Amerika’da altın ve gümüşün keşfi, bu kıtanın yerli nüfusunun kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Hindistan’ın fethedilmesinin ve yağmalanmasının başlangıcı ve Afrika’nın, siyah derililerin ticari olarak avlanması için belli bir alana dönüştürülmesi, bunların hepsi kapitalist üretim çağının ortaya çıkışını tanımlayan şeylerdir. Kırsal yaşama dair bu türden süreçler ilkel birikimin başlıca anlarıdır.
Karl Marx, Kapital 1.Bölüm, s.915
Yaklaşık 500 yıllık tarihi boyunca kapitalizm, doğadan kazıp çıkarma yoluyla karşılığını vermeden almaya dayanarak büyümüştür. Doğanın ucuz hammadde deposu olarak görülmesi ve bir yerde doğal varlıkların tüketilmesi veya yerin altından çıkarma maliyetlerinin artması ile ulaşılan sınırlar, hemen başka coğrafyalardaki doğal varlıklara el konması ve buna paralel olarak yeni teknolojilerin geliştirilmesiyle çözülmüştür. Yağmalanarak gitgide azalan doğal varlıklar ve müthiş bir hızla artan üretim, kapitalizmi madencilik alanında da yeni sınırları aşmaya zorluyor: karasal madenciliğe yakın gelecekte derin deniz madenciliğinin, buzulların eridiği kutuplarda petrol ve doğalgaz aramalarının, ardından uzay madenciliğinin eklenmesi öngörülüyor.
BM’e göre, gezegendeki yaşamın devamı için bugün en az iklim krizi kadar ciddi bir tehdit olan biyoçeşitlilik kaybının %80’inden madencilik sorumlu.
‘Benden Sonra Tufan’ Diyen Hükümet-Şirket İkilisinin Yıkımları
İklim krizine karşı BM’in organizasyonunda yapılan iklim görüşmeleri, yeşil dönüşüm adı altında fosil yakıtlardan çıkışı, bunun yerine yenilenebilir enerji santrallerini ve elektrikli otomobilleri çözüm olarak sunuyor. Bunun anlamı, toprağı kazıp çıkarılan fosil yakıtların yerini yine toprağı kazıp çıkarılan ve yenilenebilir enerjide kullanılan minerallerin alması demek. Yani değişen sadece kapitalizmin hammadde olarak tükettiği mineralin türü, madencilik ise yerli yerinde kalıyor. ‘Çevreye duyarlı, yeşil madencilik’ söylemleriyle kendisini iklim krizinin kurtarıcısı olarak pazarlarken, özellikle yoksul Güney ülkelerinde hız kesmeden ekosistemleri parçalamaya ve iş cinayetlerine devam ediyor, ekolojik emperyalizmi perçinliyor.
Türkiye’de de bu yönde harıl harıl maden arama ve bulunan madenleri bir an önce işletmeye açma gayreti var. 12.Kalkınma Planı’nda maden arama faaliyetlerinin ‘kamu yararına faaliyet’ olarak tanımlanacağı, orman, su, maden gibi tabii kaynak alanlarında izin süreçlerinin tek elden yönetilebilmesi ve bürokratik süreçlerin azaltılması için üst düzeyde kurumsal mekanizma oluşturulacağı belirtiliyor. Yani talan dev adımlarla ilerliyor! İşte birkaç örnek: yenilenebilir enerjide kullanılan krom ve kobalt üretiminde Türkiye dünyada ilk 10 ülke arasında. Nadir toprak elementleri rezervini bulunduran Eskişehir-Beylikova’daki bastnasit cevherinin işlenmesi için pilot üretim tesisi kuruldu. Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG)’in Stratejik Planında 2021 yılında 98 milyon ton olan yerli linyit kömürü üretiminin 2025’te 601 milyon tona çıkarılması öngörülüyor.
Hal böyleyken, bu sene başında İliç’teki altın madeninde yaşanan katliam ve ardından geniş bir coğrafyada zararlı etkileri uzun yıllar sürecek olan ekokırım, altın madenciliği özelinde madencilik faaliyetlerinin halkın refah içinde yaşaması olgusuyla ne büyük çelişki içinde olduğunu tekrar gündeme getirdi.
