Bu yazı, 26-27 Haziran 2021 tarihlerinde çevrimiçi olarak düzenlenen Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’nun Madenciliğin Politik Ekonomisi başlıklı 1. oturumunda yapılan sunumun gözden geçirilmiş halidir. Madenciliğin Politik Ekolojisi Sempozyumu’ndaki oturumların tamamını izlemek için youtube’daki oynatma listesine ulaşabilirsiniz.
Benden önce konuşanların değindiği konuları kendi odak noktama bağlamaya çalışacağım. Birlikte olmak çok güzel. Davetiniz için teşekkür ediyorum. Hocalarımla, arkadaşlarımla, aktivistlerle bir arada olmanın mutluluk verici olduğunu söylemek isterim.
Konumuz hakikaten doğa ile kurduğumuz metabolik ilişkinin nasıl akılcı bir şekilde düzenleneceği. Paranın örgütlenmesinde ve yönetilmesinde 1970lerde altın-dolar standardının çöküşü sonrasında önemli bir değişiklik görüyoruz. Özel finansal kuruluşların para yaratım sürecinde baskın hale gelmesi ve dünya parası haline gelmiş ABD dolarının altın gibi bir değerli madene göndermede bulunmaksızın başlı başına ana değer referansı kılınması dünya-tarihsel bir önem taşıyor. Ayrıca 20. yüzyıl sonunda bireylerin refahı ile şirketlerin refahının özdeşleştirilmesi gibi çok önemli, çok boyutlu bir dönüşüm gerçekleşti. Söz konusu dönüşüm kapitalizm tarihi açısından bir parantezin kapatılmasını imliyordu. 20. yüzyılın sonundaki bu değişime ve paranın örgütlenmesindeki dönüşüme merkez bankalarının müdahale yöntemlerindeki değişiklikleri ekleyelim. Ortaya şöyle bir şey çıkıyor. Kapitalist üretim doludizgin sürer, yeni piyasalar inşa edilirken, ekstraktivizmin teşvik edildiği ve maliyetin doğaya ödetilmeye devam ettiğini görüyoruz. Ancak aynı zaman zarfında herhangi bir finansal kriz ortaya çıktığında ya da kapitalizmin krizleriyle karşılaşıldığında şirketlerin hisse senetlerinin fiyatlarının çökmesinin engellendiği bir müdahale tarzı biçimleniyor. Bu müdahaleler piyasaya büyük miktarlarda para enjekte edilerek finansal piyasaların kurtarıldığını gösteriyor; bu süre zarfında şirketlerin doludizgin üretimlerine devam ettiklerini, faaliyetlerinin bizzat kendisinin, riski yönetme ve toplumsallaştırma mekanizmaları aracılığıyla daha büyük, daha genişleyen finansal piyasalar ortaya çıkardığını görüyoruz. 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın bizim önümüze çıkardığı resmin şöyle bir önemi var. Artık ufkumuz, yani problem çözme ufkumuz, müdahale etme ufkumuzun kendisi daha ziyade finansal piyasalar aracılığıyla biçimlenen bir şeye dönüşüyor. Biz finansal piyasa standartları üzerinden konuşmaya, finansal piyasalardaki gelişmeler üzerinden tartışmaya başlıyoruz. Söz konusu değişimin kendisi aynı zamanda son kırk yılda gerçekleşen sürdürülebilir kalkınma ya da sürdürülebilir büyüme tartışmalarını da biçimlendiriyor. Yeşil finans adıyla anılan ve 21. yüzyıla damgasını vurmuş olan, etkisi önümüzdeki yıllarda daha da fazla hissedilecek olan değişim de esasında karşılaştığımız varoluşsal tehdidin çeşitli finansal araçlar kullanarak çözülebileceği umudunu vermeye çalışıyor.
