştirerek sürdürülebilir insan gelişiminin tam olarak gerçekleşmesini ifade eden, tamamlanmış sosyalizmden bahsetmektir. Bu, insanlığın doğayla uyumunun sağlanması anlamına gelir.
- Ekolojik medeniyet, Çinli Marksistlerin “insanlık ve doğa arasında uyumlu bir varoluşun modernizasyonu” gerekliliği olarak sunduğu şeye işaret eder. Bu, sosyalizmin temel ilkeleriyle desteklenir. Dolayısıyla, Batı’da bir mekanizma felsefesi ve tamamen teknokratik bir proje olarak sunulan sözde ekolojik modernizasyona tamamen karşıttır. Aynı zamanda, gerekli ekolojik dönüşüm için bazı aynı teknolojileri benimser, ancak bunlar sosyalist ilkeler doğrultusunda, farklı toplumsal ilişkiler gerektirerek kullanılır. Burada en kritik nokta, Çin Marksizmi ve ekolojik düşünce içindeki modernleşme anlayışının temelde farklı olmasıdır.
- Çin’deki sosyalist ekolojik teori tarafından geliştirilen “hayat topluluğu” kavramı, ekolojik medeniyeti tanımlamada esastır. Bu kavramın üç bileşeni vardır: (1) ekosistemlerle hayat topluluğu; (2) “insanlık ve doğa hayat topluluğu”; ve (3) bir diyalektik sentez, “yeryüzündeki tüm hayatın topluluğu” ve “ortak bir gelecek” oluşturur. Erken 20. yüzyılın büyük Amerikalı doğa koruma uzmanı Aldo Leopold, “Toprağı, bize ait bir meta olarak gördüğümüz için ona zarar veririz. Toprağı, ait olduğumuz bir topluluk olarak gördüğümüzde, ona sevgi ve saygıyla yaklaşabiliriz.” demiştir. Leopold, “topluluğun sınırlarını toprak, sular, bitkiler, hayvanlar ya da topluca: toprağı da içerecek şekilde genişleten” bir toprak etiği geliştirmiştir. Marx ise, “Hiç kimse yeryüzüne sahip değildir; hatta dünyadaki tüm ülkeler ve tüm insanlar bile yeryüzüne sahip değildir; onlar yalnızca onun kullanıcıları ve faydalanıcılarıdır ve onu sonraki nesillere boni patres familias [iyi bir aile reisi] olarak geliştirilmiş bir durumda bırakmak zorundadır.” diye savunmuştur.
- Hayat topluluğu kavramına yerleşik olan ekolojik sürdürülebilirlik anlayışı, “Xi Jinping’in Ekolojik Medeniyet Üzerine Düşüncesi”nde somutlaşmıştır. Xi, “altın dağlar” ve “yeşil dağlar” arasında bir seçim yapmamız gerektiğinde, “yeşil dağları” seçmemiz gerektiğini, çünkü “berrak sular ve yemyeşil dağlar paha biçilemez varlıklardır” diyerek bunu kabul etmemiz gerektiğini belirtmiştir. Ekolojiye Marksist materyalist bir yaklaşımla bakan Xi, ekolojinin “en kapsayıcı kamu refahı biçimi” olduğunu savunmuştur. Doğanın “intikamı” üzerine Frederick Engels’i yankılarcasına, “Doğaya verdiğimiz herhangi bir zarar eninde sonunda bize geri dönecektir,” diye ifade etmiştir. Xi ayrıca, doğa meselesinin sadece maddi sürdürülebilirlikten öte olduğunu ve “Güzel Çin” kavramında olduğu gibi estetik değerleri de kapsadığını vurgulamaktadır. Bu şekilde, ekolojik medeniyetin hayat topluluğu olarak kavramı genişletilmekte ve kitle çizgisinin yeniden canlandırılması yoluyla kolektif işçi için daha geniş bir toplumsal anlam kazanmaktadır.