Bugün artık taş ocaklarından kömür madenlerine, siyanür kullanılan açık ocak altın-gümüş madeni işletmelerinden feldspat madenlerine, can çekişen Karadeniz’de denizin dibini oyarak sucul ekosistemi katleden doğalgaz sondajlarına kadar karada ve denizde, her yerde canlıların yaşam alanlarına saldırılar ‘kamu yararı’, ‘kalkınma’, ‘ekonomik büyüme’ safsatalarıyla, maden kapandıktan sonra geri dönüşü imkânsız doğal yıkımlar ise ‘rehabilitasyon yapıyoruz’ söylemiyle normalleştirilmeye uğraşılıyor. Halkın itiraz ve protestoları jandarma şiddetiyle bastırılmaya çalışılmakta, yaşam alanlarını savunan 70’li yaşlarda kadınlar hakkında kolluk kuvvetlerine cebir uygulamaktan dava açılmaktadır. Her yeni güne İliç benzeri ekokırım riskleriyle uyanıyoruz: bunlar ufak ihtimal değil, kuvvetli olasılık! Üstelik meslek hastalığından ölümün fiiliyatta tanınan, istatistiklere geçen bir olgu olmadığı, aynı şekilde madenciliğe bağlı kanserden ölüm verilerinin gizli tutulduğu Türkiye’de her yıl kaç maden işçisinin, maden yakınında yaşayan kaç kişinin yavaş ölüme maruz bırakıldığını bilemiyoruz, diğer canlı türlerinin nasıl yok edildiğini takip edemiyoruz.
Madencilik dendiğinde odağımız büyük oranda işletme sırasındaki yıkımlara odaklanıyor, zira basına yansıyan, gözümüzle gördüğümüz felaket görüntüleri duygusal olarak isyan etmemize yol açıyor. Ancak işletme başlamadan önce yapılan sondaj (maden arama) çalışmaları ormanları parçalayıp ekosistemini önemli oranda zayıflatıyorlar. Madencilik faaliyeti tamamlandıktan sonra ise cehennem çukurunu andıran kazılmış geniş alanlar ve devasa atık yığınları ile distopik bir coğrafya geride bırakılıyor. Tehlikeli atıkları barındıran ve yüzlerce hatta belki binlerce yıl takip edilmesi gereken atık yığınlarını düşünün: bunların kapsadıkları zehirli kimyasallar uzun zaman içinde toprağın üstüne döşenen membranın yırtılması, izolasyonunu yitirmesi nedeniyle mutlaka toprağa ve su varlıklarına karışacaklar. TÜİK’in atık istatistiklerine göre maden işletmeleri yıllık 20 milyon tonun üzerinde tehlikeli atık üretiyor. Bu rakama karşılık gelen kitlenin, ülkenin farklı bölgelerinde ne büyüklükte hacim oluşturduğunu hayal edin: capcanlı ormanların, tarım alanlarının, otlakların her sene cansız ve zehirli kimyasallar içeren yığınlara dönüştüğünü, zararlı etkilerinin binlerce yıl boyunca bertaraf edilmesinin imkansızlığını… Bertaraf: madencilik şirketleri, finans kurumları, spekülatörler, mafya babaları, hükümetlerle çıkar ilişkisi içindeki sermayedarlar paralarına para katsınlar diye katledilen doğal varlıkların mühendislik marifetiyle gözden uzaklaştırılmasını betimleyen harika bir sözcük!
Bugün itibarıyla doğal ormanlardan milli parklara, yaban hayatı koruma alanlarından su havzalarına yerin üstünde mutlak korunması gereken doğal varlıkların tamamı, yerin altındaki doğal varlıklara göz diken madenciliğin tehdidi altında. Endemik türler yönüyle ayrıcalıklı bir coğrafyada bulunan Türkiye ne kendi halkına ne de diğer canlı türlerine değer veriyor: nadir toprak elementlerini çıkarıp bunlardan bolca para kazanmayı hedefleyen hükümet, nadir bulunan endemik türlerin yaşam alanlarını pervasızca yok ediyor. Maden ruhsat alanlarının ülke topraklarını büyük oranda kuşattığı, kanunların sermayenin çıkarlarına göre değiştirildiği, yönetmeliklerin işletilmediği, denetimlerin doğru dürüst yapılmadığı bir ülkede yer altı/yer üstü sularının ve meraların temizliğinden, organik tarımdan, tarımsal üretimde verimden kısaca gıda güvenliğinden bahsetmek mümkün mü?