Siyasal iktisadi tartışmalarda yeşil finans kavramının giderek öne çıkmasının arkasında kısaca değinmeye çalıştığım bu tarihsel dönüşümler bulunuyor. Biz 21. yüzyılda büyük bir iklim krizi içinde olduğumuza yönelik daha fazla veriyle karşılaşıyoruz. İnsanlığın varoluşunu tehlikeye sokan bir krizin içinden geçiyoruz. Buna karşın uluslararası finansal kuruluşlardan, ya da üniversitelerde ve araştırma enstitülerinde gündemi belirleyen büyük kuruluşlardan şöyle bir yanıt geldiğini görüyoruz. “İklim krizine yanıt üretecek olan sürdürülebilir bir büyümeyi gerçekleştirebilecek araçlar hâlihazırda elimizde.” 2030 gündemi, Paris anlaşmasının kendisi, Kyoto anlaşmasından beri gelen ve Paris anlaşmasında cisimleşen dönüşümler ve onlar üzerine bina edilmiş olan yeşil finans tartışması bu bağlamda büyük bir hamlenin başladığını ve piyasa araçları kullanılarak iklim krizinin çözülebileceğini deyim yerinde ise müjdeliyor.
Sera gazı salımının azalması, çevreye verilen zararın azalması sadece içinde yaşadığımız sistemi eleştiren aktivistlerin ve eleştirel araştırmacıların kendilerine biçtiği birer görev değil. Ana akım diyebileceğimiz tartışmayı biçimlendiren kurumların, örneğin uluslararası finansal kuruluşların çok uzunca bir süredir bu konuda bilgi ürettiğini ve gündemi belirlemeye çalıştığını her zaman aklımızda tutmalıyız. İddia şu ki, yeşil finans, önümüzdeki bu büyük varoluşsal krizi çözebilir. Uluslararası finansal çevreler ve politika ağları iklim krizini aşabilmek için kurumsal hamlelerin görülmesi gerektiğini vurguluyorlar. Mevzuat değişikliklerinden tutun da yeni finansal araçların ortaya çıkarılmasına kadar çok sayıda adımın birbirini takip eder şekilde gelmekte olduğunu görüyoruz. Farklı ekonomik coğrafyalarda bu adımlar neredeyse eşgüdümlü bir şekilde atılıyor.
Yeşil finans derken iki boyuttan bahsetmek mümkün. Birincisi, karbon ticareti olarak ifade edilen ekonomik büyümeyi sera gazı salımlarından arındırma uğraşı, ya da bu uğraşın sonucu olarak inşa edilen karbon piyasaları. Karbon ticareti konusu kendimi yetkin hissetmediğim bir alan olduğu için burada fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Çevreyi kirleten şirketlerin, bu kirletmeyi dengelemek üzere çevreye duyarlı projelere destek olmasına vesile olacak bir düzenleme olarak tasarlandığını söyleyebiliriz. Devletin doğrudan bir müdahalesinin gerekli olduğu karbon piyasasından, yani kirletme hakkının düzenlenmesinin gerekli olduğu bir piyasa inşası sürecinden bahsediyoruz. Bu tarz bir müdahale olmadığı durumda –bakınız Türkiye- bir başka deyişle devletin doğrudan doğruya önceliklendirip karbon piyasasını inşa etmediği bir durumda da gönüllü bir karbon piyasasının oluşması söz konusu olabilir. Yani bir şirket kendi sera gazı salımını ölçüp bunu azaltmak üzere girişimlerde bulunabilir ya da bunu dengelemek amacıyla karbon piyasasında çeşitli işlemler yaparak kendi itibarını korumaya çalışabilir. Türkiye’deki gönüllü karbon piyasasının yakında resmi bir karbon piyasasına dönüşeceği ya da Avrupa Birliği kaynaklı düzenlemelerle Türkiye’deki şirketlerin yeni önlemler almaya başlayacağını biliyoruz. Şu an bu geçişin ve AB mevzuatıyla uyumun maliyetini hesaplıyorlar. Çeşitli sermaye örgütlerinin açıklamalarından bu uğraşı takip edebiliyoruz. Ancak nasıl adımlar atılabileceği ortada bir yol haritası olmasına rağmen tamamen netleşmiş değil.