- Marx, kapitalizmin doğayı talan etmesinin metabolik yarığa neden olduğunu ve bunun, medeniyetin sonsuz doğal veya ekolojik temelini zayıflattığını savunmuştur. Bu, metabolik ilişkinin yeniden kurulması gerektiği anlamına gelir ki bu, yalnızca sosyalizm altında mümkündür. Dünya, gezegensel bir ekolojik krizle kuşatılmışken, böyle bir restorasyon, insanlığın geleceğini belirlemede (nükleer tehdit dışında) birinci önceliktir. Aşırı tüketimle karakterize edilen zengin ülkelerde bu, küçülme (degrowth) meselesini gündeme getirir. İnsanlık için genel anlamda bu, sürdürülebilir insan gelişimi ve nihayetinde tam sosyalizm altında ekolojik medeniyet meselesini ortaya çıkarır.
- Marx’ın sürdürülebilir insan gelişimi vizyonuna rağmen, küçülme (degrowth) kavramı 19. yüzyıl sosyalizminde yoktu. Küçülme, bir birikimden vazgeçme süreci olarak Marksist bir perspektiften, tekelci kapitalizm/emperyalizmin irrasyonel sistemi ve onun aşırı birikim krizlerinden tam anlamını kazanmaktadır. Dünya sisteminin merkezindeki kapitalist ülkelerde ekolojiye yönelik herhangi bir kesin hareket, tekelci kapitalizm/emperyalizm yapılarından bir uzaklaşmayı gerektirir. Dünya sistemi içinde egemen kapitalist ülkeler, aynı zamanda tekelci kapitalist ve emperyalist ülkeler olarak, ekolojik açıdan çevresel aşım (overshoot) ile karakterize edilir. Bu ülkelerin ekolojik ayak izleri, insanlığın tamamına genelleştirildiğinde dünyanın taşıyabileceğinden—bazen üç veya dört kat fazla—daha büyüktür. Bu devasa ekolojik ayak izleri, ekonomik ve ekolojik emperyalizmi yansıtır. Dolayısıyla, küresel insanlık perspektifinden bakıldığında, bu ülkelerin kişi başına enerji tüketimlerini, kaynak kullanımını ve karbon emisyonlarını, diğer ülkelerden net servet gaspı ile birlikte, radikal ve orantısız bir şekilde azaltmaları gerekir. Tekelci kapitalizm, birikim/finansallaşma amacıyla muazzam ekonomik israfı teşvik eder, yapay yoksulluk üretir ve astronomik seviyelerde eşitsizlik sergiler; bir avuç birey, nüfusun yarısından daha fazla servete sahiptir. Bu nedenle, planlı bir küçülme stratejisi, çalışan sınıfın çoğunluğu için ekonomik ve sosyal koşullarda önemli ölçüde iyileşme ile tutarlıdır.
- Dünyanın tüm ülkelerinde, gezegensel ekolojik kriz, hem üretici güçleri hem de toplumsal ilişkileri kapsayan bir ekolojik devrimi gerektirir. Her durumda bu, tekelci kapitalizm ve emperyalizmin genel yapılarıyla çatışma içinde bir çevresel proletaryanın gelişimini ifade eder. Çin ve diğer bazı devrim sonrası ülkelerde bu, ekolojik devrimci bir kitle çizgisi yoluyla ve mevcut topluluk ve kolektif yapılara dayalı sürdürülebilir bir toplum inşa ederek gerçekleştirilebilir. Küresel Güney’in çoğu ülkesi için, sürdürülebilir insan gelişimi, emperyal değer sisteminden kopmayı ve çevresel proletarya tarafından insanlığın hayatta kalmasını hedefleyen devrimci eylemi ve sürdürülebilir insan gelişimi toplumunun planlı bir şekilde yaratılmasını gerektirir. Küresel Kuzey’in kendisinde ise ekolojik devrim, emperyalizmin yıkılmasını ve dünya çapında bir dayanışma süreci içinde insanlıkla eşitlikçi bir temelde yeniden birleşmeyi gerektirir. Ekolojik ayak izleri, dünya genelinde eşitlenmelidir. Zengin ülkelerdeki emek, yoksul ülkelerde (ve genel olarak gezegenin tamamında) ekolojik varoluşun temelleri sarsılırken ekolojik olamaz.