Çevre Örgütlerinin Özverili Mücadelesi
Polen Ekoloji Enstitüsü’nün geçenlerde yayınlanan, son 5 yılı kapsayan ‘Kazanımlar’ raporuna göz atarsak, Kazdağları’ndan Alamos Gold’un defedilmesi, zeytinliklerin madene açılmasına izin veren yasa değişikliklerinin iptal edilmesi, Bingöl, Ordu, Muğla ve Ankara’da ‘ÇED gerekli değil’ kararının iptali, Çanakkale, Kütahya, İzmir, Ordu, Kocaeli ve Edirne’de ‘ÇED olumlu’ kararının iptali, Maraş, Çanakkale ve Balıkesir’de ÇED süreci iptali ve bunların dışında çeşitli illerde proje iptalleri ve yürütmeyi durdurmalar, madenlere karşı mücadelede doğrudan kazanımlara örnek olarak sayılabilir.
Yine bu raporda madenciliğin yıkımlarına karşı büyüklü küçüklü tüm mücadelelerin anlamlı olduğu, bazı mücadeleler doğa kıyımlarına engel olamasa da gerek ortaya koyduğu örgütlenme ve direniş gerekse deneyimlerden çıkarılan dersler, toplumsal hafızada bıraktığı izler yönleriyle çok değerli oldukları vurgulanıyor. Termik santrallere kömür sağlamak isteyen devlet-şirket güçlerine karşı Milas-İkizköy’deki Akbelen ormanında dört yılı aşkın süredir devam eden mücadele her ne kadar ormanın katledilmesi engellenememiş olsa bile kaybedilmiş sayılabilir mi? İkizköy’ün mücadelesi sadece nöbet alanında ve termiklere karşı çevre örgütlerinin desteğini almadı, aynı zamanda ağaç kesimi sırasında bir direniş alanına dönüştü ve anarşistlerden LGBTIQ+ örgütlerine, meslek örgütlerinden sendikalara kadar demokrasi mücadelesi verenlerin, sistemle sorunu olanların buluştukları, dayanışma sergiledikleri alan oldu. Madene karşı Akbelen direnişi, ekoloji mücadelesinin merkezinde yer aldığını düşündüğüm ‘yaşam alanlarının/müştereklerin korunması’ için sadece doğa sömürüsüne karşı değil, aynı zamanda emek sömürüsüne ve temel özgürlüklere konulan engellere karşı mücadelenin önemini gösterdi.
Madenlere Karşı Mücadeleyi Nasıl Büyütebiliriz?
Bir bölgede halkın örgütlü direnişiyle karşılaşan ve maden işletmekten vazgeçmek zorunda kalan bir şirket, faaliyetlerini örgütlenmenin zayıf olduğu yerlere kaydıracak, sosyal yardım projeleri ve istihdam sağlama, yöreyi kalkındırma kisvesi altında halkın rızasını almaya yönelecektir. Son dört yılı aşkın sürede altın madeni projelerine yönelik yaptığımız çalışmada, normal işletme sürecinde insana ve doğaya yıkıcı etkileri gayet iyi bilinen açık ocak- siyanürle yığın liç yöntemiyle madencilik projelerinin kayda değer bir bölümüne Proje Tanıtım Dosyaları üzerinden ‘ÇED gerekli değil’ kararı verildiğini saptadık. Bu projelerin coğrafi dağılımına baktığımızda ise çevre mücadelesinin en zayıf örgütlendiği yerler olduklarını gözlemledik.