Ben yeşil finansın diğer alanına, yeşil tahvil piyasaları ve yeşil krediye odaklanmak istiyorum. Burada odaklanılan alan yeşil büyüme olarak tarif edilen ya da yine sürdürülebilir ve yeşil kalkınma olarak tarif edilen geçiş ve dönüşüme hizmet edecek programların finanse edilmesi. Sadece iklim değişikliğine karşı mücadele ile sınırlandırmayarak iklim değişikliğine adaptasyon amacı barındıran programları ve bu alandaki finansman girişimlerini de buraya dâhil etmek gibi bir eğilim var. İfade ettiğim alanda projelerin finanse edilmesi için çıkarılan tahviller yeşil tahvil olarak adlandırılıyor. Ya da özel olarak bu tür projeler aracılığıyla geçişi ya da iklim adaptasyonunu hedefleyen krediler yeşil kredi olarak adlandırılıyor. Açıkçası yeşil finans dediğimizde bu iki boyuttan – karbon piyasaları ve yeşil tahviller ve krediler – bahsediyoruz. Yeşil tahvil piyasası özellikle Avrupa Yatırım Bankası ve Dünya Bankası gibi kurumların yoğun desteğiyle 2007’den sonra oluşturulmuş olan bir piyasadır. Bu piyasa son on yılda çok daha likit hale geldi. Bugün 71 ülkede çeşitli kurumların, şirketlerin, bankaların parçası olduğu kabaca 1 trilyon doları aşmış olan bir piyasa ortaya çıkmış bulunuyor.
Türkiye bağlamında da yeşil tahvil piyasası giderek derinleşmeye başlıyor. 2016’da Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (TSKB) ilk yeşil tahvili çıkarmıştı. 2021’de Nisan ayında, ilk defa imalat sanayiinden bir şirket yeşil tahvil çıkardı. Ağır aksak da olsa Türkiye’de de bu piyasanın derinleşmekte olduğunu görüyoruz.
Yeşil finans konusunda, bilhassa yeşil tahvil, yeşil krediler konusunda, süregiden bir tartışma var. Benim burada değinmek istediğim ve çok önemli olduğunu düşündüğüm üç nokta var. Birincisi, finansallaşmanın geldiği boyut ve merkez bankalarının krizler karşısında müdahalesi ile ilgili 21. yüzyıl özellikle 2008-09 krizi sonrasında alternatif yatırım araçları arayışına güç veren bir ortam yarattı. Bu ortamın temelleri 1980lere kadar gidiyor. Krizler karşısında piyasaya Merkez Bankası parasının enjeksiyonu ve ekonomiyi canlandırmak için verilen temel tepkilerin kürenin merkezlerinde süreğen bir düşük faiz ortamı yaratması alternatif arayışlarını canlandırıyor. Bir başka deyişle düşük faiz ortamı ve dönemsel olarak daha da bollaşan likidite yatırımcıların alternatif proje arayışlarına destek oluyor. Düşük faiz ve bol likidite döneminde yeşil finansın, geçiş projelerine ve iklim adaptasyonuna nasıl bir katkısı olduğu tartışmalı. Şunu söylemeye çalışıyorum: yeşil finans adı altında gruplayabileceğimiz finansal işlemler olmaksızın aynı geçiş projeleri finanse edilebilir miydi, bunu sormak gerekiyor. Şirketlerin ya da devletlerin yeşil tahviller aracılığıyla yarattıkları imkân birçoklarının daha düşük maliyetle yeni projelere girişmesini sağlamış olabilir, ancak son 15 yıla baktığımızda, yeşil tahvil piyasaları olmasaydı da birçok proje başlayabilirdi demekte bir sakınca görmüyorum.
İkinci nokta benden önceki konuşmalarda çok iyi bir şekilde ifade edildiği üzere küresel Güney ve Kuzey arasındaki hiyerarşiye ve karşılıklı bağlantılarla ilgili. İçinde bulunduğumuz ulusötesileşme ile tarif edilebilecek dönemin sonunda artık içerisi-dışarısı ayrımı yapmanın çok zor olduğu aşikâr. Aktörler birbirlerine geçmiş, birbirlerinden beslenir duruma gelmişler. Ancak halen bir hiyerarşik işbölümü var. Yeşil tahvil piyasası küresel Güney ile küresel Kuzey arasındaki hiyerarşiye bir müdahalede bulunuyor mu sorusunun yanıtı olumsuz. Özellikle aralarında Türkiye’nin de bulunduğu küresel Güney ülkelerinde aktörler başka ülkelerin para birimleri cinsinden borçlanmaya itiliyorlar daha ağırlıklı olarak. Örneğin yeşil tahvil piyasasında da o ülkelerdeki şirketler daha başka ülkelerin para birimleri cinsinden borçlanmak zorunda kalıyorlar. Yeşil tahvil piyasasından faydalanma konusunda Güney ülkelerinin daha geride kalmasının arkasında bu hiyerarşi yatıyor. Güney ve Kuzey arasındaki ilişkilere ve hiyerarşiye müdahale eden bir şeyden bahsetmiyoruz, yeşil tahvil ya da yeşil kredi dediğimizde. Böyle bir müdahale olmaksızın iklim krizinden daha ağır bir şekilde etkilenen ve etkilenecek Güney ülkelerinde yeşil geçiş projelerinin hızla yol almasının kolaylaştığını söylemek mümkün durmuyor.
Ama en önemlisi, daha da önemlisi, hakikaten yeşil bir araçtan mı bahsediyoruz? Bu da üçüncü noktayı oluşturuyor. Otopark genişletilmesinden tutun da çevreye zararlı çeşitli HES’lerin yapılmasına, ya da Çin’de bizzat petrokimya tesislerinin inşasına varan projelerde yeşil tahvil çıkartıldığını görüyoruz. Kısacası yeşil tahvillerin yeşil olmayan bağlamlarda kullanılabildiğini görüyoruz. Peki, neden böyle bir şey oluyor? Çünkü yeşil tahvil piyasasını ya da yeşil kredi piyasasını düzenleyenler esasen sektörün kendi oyuncuları. Bankalar, kurumlar ve bunların bir araya gelerek oluşturdukları ağlar. Dolayısıyla onlar yeşil dediği için, bu ağlar o standardı belirlediği için bir tahvilin, kredinin ya da bir finansal aracın yeşil olduğu sonucuna varılıyor. Bu alanda tek bir standart da yok, onlarca standart var ama bazıları çok daha ön planda ve uluslararası kabul görmüş durumda
Söz konusu tartışmalı boyutlara bir ölçüde değinerek birkaç somut örnekten bahsetmek istiyorum. Sürdürülebilir kalkınma ve Paris anlaşmasının hedeflerinin tutturulması gündemlerinin bir uzantısı olarak çok taraflı yatırım bankaları ve aynı zamanda çok uluslu şirketler ve bankalar çeşitli hedefler açıklamaya başladılar. 21. yüzyılda zaman zaman gördüğümüz ama son dönemde yoğunlaşmış olan hedef açıklamaları bunlar. Örneğin sempozyuma hazırlanırken baktığım bir örnek Asya Altyapı Yatırım Bankası. Nasıl bir hedef açıkladı bu banka? “2025’e kadar verdiğim bütün kredilerin yarısını yeşil krediye dönüştüreceğim!” Yeni bir banka, Çin’in karar alma mekanizmasında ağırlığa sahip olduğu bir çok taraflı banka, ve 103 üyesi olan bir nevi alternatif Dünya Bankası girişimi, bilhassa küresel güneye odaklanmış bir şekilde faaliyetlerini sürdürüyor. Ne yapmaya çalışıyor? Yeşil kredi piyasasının en başat aktörlerinden birisi olmaya çalışıyor. Peki, bu iradenin farklı ülkelere etkisi nasıl gerçekleşiyor?
Tek bir etkiden, tek bir sonuçtan bahsetmek mümkün değil. Bir tarafta Mısır örneği, bir tarafta Brezilya örneği var. Yansıda Asya Altyapı Yatırım Bankası’nın Mısır’daki ana işbirlikçisi olan Mısır Ulusal Bankasının reklamını görüyorsunuz. Buna bakınca bir şüphe oluşması normal. Bir banka reklamında silahlı adamların ne işi var diye sorabilirsiniz? Reklamın içeriğine girmeden şunu ifade etmek istiyorum: Asya Altyapı Yatırım Bankasının bazı projelerinde o projenin yeşil olduğuna karar vermek için başvurduğu mercii oradaki işbirlikçisi olan Mısır Ulusal Bankası. Bir yandan Mısır’da dünyanın en büyük 4. güneş enerjisi parkının inşası için verilen krediler söz konusu ve Asya Altyapı Yatırım Bankası Mısır’da yeşil finansın kök salması için gerekli can suyunu temin ediyor olabilir. Sonuç olarak Mısır’daki üretim süreçlerinde çevreye duyarlı işletmelerin biraz daha öne çıkmasına neden olabilecek bir değişim dönüşüm hamlesi gerçekleşebilir. Ama öte yandan Mısır Ulusal Bankasının ya da Asya Altyapı Yatırım Bankasının yeşil dediği kredinin, yeşil olduğuna kim karar verecek?