Hukukun, dava süreçlerinin gitgide parodiye dönüştüğü Türkiye’de yerellerde maden projelerini durdurmak için yapılan eylemler ve dava süreçleriyle yetinmeyip, örgütlü halk mücadelesini büyütmenin önemi her geçen gün belirginleşiyor. Bir yereldeki madene karşı mücadele sonuçlandığında edinilen tecrübeler üzerinde değerlendirme yapmak, ekolojik ve sosyal yıkım getirecek her projeye karşı mücadele için politik bilinç oluşturmak, yereldeki dayanışmayı başka yerlerde madene karşı mücadele veren örgütlerle bir araya gelerek büyütmek mücadeleye taze kan ve uzun bir soluk getirecektir.
Maden yıkımlarında sadece doğal varlıkların yok edilmesine değil, insanların yaşam alanlarından sürülmesine, geçmişle bağlarının koparılmasına ve sosyoekonomik koşullarının altüst edilmesi sonucu kent varoşlarında proleterleşmelerinin getirdiği travmalara odaklanmak yerel halka ulaşabilmek için etkili olacaktır. Yıkımlara maruz kalan insanlara ‘senin sorunun benim de sorunum’ diyebilmeliyiz.
Maden yıkımlarına karşı ülke genelinde kamuoyu oluşturmak için ise kültürel kayıpların vahametine, yani geleneksel tarımıyla, yaşam şekliyle yüzyıllar öncesinden bugüne taşınan yaşam bilgisinin geri gelmemek üzere tarihe karıştığına dikkat çekmeliyiz. Gıda güvenliğinin tehlike altında olduğunu sorunsallaştırmak, iklim krizinin yakın gelecekte geniş bir coğrafyasını kuraklığa ve tarımsal verimde kayıplara maruz bırakacağı Türkiye’de madenciliğin, iklim krizinin tehditlerini hızla ağırlaştırdığını vurgulamak, yaşanan tahribatın kamuda bütüncül kavranışı için elzem görünüyor.
Talanın görünen yüzü maden şirketleri olsa da arka plandaki finans şirketlerini, bankaları, borsalarda yapılan spekülasyonları (örneğin kullanım değeri oldukça sınırlı olan altının piyasa değerinin, doları altına endeksleyen Bretton-Woods sözleşmesinin ortadan kalktığı 1971 yılından bugüne kadar dolar karşısında 65 kat değer kazanması), maden işletmelerinin siyasi-taşeron ağlarının dayalı olduğu gizli anlaşmaları, rüşvet-mafya ilişkilerini, medyada da yayılan yalan haberleri deşifre etmeli, bu yönde kamu bilinci oluşturmalıyız.
Pratikte etkili bir mücadeleye giden yol, yerellerinde maden işletmelerine karşı mücadele veren halkın uzun soluklu bir kampanya örgütlemesiyle başlatılabilir. Bu kampanya toplumun farklı kesimlerinde kök salabilmek için çok çeşitli çalışma alanlarını kapsamalı, mücadelenin özneleri sadece çevre aktivistleri olmamalıdır: eylemlere yönelik aktivizm, dava süreçlerini ilgilendiren hukuksal boyut ve kamuoyu oluşturmayı hedefleyen sosyal medya faaliyetleri kampanyanın temelini oluştursa da bunlarla sınırlı kalmamalıdır. Farklı disiplinlerden ve kurumlardan uzmanların aktivistlerle buluşmaları ve ortak üretimleri sadece kentlerde panelleri, sempozyumları beslememeli, üretilen bilgilerden kırsalda, maden projesi alanlarında yaşayan halkın örgütlenmesi için de yararlanılmalıdır.