Mısır örneği Brezilya’ya göre iyi bir örnek gibi kalıyor. Yansıda Brezilya’da Vale şirketine karşı bir kampanya posteri görüyorsunuz. “Quanto vale a vida?” bir hayat ne kadar eder demek. Eski bir şarkı sözüne de gönderme yapılıyor. Vale, dünyadaki en büyük demir cevheri üreticisi. Brezilya menşeli çokuluslu bir şirket. Brezilya’nın üyesi bulunduğu Yeni Kalkınma Bankası Asya Altyapı Yatırım Bankası’na yeşil hedefler bakımından benzer ve yeni kurulmuş bir çok taraflı kalkınma bankası. Yeni Kalkınma Bankası yeşil projeler yanı sıra, Vale’nin Brezilya’daki operasyonlarını genişletmesine yol açacak yatırımlar için de kredi temin ediyor. Burada Vale’nin parçası olduğu projenin çevresel ve toplumsal değerlendirmesinin yapılmasında sadece Yeni Kalkınma Bankasının uzmanları değil aynı zamanda Vale’nin kendi personeli de yer alacak. Dolayısıyla sektörün oyuncularının bir arada olması ya da yeşil kredi vermeye kendisini hasretmiş bir kuruluşun sadece yeşil kredi vermemesinin aynı zamanda başka faaliyetleri de başka ekstraktivist faaliyetleri de destekliyor olduğu bir resim çıkıyor karşımıza.
Çelişkiler–dolambaçlı yollar derken bunu kastetmek istiyorum- karşımıza şöyle bir şey çıkarıyor: Asya Altyapı Yatırım Bankası, çok kısa bir süre içinde kredilerinin yarısının yeşil kredi olacağını ilan edecek. Yeşil finansa odaklandığını ilan etmiş Yeni Kalkınma Bankası sürdürülebilirlik doğrultusunda kredi politikası güttüğünü ilan edecek. Bu sırada Vale Brezilya’daki operasyonlarının çevreye duyarlı olduğunu ve en azından çeşitli çok taraflı bankaların onayını aldığını beyan edecek, öte yandan birçok taraflı yatırım bankası Mısır’da yenilenebilir enerji anlamında büyük bir altyapı hamlesini tetikleyenlerden olabilecek.
Dolayısıyla farklı ölçeklerde, farklı ülkelerde, farklı etkilerde bulunabilecek bir yeşil kredi hamlesinden söz ediyoruz. Aynı şeyi Dünya Bankası da yapıyor, Avrupa Yatırım Bankası da, İslam Kalkınma Bankası da yapıyor. Buradaki sorun alanlarından birisi yerel işbirlikçilerinin kim olduğunun karar verme süreçlerini biçimlendirici etkisinin bulunması. Daha önemlisi yeşil olarak adlandırılan o standardın belirlenmesi konusunda geniş toplum kesimlerinin hiçbir söz hakkının olmaması.
Asya Altyapı Yatırım Bankası Türkiye’de de şu ana kadar on adet projeyi desteklemiş durumda. AAYB’nın kendi verileri üzerinden bunların hangisinin yeşil kredi olarak kodlandığını bulamadım, araştırmaya devam edeceğim. Ama bazı veriler var elimizde. Örneğin TSKB’nın sürdürülebilir enerji projesi ya da Türkiye Kalkınma ve Yatırım Bankası’nın enerji projelerinin yeşil kredi olarak tasnif edildiğini tahmin edebiliriz. Ancak yeşil kredi olarak tasnif edilmese dahi işbirlikçisinin kendi faaliyetini yeşil faaliyet olarak pazarlamasına vesile olabilecek bir mekanizma da burada göze çarpıyor. Örnek olarak Tuz Gölü Doğal Gaz Depolama Projesi’ni verebilirim. AAYB’nın Türkiye’ye verdiği en yüksek kredi miktarı, 600 milyon ABD doları. Kime verildi? Boru Hatları ile Petrol Taşıma Anonim Şirketi’ne (BOTAŞ’a) verildi. Yani petro-kimya sektörünün simge kurumu olan, Türkiye’de polipropilen üretimi için yapılan yatırımlarının altyapısını hazırlayan kurum, AAYB’nın verdiği krediye dayanarak kendi faaliyetlerinin ne kadar çevreye duyarlı olduğunun propagandasını yapabiliyor. Başka bir örnek vereyim: Efeler Jeotermal Santral Projesi. Bu proje bizzat orada yaşayan halkın topraklarına el konulmasını da barındırdığı için yüksek riskli bir proje olarak tanımlanmış AAYB tarafından. Fakat, bununla birlikte söz konusu riske rağmen projenin çevresel ve toplumsal çerçeve metinlerine uyumluluğuna ilişkin denetimin nasıl yapılacağı belirsiz. Üstelik 2018’de santral inşası iptal edilmiş olmasına rağmen AAYB ve diğer çok taraflı yatırım bankaları bu krediyi verdi. Sonrasında tekrar izin çıktı, yasal süreç sempozyumun birkaç hafta öncesine kadar devam ediyordu.
Değindiğim projeler nedeniyle yeşilden kahverengine çalan bir kredi hamlesi görüyoruz diyebiliriz. Bununla birlikte uluslararası standartlara uygun ve yeşil olduğu iddiasında bulunabilecek, en azından çevreye yönelik gerekli hassasiyetin sergilendiğinin iddia edildiği projelerden bahsediyorum. Bize düşen buradaki geçişkenliği gözler önüne sermek. Bunu yapmak da deyim yerindeyse biraz fazla mesai gerektiriyor.
Önümüzde toplamda 200’ü aşkın yeşil finans standardı var. Karbon piyasasından yeşil tahvil ve kredilere kadar bütün ilişkili mekanizmalar Türkiye’ye de geliyor. Dolayısıyla bizim kendi yeşil standartlarımızı belirlememiz ve ilan etmemiz gerekiyor. Kendi standartlarımızda ısrarcı olmamız gerekiyor. Her yeşil kredi verilen projeye, her yeşil olduğu iddiasında bulunan projeye kendi standartlarımız üzerinden bakabilmemiz gerekiyor. Söz konusu projelerin yeşil olup olmadığına, çevreye zarar verip vermeyeceğine bizim karar verebiliyor olmamız lazım. Çünkü geniş toplum kesimlerinin söz hakkının olmadığı, bilgisinin olmadığı ve örneklerini vermeye çalıştığım üzere dünyanın en büyük demir cevherini üreticisinin ya da Türkiye’de petro-kimya sektöründeki en büyük şirketlerden birisinin kendi faaliyetlerini çevreye duyarlı faaliyetler olarak pazarlamasına vesile olan standartlardan ve pratiklerden bahsediyoruz. Hayır, onlar sizin standartlarınız olabilir ama bizim yeşil standartlarımız bunlar, bunlara uygun mu, diyebilmemiz lazım.
Dolayısıyla ilk somut önerim kendi yeşil standartlarımızı belirlememiz. Bunun uzantısı olarak ikinci önerim de izleme komiteleri oluşturmak olacak. Karbon piyasasının gönüllü olmaktan çıkıp devlet eliyle düzenlenmiş bir piyasa olarak inşa edilmesi ve yeşil tahvil piyasasının genişlemesi sürecinde bizim izleme komiteleri oluşturmamız gerekiyor. Bu komitelerin düzenli olarak her işlemi, haberi takip etmesi, işlemleri belgelemeleri, dosyalamaları ve tutarsızlıkları serip ifşa etmeleri gerekiyor. Bunu yapabilirsek ekstraktivizmden yeşil finansa uzanan o dolambaçlı yollarda, karşımızdaki labirentte kaybolmayı engelleriz. Çünkü bizim kaybolmamızı hedefleyen, buna aracı olacak bir mekanizma ile geliyor ve derinleşiyor yeşil finans. Bunun gelmesinin arkasında daha önceki konuşmalarda belirtilmiş olduğu üzere paranın örgütlenmesinin dönüşümü de yatıyor. Bu dönüşüm nedeniyle, varoluşsal bir krizle karşı karşıya bulunmamıza rağmen çözümün ancak ve ancak finansal piyasalar ve piyasacı mekanizmalar sayesinde yaratılabileceğine inanmamızı isteyen bir müesses nizam var. Bunun karşısında kendi standartlarımızı oluşturmamız ve kendi standartlarımızda ısrarcı olmamız lazım.