- İşçilerin emek sömürüsünü, istihdam şantajını, iş cinayetlerini, emekçilerin aileleriyle birlikte sadece toplumsal değil ekolojik yönden de eşitsizliğe maruz kaldığını, sağlıksız yaşam koşullarını, çalışma ortamlarında madenlerin yol açtığı kirliliği gündeme getiren emek boyutu,
- Maden sahaları çevresinden hava, su, toprak numunelerinin alınıp, analiz sonuçlarının kamuya duyurulmasını, maden kaynaklı sağlık kayıplarını ve erken ölümleri inceleyen halk sağlığı çalışmalarıyla sağlık boyutu,
- Kalkınma, ekonomik büyüme, sürdürülebilirlik, kamu yararı, çevreye saygılı yeşil madencilik gibi safsataları çürütmeyi ve bunlar üzerinden rıza üreten, halka otoriter bir şekilde, yeri geldiğinde ölçüsüz şiddet uygulanarak dayatılan söylemlerin yerine bir karşı hegemonya inşa etmeyi amaçlayan ve ‘sermaye için ucuz doğa’, ‘topluma mal edilen negatif dışsallıklar’, ‘ekolojik yaşam içinde refah’, ‘yerelde üretip-tüketmeye dayalı geçim ekonomisi’ gibi kavramları tartışmaya açan ekonomik boyut,
- Maden sahalarında acele kamulaştırma yoluyla zorla yerinden etmeleri, proleterleştirmeleri, ekonomik açıdan kırılgan kırsal kesimlerin iklim krizinin ağırlaşan etkileriyle birlikte daha da savunmasız kalacaklarını, madenlerin sebep olduğu tarım ve meralardaki geçim kayıplarından, aile içi bakımın zorlaşmasına kadar çeşitli alanlarda çevresel ve sosyal yıkımların kadınların omuzlarına bırakıldığını ve artan cinsiyet ayrımcılığını, geleneksel yaşam şeklini yitiren toplulukların kültürel bilgi kayıplarını inceleyen ve sorunsallaştıran sosyal boyut,
- Diğer canlı türlerinin yaşam alanlarının kaybolmasını ve endemik türlerin yok olma risklerini araştıran, doğanın haklarını gündeme getiren insan dışı türler boyutu olmalıdır.
- Diğer bir önemli çalışma alanı da farklı ülkelerde madene karşı mücadelelerle dayanışma kuran, emekçilerin ve madenlerin çevresindeki halkın sağlık sorunlarını kamuya duyuran, ortak paneller, sempozyumlar düzenleyen bir uluslararası örgütlenme boyutudur.
Elbette sanatın çok yönlü etkilerini de göz ardı etmemek gerekir: doğal ormanlara, yaban hayatına, su varlıklarına nasıl kıyıldığını, kadim köylerin bir bir nasıl yok edildiğini gösteren belgeseller, fotoğraflar, filmler görsel hafızamızda yer edecek, insan-doğa sömürüsünü konu alan romanlar, şiirler, birlikte üretilen müzikler, söylenen türküler dayanışmayı örmekte etkili olacaktır.
Özetle, yerelinde madene karşı mücadele veren çevre örgütlerinin dayanışmasıyla başlatılacak kampanya, yukarıda sıralanan farklı boyutların ve bunlara destek olacak farklı disiplinlerden emek-demokrasi mücadelesi veren kurum ve örgütlerin katılımıyla genişletilmeli, kampanya sonrası kalıcı bir platform oluşturulmalıdır.
Bu platform, toprağın kazılarak yerin altındaki doğal varlıkların en kısa sürede, en yüksek miktarda çıkarılmasının ve metalaştırılarak dünyayı felakete sürükleyen bir ‘üretim-tüketim-ekonomik büyüme’ sarmalına dahil edilmesinin sadece şirketlerin kazançlarına hizmet ettiği, her seferinde yerel halkın ekonomik, kültürel, sosyal yaşantılarının sakatlandığı, çevresel zararların maliyetinin de yereldeki insanlara ödetildiği gerçeğini sürekli yeni bulgularla, verilerle, araştırmalarla gündeme taşımalı, madencilikle kalkınma olmayacağını, bunun ancak otoriter devletlere ve arka plandaki karanlık siyasi-mafya-rüşvet ilişkilerine zemin hazırlayacağını vurgulamalıdır.
Madenciliğe bağlı kalkınmayı hedefleyen bir toplum, ekolojik yönden doğa kıyımlarının, siyasi yönden otoriterleşmenin, sosyal yönden toplumsal eşitsizliklerin, emek sömürüsünün, kültürel kayıpların arttığı, gıda güvenliğinin, ekolojik yaşamın ve ekonomik refahın yok edildiği hasta bir toplum olacaktır. Sağlıklı toplum olmadan sağlıklı doğadan ve ekolojik yaşamdan bahsedemeyiz. Dayanışmayı ve örgütlenmeyi gerektiren bu uzun yolda temel özgürlükleri, demokrasiyi savunan herkese düşen sorumluluklar var.