Soru-Cevap
Merih Akın: Herkese merhaba, güzel bir panel oluyor. Ben ekolojistim. Ali Rıza hocama bu yeşil ekonomi hakkında iki sorum olacak. Birincisi, özel bir şirket karbon piyasasına giriyor, bir jeotermal şirketi kuruyor ama daha önce termik santral şirket olduğunu farz edelim ve bu jeotermal şirket ile dünya piyasasına giriyor ve yeşil ekonomi diye yeşil finans almaya hak kazanıyor. Ama biraz önce gördük ki Efeler’de 100 milyon dolar verilmiş bu şirkete. Bu banka denetlemiyor mu, dünya denetlemiyor mu? Bir de bu tür şirketler rüzgâr enerji şirketleri jes ges şirketleri yeşil ekonomiye geçtik diye dünya piyasalarında karbon piyasasında beyaz olur belgesi aldıklarını okumuştum, bu karbon piyasası başladığı dönemde, bu hala devam ediyor mu?
Ali Rıza Güngen: Önce yatırımların çeşitlendirilmesi, yatırımların fosil yakıt barındıran projelerden başka yerlere kaydırma üzerine Onur Yılmaz’ın sorusu vardı. 14 trilyon dolardan bahsediyorlar. Böyle bir divestment hamlesi olarak. Yeşil tahvil piyasası 1 trilyon doları yeni geçmiş durumda. Onunla karşılaştırıldığında çok büyük bir mecra gibi görünüyor. Ama bazı emeklilik fonları, yatırım fonları, bazı kurumlar sivil toplum kuruluşları bazı kararlar almış olabilirler. Yine de bunların içeriğine bakmak gerekir. Örneğin sadece ve sadece kömüre yatırım yapılmasının yasaklanması gibi karar alabiliyor bir emeklilik fonu. Diğer fosil yakıtları kullanan şirketlere yatırım yapmaya devam edebiliyor. Sadece belirli bir fosil yakıtın barındığı projelere yatırım yapılmaması gibi böyle bir karar alındığında o gerçekten fosil yakıtlara hiç yatırım yapılmaması anlamına gelmeyebilir. Dolayısıyla söz konusu olan 14 trilyon dolar rakamı maalesef şişirilmiş bir rakam. Yani bunu göz önünde bulundurmak lazım. Finansal büyüklükler göz önünde bulundurulduğunda halen ufak bir rakamdan söz ediyoruz.
Diğer soru, karbon piyasaları hakkında çok fazla bilgi sahibi olmadığım için çekinceli yanıt vereceğim. Şunu biliyoruz. Çevreyi kirleten şirketler karbon piyasalarına girip çevreyi kirletme hakkı alabiliyorlar ve bu sayede kendi yaptıkları kirletme faaliyetlerini olduğundan daha az gösterebiliyorlar. Bu konuda olur belgesi olarak ifade ettiğiniz şey zannediyorum bu. Bu, zaten piyasanın kendi kurucu mantığı.
Nasıl oluyor da AAYB yüksek riskli bir projeye üstelik Türkiye’de mahkeme tarafından izni iptal edilmişken 100 milyon dolarlık bir kredi verebiliyor ve nasıl oluyor da o proje çevreye duyarlı bir proje olarak lanse edilebiliyor? Şundan emin değiliz, yeşil kredi olarak AAYB uzmanları tarafından tasnif edildiğinden emin değiliz, ama çevreye duyarlı ve çevresel ve toplumsal çerçeve metinlere uygun olduğunu iddia eden belgeler var, onlara ulaşmak mümkün. Açıkçası en temel sorunlardan biri bu. Burada bir denetim yok. Denetimi JES şirketi ve krediyi veren banka yapıyor. Burada uluslararasılaşmanın getirdiği ilginç bir durum var. Standartların uluslararasılaşmış olduğunu görüyoruz. Örneğin AAYB, büyük oranda Dünya Bankasının standartlarını kullanıyor, onlar da onları referans gösteriyor ve çok taraflı yatırım bankalarının bir araya gelerek oluşturdukları bir kulüp var. Açıkçası bu kulüp gündemi belirleyen en önde gelen birlik. Bunların standartlarını nasıl oluşturdukları ve denetimlerini nasıl gerçekleştirdiklerine dair kamuoyunun yeterince bilgisi yok. Bizim bilgimiz yok. Ortaya çıkan sonuç, Aydın’daki çevrecilerin yıllardır protesto ettikleri, davalık olmuş bir projenin, çok taraflı bir yatırım bankasının çevreye duyarlı projesi olarak görülebilmesidir. Bu nedenle zaten bizim bağımsız bir izleme komitesi kurmamız ve ısrarla peşine düşmemiz gerekiyor. Ben şimdi sadece 10 projeden ve bir bankadan bahsediyorum ama burada kalmayacak bu. Türkiye’de İSO 100’e girmiş bütün şirketlerin yeşil tahvil çıkardıklarını göreceğiz. Hepsi de uluslararası standartlara uygun çevresel ve toplumsal etki değerlendirmesi bakımından standartlara uygunmuş gibi gösterecekler ve bunun kendisi bir meşruiyet devşirme aracına dönüşecek. Yani bu işlemler ekolojistlerin mücadelelerinin altını oymaya başlayacak. “Bakın uluslararası standartlar, dünyada işler böyle dönüyor” denmeye başlayacak. Dolayısıyla bizim müdahale etmemiz ve peşine düşmemiz gerekecek.
Bir örgütlenme modeli önerebilecek durumda değilim. Hele hele bu heyete model öneremem. Benim önerim, burada söylenenleri tamamlayabilecek bir şey, genel ve bir bütünün parçası olan ekoloji mücadelesinin içinde bizim yapabileceğimiz bazı önemli, kritik olduğunu düşündüğüm şeyler var. Online görüşmenin sohbet kısmında devam eden yazışmaya atıfta bulunayım, Süheyla Doğan çok önemli bir deneyimi aktarmış, bu girişimleri sürekli kılmanın yolu, bahsettiğim izleme çalışma grubunu oluşturmak. Bu sayede uluslararası finansal kuruluşlarla ve Türkiye’deki çeşitli şirketler ve yapılar arasındaki ilişkileri dökmeye çalışmak. Bu aynı zamanda kendimizi de örgütlemeye çalışmanın bir yolu, sistematik bir çaba sürdürerek daha büyük bir mücadeleye katkıda bulunmanın bir yolu.
Ben özel olarak şu tartışmaları takip etme taraftarıyım açıkçası: fosil yakıtların yer altında nasıl bırakılacağından tutun da yeşil finansın, Dünya Bankası ya da AAYB tarafından sunulmuş olan yaldızlarını dökmeye kadar birçok hususun bir demokratik kamusal mülkiyet tartışmasına uzandığını düşünmekteyim. Ekoloji hareketinin bu tartışmalardan mümkün olduğunca beslenmesi ve aynı zamanda katkıda bulunmayı hedef olarak benimsemesi gerekiyor. Örneğin kişisel olarak böyle bir çalışmaya katkıda bulunmaya, bilgi üretmeye çalışıyorum. Ama buradaki toplamın yapabileceği önemli bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu birlikteliğin sürmesi aynı zamanda başka meselelerde de sistematik olarak takip, döküm, izleme ve ifşa çabasının sürdürülmesi ve bunun hem uluslararası tartışma ile hem Türkiye’deki süregiden demokratikleşme mücadelesi ile de kademeli olarak sürdürülmesi gerekli… Kolay değil ama zaten kimse işimizin kolay olduğunu söyleyemez. Teşekkürler.